Kitlesel yok oluş devam ediyor

Jason Hickel
Jason Hickel

Ekolojik krize neden olan insanlar değildir; aksine, ezici bir üstünlükle az sayıda zengin ülke bu krizi yönlendiriyor ve kişi başına ortalama 28 ton kaynak tüketiyorlar.

SÖYLEŞİ: SERDAR BİLİR

ÇEVİRİ: HÜDANUR AKKUZU

Türk okurlarının daha çok Çoğu Zarar Azı Karar-Dünyayı Küçülme Kurtaracak kitabıyla tanıdığı; küresel eşitsizlik ve politik ekoloji gibi alanlarda yaptığı çalışmalarla geniş bir okur kitlesine ulaşan antropolog Jason Hickel ile konuştuk.

Dünyanın içine girdiği iklim krizine "azı karar çoğu zarar" sloganıyla ekonomik küçülmeyi öneriyorsunuz. Ekonomik büyüme stratejisi geldiğimiz noktanın sorumlusu mu sizce, dünyaya ne gibi zararlar verdi?

Öncelikle bir konuda netleşelim. Kapitalizmde "ekonomik büyüme", geçim kaynaklarının iyileştirilmesi, ön tedarik hazırlığı veya sosyal kullanım değeri ile ilgili değildir. Çok dar bir tanımı vardır: Herhangi bir özel ihtiyacı karşılamak için değil, kâr elde etmek ve biriktirmek için meta üretimini, diğer bir deyişle pazarlarda alınıp satılan şeyleri artırmakla ilgilidir. Ağır basan amaç budur. Bu tür bir üretimin toplumsal kullanım değeri ile ilgisi olabilir veya olmayabilir. Her şey ne ürettiğimize ve ona erişimin nasıl aracılık edildiğine bağlı. Kendi iyiliği için ekonomik büyümeyi sürdürmenin temel sorunu, büyüme ile ekolojik etki arasında çok sıkı bir ilişki olmasıdır. Gayri safi yurtiçi hasılayı (GSYİH) ne kadar büyütürsek, o kadar fazla kaynak ve enerji kullanırız. Artan kaynak kullanımı bir sorun çünkü habitat tahribatına ve biyolojik çeşitliliğin çöküşüne neden oluyor. Aynı şekilde artan enerji kullanımı da bir sorun, çünkü ne kadar çok enerji kullanırsak, küresel ısınmayı 1,5 veya 2 derecenin altında tutmak ve dünyayı karbondan arındırmak da o kadar zor oluyor.

Ancak bu sorun herkesten eşit olarak kaynaklanmıyor. Bazen bu ekolojik kriz dönemini Antropojen olarak adlandırıyoruz. Fakat Antropojen'in dili yanlıştır; bu krize neden olan insanlar değil. Aksine, ezici bir üstünlükle az sayıda zengin ülke bu krizi yönlendiriyor. Zengin ülkeler kişi başına yılda ortalama 28 ton kaynak tüketiyor ki bu, ekolojistlerin sürdürülebilir olarak kabul ettiği seviyenin dört katı. Bunu bir perspektife oturtmak gerekiyor, şöyle söyleyeyim düşük gelirli ülkeler kişi başına sadece yaklaşık 3 ton tüketiyor ki bu da sürdürülebilir seviyeler içinde. Dolayısıyla, küçülme taleplerimiz zengin uluslar için geçerli: Dünyayı güvenli, adil ve hakkaniyetli bir şekilde yeniden dengeye getirmek için fazla kaynak ve enerji kullanımının planlı bir şekilde azaltılması gerekiyor. Amaç, üretimi sermaye birikimi için değil insan ihtiyaçları ve refah için gerçekleştirmektir.

Şimdi, kavranması gereken en önemli şey, yüksek gelirli ülkelerin çoktan aştığı belirli bir noktayı geçtikten sonra, büyüme ile sosyal sonuçlar arasındaki ilişkinin tamamen koptuğudur. Örneğin ABD'yi ele alalım. ABD'nin kişi başına düşen GSYİH'si 65.000 dolar, bu da onu dünyanın en zengin ülkelerinden biri yapıyor. Ancak İspanya'nın kişi başına düşen GSYİH'si bundan yüzde 55 daha az ve buna rağmen İspanya tüm sosyal göstergelerde ABD'yi geride bırakıyor ve beş yıldan fazla bir yaşam beklentisine sahip. Nispeten düşük GSYİH seviyeleri ile çok yüksek insan refahı seviyelerine ulaşmak mümkündür. Güçlü sosyal sonuçların sırrı, adil bir gelir dağılımına ve iyi konut, sağlık, eğitim, ulaşım ve temiz enerji gibi kamu hizmetlerine sahip olmaktır. Önemli olan budur. GSYİH'yi körü körüne büyütmek ve bunun sihirli bir şekilde sosyal hedeflerimize ulaşmamıza yardımcı olacağını ummak yerine -ki görünürde hiçbir zaman yardımcı olamamıştır- bu şeylerin doğrudan peşinden gitmeliyiz. Daha rasyonel bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Sıraladığınız tehlikeler dünyada sadece belli bir alanı kapsamıyor. Tüm gezegen için alarm zilleri çalıyor diliyorsunuz. Sizce kitlesel bir yok oluşla mı karşı karşıyayız?

Evet ve kitlesel yok oluş hâlihazırda devam ediyor. Türler şu anda kapitalizmin yükselişinden önce 1000 kata kadar daha hızlı bir oranda yok oluyor. Bilim adamları, sonuncusu 66 milyon yıl önce meydana gelen gezegenin altıncı kitlesel yok oluşunun başlangıcında olduğumuzu belirtiyorlar. Aradaki fark, bu sefer bir asteroitten kaynaklanmıyor olmasıdır. Buna ekonomik sistemimiz ve ondan yararlanarak onu yaşatan güçlü devletler ve şirketler neden oluyor. Mevcut yörüngemizde, bu yüzyılda, yaklaşık 3 derecelik küresel ısınmaya gidiyoruz. Bu seviyede, türlerin yüzde 30-50'si yok olacak. 1,5 milyar insan yerinden edilecek, sel, kuraklık, orman yangınları ve ölümcül sıcaklardan kaçmak zorunda kalacak. Temel mahsullerin verimi önemli ölçüde azalacak ve ciddi gıda kıtlıklarını ve sıkıntıları tetikleyecektir. Bunları iyi düşünün ve idrak edin. Veriler açıkçası ürkütücü. Bu nedenle iklim bilimcileri, mevcut yörüngemizin bildiğimiz şekliyle insan uygarlığıyla uyumlu olmadığı konusunda uyarıyorlar.

Ama insanlar pek oralı değil gibi. Gerçi bu sorunun çözümü öyle kişisel tercihlerle aşılacak gibi de durmuyor ama. Yoksa insanlar iklim krizi söylemlerine inanmıyorlar mı?

İnsanların inanmadığından değil, insanlar sorunun farkında ve düzelmesini de istiyorlar. Aslında, insanların büyük çoğunluğu hükümetlerin şu anda planladığından çok daha agresif davranmasını da istiyorlar. Sorun genel insan popülasyonu değil. Sorun, büyük ölçüde şirket çıkarları tarafından yozlaşmış hükümetlerimizdir. Büyümeyi ve sermayeyi tehdit edebileceğinden endişe ettikleri için gerekli adımları atmayı reddediyorlar. Ve sonuç olarak tüm gezegen- ve ortak geleceğimiz- onların cehalet ve korkaklığının rehinidir.

Teknoloji bugüne kadar büyümenin katalizörü oldu. Çalışmanızı teknolojiye karşı oldukça iyimser bulduğumu söyleyebilirim. Teknoloji bu kadar masum mu? ‘Suçlu olan teknoloji değil insan' savunmasına da katılmıyorum.

Teknolojiyi doğru perspektife yerleştirmeliyiz. Teknoloji kendi başına ekonomik büyümeyi sağlamış olamaz. Olan şu ki, büyümeci sistemimiz, üretkenlik ve genişleme ihtiyacını karşılamak için teknolojiden yararlanıyor. Bu doğrultuda teknolojik gelişmelere de öncelik vermekte ve büyümeye karşı işleyebilecek teknolojik gelişmeleri engellemektedir. Teknoloji büyümeye destek verir evet. Ama büyümenin gerçek nedeni olamaz. Örneğin gazoz ürettiğimi söyleyelim. Yüzde 50 daha az metal içeren teneke kutular yapmanın bir yolunu bulduğumu hayal edin –bu büyük bir verimlilik artışı demek. Kapitalist olmayan veya durağan bir ekonomide, birikimleri alıp iş arkadaşlarımla paylaşırdım; biraz daha az çalışırdık ve gezegen üzerinde daha az baskı olurdu. Bu güzel.

Ancak kapitalist bir ekonomide olan bu değildir. Şirket, tasarruflarını üretimini artırmak için kullanıyor, eskisinden daha fazla kutu üretiyor ve belki de insanları daha fazla satın almaya ikna etmek için bir reklam kampanyası yaratıyor. Kaynak kullanımı tekrar artıyor ve daha fazla emek gerekiyor. Bu nedenle, son birkaç on yılda verimlilikteki olağanüstü gelişmelere rağmen kaynak kullanımında sıfır azalma olmuştur. Bir paradoks gibi görünüyor, ancak paradoks kolayca açıklanabilir: Büyüme odaklı bir ekonomide olan budur. Aslında bu, büyüme odaklı bir ekonominin hedefidir. Yani sorun verimlilik değil. Sorun kapitalizmdir. Post-kapitalist bir ekonomide, verimlilik kazanımları farklı şekilde işleyecek ve beklediğimiz gibi kaynak kullanımında ve emekte bir azalmaya yol açacaktır.

Temel sorunumuz kapitalizm mi büyüme mi? Siz büyümeyi durduralım da sistem yine kapitalizm olursa olsun mu diyorsunuz? Bu mümkün olabilir mi?

Kapitalizm, büyümenin yokluğunda işleyemez. Sistem, sürekli genişleme ve sürekli birikim üzerine kuruludur. Kapitalizm büyümeyi başaramazsa, krize girer- her on yılda bir gerçekleştiğini görüyoruz- ve hükümetler büyümeyi yeniden başlatana kadar bir kefaret ödenerek durum kurtarılmalıdır; bu da genellikle halka dayatılan bir tür acımasız kemer sıkma gerektirir. Yani hayır, büyümesiz bir kapitalizmi önerdiğimi söyleyemem. Kapitalizm, açıkça 21. yüzyıla uymayan, eski bir 16. yüzyıl ekonomik sistemidir. Tamamen kapitalizmin ötesine, post-kapitalist bir ekonomiye geçmemizi öneriyorum.

Bu, bazı insanlar için zorlayıcı olabilir, çünkü bize kapitalizmin sadece pazarlar ve ticaretle ilgili olduğuna ve dolayısıyla doğal ve masum olduğuna inanmamız öğretildi. Ama bu hikâye doğru değil. Piyasalar ve ticaret, kapitalizmden binlerce yıl önce de vardı. Kapitalizmi diğer tüm ekonomik sistemlerden ayıran şey, sürekli genişleme ve birikim etrafında örgütlenmesi ve buna bağımlı olmasıdır. Bu süreçte muazzam miktarlarda doğayı ve emeği tüketerek, her yıl daha fazla çıkarır, üretir ve tüketir. Ve yine: Bu, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değildir; sürekli artan miktarda kâr yaratmak ve biriktirmek içindir.

Dünyayı güvenli, adil ve hakkaniyetli bir şekilde yeniden dengeye getirmek için fazla kaynak ve enerji kullanımının planlı bir şekilde azaltılması gerekiyor.
Dünyayı güvenli, adil ve hakkaniyetli bir şekilde yeniden dengeye getirmek için fazla kaynak ve enerji kullanımının planlı bir şekilde azaltılması gerekiyor.

Kapitalizm büyüme motorlarını nasıl koruyor? Anahtar nokta, insanlara suni kıtlık empoze etmesi gerektiğidir. Onları hayatta kalma araçlarından koparır, böylece yaşamak için kapitalist emek piyasasına katılmaktan başka seçenekleri kalmaz. Bu, Batı Avrupa'daki çitleme (toprak çevirme) süreci sırasında ve kapitalistlerin nüfusun büyük bir bölümünü mülksüzleştirerek onları madenlere, fabrikalara ve tarlalara zorlaması, Güney yarım küredeki ülke ve toprakların sömürgeleştirilmesi sırasında en açık şekilde görüldü. Ancak bugün toplu konut, sağlık ve eğitime yönelik saldırılarla devam ediyor. Bu temel malları metalaştırarak ve fiyatları yükselterek, insanları, sadece hayatta kalmak için normalde ihtiyaç duyacaklarından daha agresif bir şekilde çalışmak, kazanmak ve işgücü piyasasında rekabet etmek için inanılmaz bir baskı altına sokuyorlar. Ve elbette, tüm bu üretkenliğin getirileri sermaye tarafından biriktiriliyor. Gerçekten insan ihtiyaçlarını karşılamak için asla kullanılmaz çünkü bu, kapitalist büyümenin motorlarını tehdit eder. Başka bir deyişle, kapitalizm yapay kıtlığa dayanır.

Peki post-kapitalist bir ekonomi neye benziyor? Temel ilke, sermayenin ve elit birikiminin çıkarları etrafında değil, insan refahı ve ekolojik yenilenme etrafında örgütlenmesi gerektiğidir. Bu o kadar da zor değil, gerçekten. Çitten arındırma, metadan arındırma ve birikimden arındırma stratejilerine ihtiyacı vardır. Çoğu Zarar Azı Karar'da, buradan oraya nasıl gidileceğine dair somut, gerçekçi yollar ortaya koyuyorum. Ütopik ama imkânsız değil. Bu amaca yönelik siyasi hareketler inşa edebiliriz.

Enerji kullanımını en aza indirmek önerilerinizin başında geliyor. Bunu geriye gidiş olarak görmüyorlar mı insanlar? Doğaya dönüşü mü öneriyorsunuz?

Bu gerçekten garip bir şey. Üretim ve tüketimde herhangi bir azalma önerirseniz, insanlar hemen bunun "mağaralara dönüş" olduğunu söyleyecektir. Bu tuhaf. Bakın, sadece herhangi bir indirim çağrısı yapmıyoruz. Özellikle toplumsal olarak gereksiz üretimin azaltılması için çağrıda bulunuyoruz, yani insan ihtiyaçları yerine şirket gücü ve elit birikimi etrafında örgütlenen üretim biçimlerini kastediyoruz. Etrafınıza bakın. Ekonomimizin insan ihtiyaçlarıyla tamamen alâkasız devasa bölümleri var. SUV'lar, malikâneler, golf sahaları, özel jetler, endüstriyel sığır eti, reklam, hızlı moda, planlı olarak modanın geçmesi, askeri donanım ve benzeri şeyleri üretmeye ayrılan tüm emeği, kaynakları ve enerjiyi düşünün. Bu, emeğimizin büyük bir israfı, hayatımızın büyük bir israfı ve gezegenimizin ölümcül bir israfıdır. Bu tür üretimi hızla küçültmeliyiz.

Yakın zamanda yapılan bir araştırma, üretimimizi elit tüketim ve kurumsal genişlemeye harcamak yerine, sadece insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu şeylere odaklayarak, şu anda kullandığımızdan yüzde 60 daha az enerjiyle 10 milyar insan için yüksek standartta insan ihtiyaçlarını karşılayabileceğimizi buldu. Bu güçlü bir bulgudur. Ne kadar az enerji kullanırsak, küresel ısınmanın 1,5 dereceyi aşmasını önlemek için zamanında yüzde yüz yenilenebilir kaynaklara o kadar hızlı geçiş yapabiliriz."Mağaralara dönüş" yok. Daha akılcı, daha insancıl, daha aydınlanmış, sermaye birikiminin çılgın tren kazasından kurtulmuş bir ekonomi için çağrıda bulunuyorum.

Olsun belki de sorunun çözümü mağaralardadır. En azından küresel yok oluştan daha makul geliyor bana, son olarak en çok merak ettiğim soruyu sormak istiyorum. Kitabınızdaki önerileri titizlikle incelediğimi düşünüyorum. Birçoğu harika öneriler. Ancak şunu merak ediyorum: Sizin önerilerinizi hayata geçirecek olan nedir? Yasalar mı? Ulus devletler mi ? Ulusal antlaşmaları zorlayıcı şartları mı? Ayrıca siz radikal bir şeyi öneriyorsunuz. Sizce bu radikal değişim yasayla olacak mı? Fikrimi söyleyeyim sokak hareketi ya da ciddi bir savaş verilmeden bu öneriler hayata geçmez. Emin değilim, buradan öyle görünüyor. Ama sizin fikrinizi merak ediyorum.

Kitabın amacı, insanları küçülmenin gerekliliğine ikna etmektir. Sanırım bu iş artık büyük ölçüde tamamlandı. Fikir için güçlü bilimsel destek var ve giderek popüler bir düzeyde kabul ediliyor. Bir sonraki adım, bunu gerçekleştirmek için siyasi stratejiler geliştirmektir. Zengin ülkelerin hükümetlerinin gönüllü olarak büyümecilikten vazgeçeceklerine dair bir yanılsama içinde değilim. Bence de bundan vazgeçmeyecekler. Bazı ilerici hükümetler olabilir -Yeni Zelanda ve İskoçya gibi yerlerden bu yönde bazı erken adımlar gördük- ve başkaları için daha düşünülebilir hâle getirebilirler. Ama bir mücadele elbette olacak. Ve bunun için çevreci hareket yeterli değil. Çevreci hareketlerin siyasi gücü çok daha fazla olan işçi hareketleriyle ittifaklar kurmaları çok önemli. Böyle bir ittifak inşa etmek, küçülme hareketinin toplumsal taleplerini ön plana çıkarmamızı gerektirir. Evrensel kamu hizmetleri, daha kısa bir çalışma haftası, geçimlik ücretler, bir iklim iş garantisi, gelir ve servetin radikal bir şekilde yeniden dağılımı için çağrıda bulunuyoruz.

Buradaki amaç, herkes için ekonomik güvenliği ve insana yakışır yaşamı garanti etmek ve bu nedenle geçim kaynakları ve tedarik sorununu masadan kaldırmaktır. Sendikalar da buna katılabilir. Bu da bizi, işçi sınıfı toplulukları üzerinde herhangi bir olumsuz etki hakkında endişelenmeden ekonominin hangi sektörlerini küçültmemiz gerektiği konusunda konuşma özgürlüğü veriyor. Şimdi, böyle bir hareket kendi kendini inşa etmeyecektir. Duvardan duvara dayanışmalar yaratmak, kapıdan kapıya örgütlenmeyi gerektirecektir; böylece mümkün olan her yerde iktidarı ele geçirebilme ya da görevdekileri rotasını değiştirmeye zorlama yeteneğimiz olacak.

Son soru demiştik ama biz bu görüşmeleri yaparken geçen hafta bir Netflix yapımı yine tüm dünya gündemine girdi bir anda. Tam da konuştuğumuz şeyleri konu edinen bir film: Don't Look Up. Filmi seyretme fırsatınız oldu mu? Ne düşünüyorsunuz film hakkında.

Don't Look Up, iklim iletişiminin kırılmasının ne kadar zor olduğunu gösteren harika bir iş çıkardı. Ama bu bir benzetme ve elbette hikâyenin tamamını yakalayamıyor. Birincisi, liderlerimizin bu tehdidi görmeyişi cehaletten değil. Gerekli adımların atılması hâlinde, ekonominin mevcut yapısından devasa faydalar sağlayan fosil yakıt şirketleri ve kapitalist odaklarla doğrudan yüzleşmeleri gerektiğini bildikleri için harekete geçmiyorlar. Siyasi sistemlerimiz seçkinlerin çıkarları tarafından ele geçiriliyor. Yani ihtiyacımız olan şey sadece daha iyi bilim iletişimi değil - iktidarı ele geçirebilecek veya görevdekileri rotasını değiştirmeye zorlayabilecek bir siyasi harekete ihtiyacımız var. Bu da yalnızca ekolojiye değil aynı zamanda adalete de odaklanan bir söylem ve bir dizi politika gerektiriyor.