Tolstoy’un eserlerinde kıvam meselesi bugün hangi sanatçılar için geçerli

Arşiv
Arşiv

Şimdi Anna Karenina. Muhteşem başlangıç cümleleri. Tekniği Puşkin’den aldığını gizlemiyor. Öykücülerin ve romancıların şairleri okumaları müthiş imkânlar sağlıyor onlara. Okumayanlar mı? Onları biliyoruz. Onları bilmiyoruz.

“Sesi tam kıvamına ermemişti ama güzel şarkı söylüyordu.” Cümle Tolstoy’un Diriliş’inden. 17 yaşında olup 15’inde gösteren bir delikanlı roman kahramanı için söylüyor bu cümleyi. İdam mahkûmu olan bu genç asılıyor sonra. Kıvam meselesi trajik bir şekilde son buluyor. Olayın aslı ise dram. Tolstoy firavunluk yapıp romanın işleyişine müdahalede bulunmuyor. Kahramanları kahramanlıklarından sıyrılmıyorlar. Kendi hayatından izler taşıyan Nehlüdof dışında hiçbiri Tolstoylaşmıyorlar. Burası mühim. Mustafa Özel’in belirttiği gibi firavunlar roman yazamazlar.

Kıvam evet. Ya da dem. Kimi sanatçıların ilk eserleri dal ağacı gösterir misali sesi ile sözü tam kıvama ermemiş olsalar bile güzel şarkı söylemek ne kelime mısralarını ya da paragraflarını önce dalga dalga sonra deniz deniz açıp ya da aşıp okyanuslara ulaşacaklarını işaretleyebilir. Aslında yazıp söyledikleri bir damla sudan ibaret olsa da genişlik ve derinliklerine sağlam kulaçlar gerekebilir. Ya da içmeye ağız boğaz ve ciğer. Ağır gelebilir çünkü. Bünyen yeterli olmayabilir. İlk gençlik dönemlerindeki kıvama kısa bir sürede de erebilir. On sene bekleyenler vardır. Mustafa Kutlu ilk iki öykü kitabından sonra (Gönül İşi ve Ortadaki Adam) on yıl bekleyerek buna ulaştığını söylüyor.

Bir de ömrü boyunca kıvama eremeyenler var. Bir türlü dem tutmayanlar. Bir kısmı sesinin güzel olduğunu da zannediyor. Kaderleri hep bir vasatta kalmak. Dibe vurmadıkları gibi şair olup yüceye de uçamıyorlar. Öykücü olup yavaş yavaş ilmek ilmek öremiyorlar kozalarını ipeklerini çıkaramıyorlar. Ömürleri tırtıl. Böyleleri sayılmazlar parmak ile ama kırılırlar hayat ile.

Sesin kalınlaşması, tizleşmesi, incelmesi yani kıvamının kazanıldıktan sonra yitirilmesi yani deminin acıması ile de çok karşılaşılabilir. Sesini sözünü yenileyemeyenlerde, sözünün bittiğinin ayırdında olmayanlarda, ikindiye erip akşamın çok hızla geldiğini sanıp kendini tekrar edip edip kendinin parodisi ya da karikatürü olanlarda sıklıkla görülür.

Yeşildir demiştim Tolstoy için. Eksik söylemişim. Bir de kurşunisi var. Çocukken ilk okuduğumda fark ettiğim kurşuniliği idi. Asla vazgeçmiyor. Soyluluğa, kadınlara ve kumara düşkünlüğü kurşuni bir sertlik içinde yaptıklarını asıl bedelini ödemesini engelliyor ya da ustaca kaçmasını sağlıyor. Her bir sözcüğü tartmadaki hassasiyeti ise varsa şapkanızı çıkarmanızı hak ediyor. Benim yok.

Neşe ile kederin karşıtlık ve birlikteliği gibi eşkıyalık ile evliyalık da aynı kişide bulunabilir. Bu durumun bir sanatçıda bulunabilmesi çok daha mümkündür. Abartı ve haddini aşmanın tam tersi yöne evrilmeye dönmesi ilk aklıma gelen neden. Bir de sanatın doxa ile değil paradoksal olana yatkın olması aklımızda bulunsun. Hep üstten bakan ve insanları ezmekten haz duyan biri hayatı boyunca bunu sürdürebilir. Kendi kendisinin karikatürü olduğunun farkına varamadan bu eylemi gerçekleştirebilir üstelik. Sanat bilgiden daha çok duyguların alanıdır dense yanlış olmaz. Şiirde ve müzikte özellikle böyledir. Abartının insanın duygularındaki deprenişi kişiyi bir eşkıyaya doğru evrilişini hızlandırabilir. Hele buna güçlü bir narsisizm eşlik ediyorsa. Kibrinizi vakar, ciddiyet ya da gurur perdelemesi ile örtebilir bir ömür böyle yaşayabilirsiniz. Bu halin tam tersi de -ters ide- mümkündür. Abartınız arınmanıza yol açan bir katarsis özelliği gösterebilir. Bir derviş duyuşu. Kılığı ve kisvesi ile ömrünüzü sürdürürsünüz. Diğer bir seçenek ise kendinizi imha etmek ile sonuçlanan kendinizin karikatürü ya da nesnesi olmanızdır. Çoğunlukla görülen ve görmezden gelinen hal budur.

Neşe ile mutluluk birbiriyle karıştırılır genellikle. Genellikle bir derdi olan, bir kederi olan insanlar birbirlerini bulurlar. Birbirlerini gözlerinden ve bakışlarından tanırlar. Mehmet Akif ile Neyzen Tevfik’in birbirlerini bulmaları uzun sürmüş kederli hayatların birbirlerini bulmalarındaki neşeye güzel örnektir. Neşede de kederde de samimiyet ve abartının içselleştirilmesi vardır.

Bu noktada Aliya Izzetbegoviç’in sanat bilime değil dine daha yakındır yargısını hatırlayabiliriz. İnanmış adamların ve kadınların evren tasavvurlarındaki abartılı sağlamlık ve peklik eserlerindeki gözü pekliği de beraberinde getirmiştir denilebilir. Dünya bu sanatçıların eşkıyalık dervişlik ya da kendini imha görünümleri ya da hikâyeleri ile doludur. Bir de haşereler...Toprakta yaşayan bitki ve ürünlere musallat olanlara çeşitli ilaçların imhaları noktasında çare olduğu söyleniyor. İnsan kılık ve kisvesindekilere ise hiçbir ilaç fayda vermez sanırım.

Kimi sanatçıların hayatlarındaki gevezelik abartının bir örneğidir. Benzer bir durum suskunluk için de geçerlidir. Hangisinin daha zor ve seçilmeye değer olduğu eğer geveze iseniz konuşulabilir, suskunsanız gülümsenebilir bir durumdur. Bu sözlerin tersi de kimileri için doğru olabilir. Akışının uzunluğundan yorulunca yatağını değiştiren ırmak usul usul akarken, gümrah bir çağlayana sonrasında da bir okyanusa okyanus olmaya merhaba diyebilir. Uzun sürmüş bir kederin neşesi de uzundur.

Bu noktada genelde sanatçının, özelde şairin, öykücünün, ressamın ve müzisyenin kaderinde durması ve yürümesi beklenebilir. Bu serüveni Sezai Karakoç’un Taha’nın Kitabı’ndaki örneğin- örnek insanın- işleyiş ve işlekliği ile hatırlayarak sürdürmesi kendisine yeni imkânlar sağlayabilir.

Tolstoy ‘un daha sonra Diriliş ismiyle Türkçeye çevrilen eseri Türkiye’de ilk olarak Basübadelmevt ismiyle yayınlanmış. Tam isabet denilebilir. Ne derseniz neşenizi kaybetmeyin derim. Bu dört kısa yazıda Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı ile beraber yürüdük. Bu yaz külliyatını bitirebilirim.

“Nataşa neşeliydi” der Tolstoy. Çünkü çok uzun bir süreden beri kederliydi. Neşenin kederi örten ya da gizleyemeyen bir yanı var. Sahici bir acınız varsa neşeniz, ironiniz ve kederiniz de sahici oluyor. Acının bir başka acıyı iyileştirmesi de mümkün. Yaşadığınız bir acının daha katmerlisi bir yakınınıza isabet ettiğinde gösterdiğiniz şefkat, verdiğiniz teselli -avuntu değil- iyileştirici bir özellik gösterir.

  • İçimde ağır bir gül ve onmak
  • İçimde ağır bir gül olduğunu kokusundan biliyorum.
  • Bir okudum. Bir daha okudum. On üç yaşındaydım. Sene 1975 olmalı. Ortaokul birinci sınıf öğrencisiydim ve Diriliş dergisine aboneydim. Dergide şiire ayrılan kısımlarda önce Sezai Beyin şiiri ya da şiirleri sonrasında ise neredeyse bir blok halinde diğer şairlerin şiirleri yer alırdı. Ahmet Yücel bu kısmın genellikle ilk ismiydi. Müthiş şiirler yazıyor, yazdığı şiirlerin üstünde dizeler ya da mısralar dökülüyordu dilinden. İçimden adamımı buldum dedim. Gençti. Ummadığı bir yenilik gönendiriyor, güçlendiriyordu kendisini. Etin ve ‘od’un mahşerinin kadın olduğunu söylüyordu bir başka şiirinde. Ne aşkı ne neşesiyle dünya onmakta bizi gelin gömün bari diyordu. Yıllar sonra Yönelişler yayımlanmaya başlayınca seksenli yılların başlarında dergi toplantılarının yapıldığı Yeryüzü Yayınları’nın bürosunda tanıştım. Şiirlerindeki adamdı. Dünya onmasa bile kendisinde onmuştu sanki. Gençken belirli bir yaşa sıçramış bir insandı.
  • Hasan Yurtoğlu, kısa bir süre önce yaptığımız bir sohbetimizde filozof meşrep insanların çok genç yaşlarda birden ihtiyarladıklarını sonra sürekli o yaşta kalıp diğer insanlarını beklediklerini söyledi. Onayladım kendisini. Hasan hocaya 1984 yılında İstanbul’da Sultanahmet Camii’nin hemen ardında Dede ile Torun sokaklarına -isimlerin uyumuna bakın -yakın bir yerde Ömer Serdar ve Mustafa Armağanların oturduğu evin ev sahibi olan -gözleri görmeyen- bir adamla konuşmamızı aktardım. Bir gün Ömerlere misafirliğe gitmiştim. Ev sahipleri geldi bir müddet sonra. Bir iki konuşmadan sonra gövdesiyle bana dönerek beyefendi yaşınız kırk mı sizin sorusunu sordu. Yok hayır teşekkür ederim dedim.
  • Sesimin rengi kokusu ve tonu o yıllarda beni görmeyip sadece duyanlar ve okuyanlarda bu izlenimi bırakıyordu. Bu izlenim benim Ahmet Yücel şiirinden edindiğim izlenimin aynısı ya da benzeri idi. Şairler, öykücüler ve kalender meşrep sanatçılar böyleydi. Birden gençliklerinde kırk yaşlarına geliyor sonra hep genç kalıyorlardı. Sözlerimize Ahmet Yücel dizeleriyle son çekelim. Sahi hangimiz için ? Onluk sistem üzerinde birkaç kelamım olacak. Bir sonraki yazıda. Beyaz üstüne yazınca karayazı bitmiyor. Rabbim rahmetinde dinlendirsin nakd-i halis gibi giden Ahmet Yüceli.
  • - Görüşürüz
  • - Güle güle
  • Bu gözyaşları kimin
  • Hangimiz için

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.