Kim karar veriyor bu işe?

Bir an önce kendini değiştirecek bir topluluk olunacak ve akabinde sistemimiz, devletimiz İslamlaşacaktı.

Bu yazı, hayvanlar âlemine dair bir belgeselde bile rastlayabileceğiniz türden birlikte iş yapma durumunun, insanoğlu tarafına denk düşen kadirşinaslık ve nezaketin onlar nezdindeki yoksunluğuna dair hatırlatma gayretinden ibaret.

1970’li yılların sonuna doğru dünyanın İslamlaştırılmasının yolu bulunmuş ve toplumsal değişmenin en temel yasası keşfedilmişti: “Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.” (Ra’d suresi 11 Ayet Meali) Herkesin acelesi vardı. Bir an önce kendini değiştirecek bir topluluk olunacak ve akabinde sistemimiz, devletimiz İslamlaşacaktı. Zaman geçiyor ama değişimin bir türlü kıvamı tutturulamıyordu. Bir de 1980’de silah marifeti ile yönetim devri başlayınca geriye düşüldüğü bile söylenebilirdi. Bu geniş zaman bolluğunda ayetin tamamını ve bir de tefsirini okuyalım dedik. “O’nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip korumaktadırlar. Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur.”

Kurtubî tefsirinde ilgili kısım şu şekilde anlatılmış;

Yüce Allah bu Âyet-i Kerime’den bir toplum da -ya bizzat kendileri, ya kendileri için gözetlemek durumunda olanlar, nezaret edenler yahut herhangi bir sebep dolayısıyla kendilerinden sayılan bir kimse tarafından- bir değişiklik meydana getirilmedikçe o toplumun durumunu değiştirmeyeceğini haber veriyor. Bu Âyet toplumsal değişmenin Müslümanlaşma cihetini değil bozulup belki de dinden çıkmaya giden sürecini anlatıyordu. Bazı Batı modern düşünce sistemli toplumcu önderler, Âyeti tersten manalandırarak, ‘madem öyle biz de kendimizi olumlu yönde değiştirirsek bu iş hallolur’ diye düşünmüşler. Allah’ın hidayeti, dilemesi, hükmü bir tarafa; ‘asıl bizim gayretimiz ile her şey tamam inşallah’ mantığının geldiği yol buraya kadardı. Ama şimdiki derdimiz bu değil. Zeytin Dalı Operasyonu sebebiyle uzun süredir bekleyip durduğum bir kavmiyetçilik edebiyatı oluştu. Temeli ise “kavmiyetçilik (milliyetçilik) yapan bizden değildir” Hadis- i Şerifi. Amenna ve saddakna. Parantez içi manalandırmalar bana ait değil, iktibas edenler “kavmiyetçilikten ancak milliyetçiliği anlayacaksınız ha!” diyecek kadar kaba olmadıkları için anlaşılması gereken manayı parantez içinde kibarca veriyorlar.

Aslında her şey malum haziran seçiminde MHP’nin AK Parti’nin dışarıda kalmasına sebep olacak bir hükümet kurulmasına destek vermeyeceğini açıklamasıyla başladı. Sonra Kasım Seçimleri ve ardından 15 Temmuz ve o zaferi perçinleyen Yenikapı Ruhu. Sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık modeline ve kendisinin başkanlığına MHP tarafından destek verilmesiyle bu iş zirveye çıktı. O siyasetin evveline veya ahirine mensup veya kendini yakın hissedenlere (kısaca Ülkücülere) karşı AKP’liliği kimseye bırakmayan bazı zevatın burun kıvırmasına, üstten almasına, dudak bükmesine tahammül edemiyorum. (AKP’lilik, AK Partiye oy verdiği bile şüpheli olmasına rağmen has evladı gibi davranıp önüne gelene huzursuzluk vermek için sataşıp duran şirazesizleri anlatmak için kullanılan bir tabirmiş.) Oysa Ülkücüler aleyhinde oluşturulmaya çalışılan bu edebiyatın muharriri, müstear isim kullanan karşı tarafın ta kendisiydi. Anlamadılar. Bu yazı, hayvanlar âlemine dair bir belgeselde bile rastlayabileceğiniz türden birlikte iş yapma durumunun, insanoğlu tarafına denk düşen kadirşinaslık ve nezaketin onlar nezdindeki yoksunluğuna dair hatırlatma gayretinden ibaret.

Bütün karşı çıkışlarının temeline, siyasi, ekonomik çıkarlarını veya ideolojilerini değil de bunu maskelemek için kullandıkları İslami bir terminoloji yerleştirmeleri beni çileden çıkartıyor. Bu terminolojiyi kullanmaları hakikaten Müslümanlıklarından olsa oturup konuşuruz. Ama değil, ben de bu sebeple oturup konuşmuyorum zaten. Evvela şunu söylemek isterim. Kabul edilebilecek, makul görülecek hiçbir anlayış ve istikamete sahip olmadıkları halde İslami cemaatler arasına dâhil edilen gruplar var bu memlekette. Dansöz oynatanlar, cehennem ateşinden koruyan kefen ve abdestle okunmuş hazır dualar satanlar, mevzu hadis kitabından kendi din anlayışlarına delil getirenler, Sünneti İslam’ı yaşamanın delili olarak görmeyenler ve dahası. Bunların hepsi “İslami cemaat!” Onların durumlarına ilişkin etraftan dolanmak manasına ancak üç beş kelam edenler, Ülkücüler söz konusu olduğunda ağız birliği ile kavmiyetçilik yapmak ve “faşo” teranesi tutturup oradan yol alıyorlar. Bu arada kavmiyetçilik dedikleri de sadece Türk olmayı ve bunu ifade etmeyi kapsıyor. Başka kavimlere mensubiyet ve övünmek mübah, Türk söz konusu olduğunda kerih bir şey bu kavmiyetçilik. Bu hareket içerisinde kavmiyetçilik yapan elbet vardır, ama ne sayı ne de keyfiyet bakımından Allah’ın hududuna riayet etmediği ve Resul’ünün sünnetini terk ettiği halde Müslümanın hası olduğunu söyleyenler kadar değil.

Ülkücüler, yaptıkları hatalara tevbe edip nefsini ıslah etmek yerine masiyetlerine yol aldırmak için hâşâ Âyet ve hadislerden delil bulma yarışına girenlerden hiç olmadılar. Ortalama lügat bilgisine sahip olmadığı halde mealinden hüküm çıkartmak için Âyet ve hadisleri hâşâ birbirine kırdıranlardan da hem uzak durdular hem de hiç hazzetmediler. Bizim gençliğimizde “Türk müsün Müslüman mısın” sorusuyla nifak saçıyorlardı şimdi de bu çıktı. O zamanlar bir büyüğümüz “Müslüman olmak bizim vasfımız değil aslımızdır, bu nifaka cevap vermek Türkün imanına yakışmaz” deyip savuşturmuştu. Kavmiyetçilikle ilgili hadisleri biliyorsunuzdur. Ben kavmiyetçiliği izah eden ve bu konuda hadis rivayetlerini iktibas eden arkadaşların bir türlü yazmadıkları iki hadisi istifadenize sunmak isterim.

“Vâsıla b. el-Eska r.anh’nın kızı Fuseyle’den rivayetle kendisi babasını şöyle derken işitmiş:

“Ben, Peygamber’e: Ey Allah’ın Resulü, asabiyet nedir diye sordum da: Zulümde kavmine yardım etmendir, buyurdu.” (Ebu Davud, Edeb, Bab, 121, Hadis no: 5119) “Resulullah’a (s.a.v.) soruldu: “Kişinin soyunu, sülalesini, kavmini, ulusunu sevmesi asabiyet, kavmiyetçilik, ırkçılık sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” (Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160) Meseleyi daha iyi kavramak bakımından Resulullah’ın (s.a.v) vefatına müteakip Sakife denilen mevkide yapılan toplantıyı hatırlamak da yerinde olabilir. “Tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer (r.a) ve Ebu Ubeyde ile beraber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir (r.a) söz alarak, Kur’an’da Ensâr kadar Muhâcirûn’dan da övgüyle söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların Kureyş’ten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı.” (İbn Sa’d Tabakat; İbnü’l-Esîr, el-Kamil) Kavmiyetçiliğin aslında neye denk düştüğünü anlamamız için bir ipucu olabilir bu hadise. Kavmiyetçilik; kişinin hak ve bâtıl ölçüsü olarak İslam’ı değil kendi kavmiyetini esas almasıdır.

Dostlukta ve düşmanlıkta iman ve küfre değil kavmi aidiyete/asabiyetine öncelik vermektir. Ayrıca cahiliye dönemi Arap kavmiyetçiliği, Türk toplumun bildiği ve kendisinden zuhur eden bir nesne de değildir. (Batılılaşma ile birlikte bunu inşa etmenin yolunu aradılar elbet ama o da başka bir yazının meselesi.) Bazı kişiler bu asabiyetin sadece kavmi olmayıp meşrebi veya mezhebi de olabileceğini söylüyor. O kadar ileriye gitmenin yeri de bu yazı değil. Kaldı ki memleketimizde bu mesele üzerinden yürütülen kavganın dini alana taşınması, hırsıza bak deyip cepçilik yapmaya denk düşer. Allah’ın (Azze ve Celle) Kitabına kendisiyle amel etmek için değil de muarızlarına karşı sözlü delil bulmak için müracaat eden kitap yüklü eşeklerin vay haline.

Kardeşlerinize nasihat etmek, gördüğünüz hatalarını lisan-ı münasip ile tashih etmek varken onları cehennemin dibine gönderiyorsunuz ha! Siz kendi nefsinizden ne kadar eminsiniz öyle. Bir berat ilamı aldınız da haberimiz mi yok. Cennetteki yerinizi garantilediniz de insanları cehenneme doldurmak için acele mi ediyorsunuz! Siz insanları Allah’ın dinine çağırıyorsunuz da onlar cehenneme mi davet ediyorlar? “Enternasyonal eyyamcının nifak ağzı” dedi bir arkadaş kullanılan bu dile, benim de pek hoşuma gitti. Ülkücülerin ideolojisinin/siyasi düsturunun her bir satırını eleştirirsiniz, karşı durursunuz, güç kazanmaması için çalışırsınız amenna. Ama el insaf; hangi hayırlı işe kalkıştınız da onlar size mani oldu? Gökte uçtunuz da size taş mı attılar?

Kendi durumunuza bakmadan ve tezkiye edici bir gayret ve niyet taşımadan siz bizden değilsiniz diyorsunuz öyle mi? Peki, dansöz oynatanı, hilebazı, vatan hainini, kurnaz din tüccarını “İslami cemaat” içinde sayıp da Ülkücüler söz konusu olduğunda “onlar bizden değil” deme cüretini gösteren siz kimsiniz? “Mü’min kullarıma de ki; konuşurken en güzel sözleri söylesinler. Çünkü şeytan aralarındaki havayı gerginleştirir. Hiç kuşkusuz, şeytan insanın açık düşmanıdır.” İsra suresi 53. Ayet Meali. Genel olarak ve her alanda söylenecek sözlerin en güzelini seçip söylesinler… Böylece şeytanın aralarındaki sevgi bağını bozmasını engellesinler. Çünkü şeytan kardeşler arasında kullanılan sert sözler aracılığıyla bir sürtüşme çıkarmak, bunun arkasından gelecek bir kötü karşılık verme ile de aralarındaki sevgi, dostluk, uyum havasını, ayrılık, sertlik ve düşmanlığa dönüştürmek ister.

Güzel söz ise, kalplerin yaralarını sarar, katılıklarını yumuşatır ve onları güzel bir sevgi etrafında toplar. Şeytan, insanın ağzından çıkan bir sözü, dilinin sürçmelerini özellikle yakalamaya çalışır. Kişi ile kardeşi arasında bu şekilde kin ve düşmanlık tohumlarını ekmeğe çabalar. Güzel söz ise, bu gedikleri kapatır, yolunu keser. Kardeşliğin dokunulmazlığını, saygınlığını sürtüşmelerden ve körüklemelerden korur.” Aşağıdaki satırlar ise 1977 seçimi öncesi MHP’nin Millete Beyannamesinden alınmıştır. “Alparslan Türkeş ve Parti’sinin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak bağlı olunan ruha ve tabiiliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm imanıdır. Alparslan Türkeş ve Partisi, milliyetçiliği, içi Kevser’le dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, Kevser’de bulur ve o Kevser’in nurunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir. Alparslan Türkeş ve Partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi’nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.

Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tayinde kıstaslarımız şudur ki: fert, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakk’ın düşmanları düşmanımız, Hakk’ın dostları dostumuzdur.” Hangi satırına itirazınız var ve neresi kavmiyetçilik daveti ve faşoluk içeriyor bu metnin? Yazdıklarını boş ver ne yaptıklarına bakmak lazım diyenlere cevabım şu: “Asla, başkasının amelinde güçlü, kendi amelinde zayıf olma! Ey ilim sahibi! Başkasına ait olan şey, seni, kendine ait olan şeyden asla alıkoymasın.” Darimi / Mukaddime. Ama derdiniz din değil ki sizin, siz “doğru yolun sapık kolları” bile değilsiniz. Bir teşekkür, sadece selam verip bir teşekkür etmek ve ondan sonra itiraz kaydı düşmek bu kadar mı zor? Beşeri münasebetin en temel kaidesinden bahsediyorum, nezaket ve edep. Hepsi bu.