Kerpiç

Fahreddin Bey bakmış ki amcanın kimsesi yok, her gün ziyaret edip ilgilenerek ona refakat etmiş.
Fahreddin Bey bakmış ki amcanın kimsesi yok, her gün ziyaret edip ilgilenerek ona refakat etmiş.

Çok ağlıyormuş. Öylece o yalancı mezarın üzerinde sızıp kalıyormuş. Dünya bu ya, ayağının altından akıp geçmiş de yine başa dönmüş gibi ağlıyormuş. Başa dönmüş ya... Gittiği gibi kalmamış. Kerpiç kerpiçmiş de duvar aynı durmamış...

Ayazın şiddetinden parmaklarının eklem çizgileri sızlıyordu. Gözlerine vuran kar taneleri, kirpiklerinde eriyip kayboluyordu. Bir an önce kıraathaneye ulaşıp sıcak bir çay içmek, her ay kıraathaneye gelen dergilerin yeni sayılarına göz atmak ve memlekete döndüğünü öğrendiği amcasından gelen şu yeni mektubu okumak istiyordu.

Mektubu açtı. Ne durumda olduğunu bilmediği amcası, belki yokluktan belki inattan, mektup yazmada ısrar ediyor ve bir türlü telefon ya da internet vesaitlerini kullanmıyordu.

Kıraathaneye ulaştığında kar şiddetini azaltmış ve yerini daha sert bir ayaza bırakmıştı. Öğle saatlerinde yumuşar gibi olan havadan cesaret alarak çözülen kaldırımlardaki su birikintileri tekrar donarak eski hâline dönmüş ve şapırtılar kaybolmuştu. Kitap raflarının olduğu taraftaki küçük masaya geçti. İçeride her biri bir masaya oturmuş ve kimi okuyan kimi ellerinde kalemle ders çalışan ya da yazan, hülasa ne yaptığı pek de belli olmadığı hâlde bir şeylerle uğraşan üç beş genç daha vardı.

Mektubu açtı. Ne durumda olduğunu bilmediği amcası, belki yokluktan belki inattan, mektup yazmada ısrar ediyor ve bir türlü telefon ya da internet vesaitlerini kullanmıyordu. Dağınık, devrik, kiminin balkonu kiminin çatısı olmayan cümlelerin hasılasında sayfadan sanki bahçesinde geniş nefeslerini daracık tünellerde yitirip naaşların kabri kazılarak üzerine paslı zincirler dökülmüşçesine zahiri yok fakat batın varlığını sürdüren ağır bir hava yayıldı. Mektupta gelişigüzel yazılmış cümlelerden anlayabildiği kadarıyla amcası, rahmetli dedesinin kasabadaki eski evine dönmüştü. Belli ki izini kaybettirdiği yıllarda şehirdeki her şeyini tüketmişti.

Dağınık satırların arasında üç beş cümlede tekrar eden bir kelime dikkatini çekti: "Sanatoryum".
Dağınık satırların arasında üç beş cümlede tekrar eden bir kelime dikkatini çekti: "Sanatoryum".

Peki, ama hani herkesin söylediği İstanbul'un filanca mahallesinde oturduğu dubleks ev, falanca semtindeki bahçeler, feşmekânca caddesindeki dükkâna ne olmuştu da kasabada, hem de bu yaştan sonra ahşap iki göz bir antre eve dönmek zarureti doğmuştu? Dağınık satırların arasında üç beş cümlede tekrar eden bir kelime dikkatini çekti: "Sanatoryum". Cümle değildi. Bütünlük yoktu. Başı sonu ortası bu kadardı. Gelişine yazılmış, hatta birisinin üzerine çay mı sirke mi belli olmayan bir de leke düşmüş, sayfada öylece duruyordu. Üzerinde durmadı lakin aklına takılmadan da edemedi. Bir telefon numarası filan da olmadığından, birkaç hafta sonra gelecek yeni mektupları beklemekten başka çaresi yoktu.

**

  • -Emine, nasılsın refikam? Dün amcam yine mektup göndermiş. Kasabaya, dedemlerin boş evine dönmüşler. Yengem de yanındaymış. Mektubu yine anlamadım. Dağınık. Ancak birkaç yerde kopuk, tek kelime "sanatoryum" yazmış. İyi de şimdi sanatoryum mu kaldı? Neden öyle yazdı?

Belli ki geçen yıllarda bir şeyler olmuş. Ne bileyim, belki de saçmaladı. Her neyse... -Aman Âkif, amcan işte. Belki de sarhoştur. Şurada görsen sen onu tanımazsın o seni. Neden bu kadar ciddiye alıyorsun? Belli ki ruh hâli de normal değil artık. Kolay değil, her şeyi tüketip kasabaya dön, iki göz eski kerpiç eve sığın. Allah selamet versin. Senin adresini de neden vermişler? -Ne yapsın insanlar yahu, amca diye vermişler işte adresi kasabada bilen birileri. Yok, içki içmez sanırım. Yani eğer değişmediyse.

**

-Hafız Bey, birkaç gün evvel amcamdan yine mektup geldi. Her zamanki gibi dağınık, anlamsız, gelişine yazılmış. Ancak birkaç yerde, zaten başıbozuk olan cümlelerden de bağımsız "sanatoryum" yazmış.

Siz hem kasabadan aile dostumuzsunuz hem de bir süre Ankara'da amcamla birlikte kalmışsınız. Bildiğiniz bir şey var mı? Yani amcam acaba hastalık filan mı geçirmişti? -Ankara'da çok kalmadı ki. Üniversite ikinci sınıftayken okulu terk etti. O günlerde Ankara'da gidip geldiği bir pansiyon vardı. Orada tanıştıkları arkadaş grubu ile İstanbul'a geçmişler. Sonrasının şahidi değilim ancak duyduklarımız, İstanbul'da ticarete atılmışlar. Nasıl olduysa parayı da bulmuşlar. Hatta sınırı geçip Sofya'da bile iş kurmuşlar, geliştirmişler. Böyle olunca Rus mafyası bunların peşine düşmüş. Falanmış filanmış işte. Eh, bu kadar hızlı hayatın külfeti de olacak. Amcan, ticareti viran edince kaçak göçek geçmiş bu tarafa tekrar.

Bazen çok zor yazmak. Yazmamak zordan öte. Ey kâğıt... Düş sırrıma

Tır kasalarında bazen paletlerin arasına gizlenmiş bazen çadırlara sarınmış. Brandaların altında uyumuş. Tabii bu arada ciğerleri üşütmüş. İstanbul'a düşünce Sirkeci Garı'nın çıkışında ikindi sonrası serin bir gün, kıyıda bir ağacın altına çökmüş. Öyle öksürüyormuş ki etraftaki güvercinler kaçışıyormuş. Üzerinde yırtık çul palto da olunca, bittâbi insanlar da meczubun biri herhâlde diye oralı olmamışlar. Bu arada, nasıl olduysa Fahreddin Bey rast gelmiş. Yengenin babası. Fahreddin Bey tüccar. Üsküdar'dan karşıya, Eminönü, Kapalıçarşı, Laleli'deki esnaflara günlük aktariye malzemesi ile envaiçeşit kumaş, tülbent ve nakış işleri satıyorlar. Fahreddin Bey eğilmiş, amcana "İyi misiniz?" diye sorunca kesik kesik öksürük arasında "evv...vee...tt..." demiş amcan ama zaten hâli ortadaymış. Fahreddin Bey güngörmüş adam. O zamanlar, hele kasabalarda komşu kasaba ile ortak tek ambulans, benzini hasta yakını atacak da şehirdeki büyük hastaneye gidilecek.

Neyse ki İstanbul, amcanı o zamanki adı sanatoryuma almışlar. Fahreddin Bey bakmış ki amcanın kimsesi yok, her gün ziyaret edip ilgilenerek ona refakat etmiş. Bu ziyaretlerden birisinde kızı Firuze de gelmiş. Kader... Amcanla Firuze yengeni orada buluşturacakmış da bunca yol, yağmur, kar, kurak geçmesi gerekiyormuş. Yazı... Amcanla Firuze yengeni orada birlikte yazacakmış da onca koşturmaca, kaçma, yakalama, hastalık olması gerekiyormuş. -Peki, sonra nasıl olmuş Hafız Bey? Yani nasıl böyle her şeyi tüketerek kasabadaki kerpiç eve dönmek zorunda kalmışlar? -Amcan taburcu olmuş. Yeniden bir tövbe etmiş. Adeta hayata yeniden başlamış. Zaten Ankara'da talebeyken de çok inançlı idi. Hepimizden başka türlü düşünürdü. Çok okurdu. Yeniden eski düzenine dönmüş. Daha sakin, sükût bir hayat niyetine girişmiş. Bazen yitmek ile doğar ya insan...

Üsküdar'da Fahreddin Bey'in iki katlı evlerinin alt katına yerleşmişler. Firuze yengen de zaten tek çocuk olunca sıkıntı yaşanmamış.
Üsküdar'da Fahreddin Bey'in iki katlı evlerinin alt katına yerleşmişler. Firuze yengen de zaten tek çocuk olunca sıkıntı yaşanmamış.

Öylece yiterek yeniden doğmuş. Fahreddin Bey'e damat olduktan sonra ailenin ticaretine de katılmış. Üsküdar'da Fahreddin Bey'in iki katlı evlerinin alt katına yerleşmişler. Firuze yengen de zaten tek çocuk olunca sıkıntı yaşanmamış. Yıllar böyle geçerken, heyhat, Fahreddin Bey aynı sanatoryumda tedavi gördüğü günlerde vefat etmiş. Tüm ticaret amcana kalmış ancak bu kez de işler bozulmuş, amcan da biraz şımarmış herhâlde. Fahreddin Bey'in kişisel hukukları ile yürüttüğü borç alacak münasebetleri aksayınca tabii... Tadı kaçmış. Çöküş hızlanmaya başlamış. Babasının ölümü, iktisadi sıkıntılar... Üst üste gelen üzüntülerden olsa gerek, Firuze yengen de hastalanıp yine o sanatoryuma düşmüş. Ancak o da kurtulmamış. Hülasa amcan kimsesiz ve yine viran olmuş bir hayatla öylece kala kalmış.

  • Fahreddin Bey'in ardında kızından ve damadı amcandan başka kimsesi olmadığından, amcan borçlara karşılık Üsküdar'daki bu aile evini, bahçeleri, dükkânı satmış ve kasabaya dönmüş. Konu komşu yemek filan getiriyormuş şimdi. Bir de kaymakamlıktan yardım geliyor diyorlar. -Ama bir mektupta sanki yengemin de yanında olduğundan bahsetmiş? Yeniden mi evlendi acaba? -Yok.

Dedenlerin kerpiç evinin arkasında dar bir bahçe yeri vardı, sen bilir misin? Oraya Firuze yengen için bir mezar yapmış kendince. Ama içi boş. Naaş yok yani. Yengenin mezarı İstanbul'da zaten. Ama amcan işte... O boş mezarın başına bir de fidan dikmiş. Nişan yaptıkları zaman yengenin taktığı eşarbını da mezar taşına sarmış. En beğendiği kanaviçeleri, örtüleri, nevresim takımlarını, elbisesini ve kahverengi ayakkabılarını da oraya koymuş. Yanına da ahşap masa ile bir tabure atıp anlatmaya devam ediyormuş.

Sofya'yı, Edirne'deki ambarların köşelerinde fareleri nasıl kovaladıklarını, Ankara'yı, önce talebeliği, Bahçelievler'i, pansiyonları; sonra iş adamı olunca oradaki yeni müşterilere hava yapmak için Cinnah Caddesi'nde verdikleri görüşme randevularını, Beyoğlu'nda rakiplerden müşteri kaçırırken bastıran yağmurun akıbetinden saklandıkları apartman girişlerini, Sirkeci Garı'nın kapısında ağacın dibinde girdiği öksürük krizini... Sonra bir güzel ağlıyormuş. Çok ağlıyormuş. Öylece o yalancı mezarın üzerinde sızıp kalıyormuş. Dünya bu ya, ayağının altından akıp geçmiş de yine başa dönmüş gibi ağlıyormuş. Başa dönmüş ya... Gittiği gibi kalmamış. Kerpiç kerpiçmiş de duvar aynı durmamış...