Kıyamet için daha vakit var: hayat, kitaplar ve 'tesadüfler'e dair

Prof. Dr. İsmail E. Erünsal
Prof. Dr. İsmail E. Erünsal

Bir sırrı var mı diyorum bu işin? Öyle heyecansız,tatsız tutsuz bir devrinden geçiyoruz ki dünyanın, kimse “bir işe gönül vermekle”, “emekle” ilgilenmiyor.

“Selvi Boylum Al Yazmalım’da Asya’nın, hercâi sevgilisi İlyas ile aşka emek vermenin değerini bilen Cemşit arasında seçim yapması gerekir, ama tarihçinin tasası her ikisi ile birden yaşamayı öğrenmek olmalı.”

Cemal Kafadar

Alberto Manguel’in, Okumanın Tarihi kitabını yeni okumuştum ve etkisi altındaydım. ‘Osmanlılarda kütüphaneler nasıldı, kimler, neler okurdu’ gibi soruların peşine düşüp kaynak aramaya başladığımda Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ın eserleri çıktı karşıma. Hemen harekete geçtim. O esnada baskısı tükenmiş bulunan Türk Kütüphaneleri Tarihi kitabını bir “sahhaf-ı bî-insaf”tan gözümü karartarak aldım. Yine o zamanlar dağınık halde bulunan makalelerini de yayınlandıkları dergilerden fotokopi çektirerek bir araya getirdim ve okumaya başladım ki değmeyin keyfime! Ben böyle hayran hayran okumalarıma devam ederken bir gün İsmail Erünsal’ı, sonrasında pek çok defa karşılaşmak üzere, ilk kez Üsküdar’daki İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) Kütüphanesi’nde gördüm ciddi bir yüz ifadesiyle -kesinlikle asık değil- kütüphanenin birinci katındaki odasına ağır adımlarla giderken… Doğrusu tanışmaya cesaret edemedim. Hoca ile tanışmam bir söyleşi vesilesiyle oldu. Daha doğrusu ben söyleşiyi, tanışma için bir vesile bildim ve 2013’te Hoca’nın uzun zamandır beklenen Osmanlılarda Sahaflar ve Sahaflık kitabı çıktığında kapısını çaldım. O gün daha ziyade kitap etrafında konuşmuştuk.

Ama bu ilk görüşmeden sonra aklımda pek çok soru da oluşmuştu: Bütün bir ömrünü kitapların, kütüphanelerin tarihine vakfetmeye nasıl karar vermişti? Onun kuşağı genellikle “büyük olayların ve adamların” tarihiyle ilgili olmasına rağmen bu alanda çalışmaya kim yöneltmişti? Kitapla ilk teması nasıl olmuştu? Şahsi kütüphanesi çok mu zengindi? Sorular, sorular sorular… Erünsal, sahaflarla ilgili kitabından sonra neredeyse her yıla bir kitap düşecek şekilde eserler yayınladı [Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri: (Timaş, 2014), Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik (Timaş, 2015), Edebiyat Tarihi Yazıları: Arşiv Kayıtları, Yazma Eserler ve Kayıp Metinler (Dergâh, 2016)]. Ben de her yeni kitapta, hiç sektirmeden ziyaret ettim. Hem yeni çıkan kitabına dair konuşmak hem de kendi nüshamı imzalatmak için. Bu ziyaretler esnasında çoğu zaman merak ettiklerimi sorma fırsatını da buldum tabii. Evvela niyetim hocayı yarım asır öncesine, yani çocukluğuna, kitaplarla ilk karşılaşmasına götürmekti.

TOM MİKS İLE ÇAMLICA GAZOZU

İlkokul çağında her Pazar günü babasıyla ikindi namazı Beyazıt Camii’ne gider, Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hoca’nın vaazını dinlerlermiş. Cami çıkışında bir çikolata ödülü varmış, bir de Sahaflar Çarşısı’ndan birkaç kitap alma hakkı. Yıllar sonra tarihini yazacağı sahaflarla böylece tanışan Erünsal, çocukluk yıllarındaki en büyük keyfini şöyle anlatıyor: “Evimizin yanındaki gazete bayisinden kiraladığım Tom Miks, Teksas, Oklahoma gibi çizgi romanları Çamlıca gazozu eşliğinde çatı katında okumak.” Bu yıllarda ders kitaplarındaki bilgileri kâğıtlara yazarak bir Türk Şairleri Ansiklopedisi çıkarmayı da aklına koymuş. Ansiklopedicilik, TDV İslam Ansiklopedisi’nin başından sonuna kadar telif ve redaksiyon heyetinde bulunan Hoca’nın çocukluktan kanına girmiş sanırım. Çizgi romanları önce Kemalettin Tuğcu, Ömer Seyfettin, Arsen Lüpen, Sherlock Holmes; 15-16 yaşlarından itibaren de Maarif Vekâleti’nin yayınladığı beyaz kapaklı klasikler takip etmiş. Bir ömür boyu hemhâl olacağı el yazmalarıyla tanışmasını İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Arap-Fars Filolojisi ve Türkoloji bölümlerinde okurken tanıdığı iki isme borçlu: Dört sene derslerini takip ettiği, Türkiye’de Şarkiyat araştırmalarını başlatan Prof. Hellmut Ritter ile “hem ilim, hem insanlık, hem de hocalık öğrendim” dediği Prof. Nihat Çetin’e. 1969’da üniversiteyi, hocası Prof. Ali Nihat Tarlan’ı bile şaşırtan 400 sayfalık bir mezuniyet teziyle başarıyla tamamlayan Erünsal akademik hayata üniversitede asistan olarak devam etmek niyetindedir. Ancak hocaların arasındaki problemlerden dolayı asistanlık işi yaklaşık üç sene askıda kalır.

Asistan kadrosunu beklerken bir ara Meydan Larousse’ta da çalışan Erünsal’a bu tecrübesi İslam Ansiklopedisi günlerinde çok yardımcı olacaktır.
Asistan kadrosunu beklerken bir ara Meydan Larousse’ta da çalışan Erünsal’a bu tecrübesi İslam Ansiklopedisi günlerinde çok yardımcı olacaktır.

OĞUZ ATAY İLE AYNI ODADA

Bu arada sık sık buluşup Sevda Tepesi’nde Nef’î Divanı’ndan gazeller okudukları Mahir İz’in davetiyle bir kolejde öğretmenliğe başlar. Başta Ertuğrul Düzdağ olmak üzere buradaki 10 arkadaşıyla bir araya gelip çay içip sohbet edebilecekleri bir yer olsun maksadıyla Beyazıt’ta, Beyazsaray’ın zemin katında “Enderun” adıyla bir kitapçı açarlar. Burası kısa zamanda kültür hayatımızda “mahfil” özelliğine sahip belli başlı yerlerden biri olur. Erol Güngör, Mehmet Genç, Ali İhsan Yurt, Osman Turan, Heath Lowry, Orhan Şaik Gökyay, Turgut Kut, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler Enderun’daki tadına doyum olmayan uzun sohbetlere revnak veren isimlerden sadece bazılarıdır. Asistan kadrosunu beklerken bir ara Meydan Larousse’ta da çalışan Erünsal’a bu tecrübesi İslam Ansiklopedisi günlerinde çok yardımcı olacaktır.

Kader insanı gelecekteki büyük işlere böyle böyle hazırlıyor demek ki (Burada Oğuz Atay ile aynı odayı paylaşır. O sırada İTÜ’de doçent olan ve ansiklopedide redaksiyon yapan Tutunamayanlar romancısıyla merhabalaşma dışında pek fazla diyalogları yokmuş. Zaten Atay da pek kimseyle konuşmazmış). İsmail Bey, asistanlıktan ümidini kesince de Osmanlı edebiyatı üzerine doktora yapmak üzere İngiltere’ye gider. Döndüğünde Türkoloji’de kendisi için istenen kadroyu beklerken, bir gün Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, “Türkolojiye girip de sevgilinin kıl kadar beli, nokta kadar ağzıyla uğraşıp ne yapacaksın, gel Kütüphanecilik Bölümü’ne gir. Arapça Farsça ve Osmanlıca biliyorsun.

Edebiyat tarihi çalışan çok insan var. Sen gel, kütüphane, kitap tarihini yaz” der. Bu teklif bu gün için bize sıradan bir “iş teklifi” gibi gözükse de Erünsal’ın hayatının dönüm noktalarından biri olur. 1977’de İstanbul Üniversitesi Kütüphanecilik Bölümü’ne girerek Osmanlı kütüphaneleri, sahafları, kitap kültürü gibi konular üzerine çalışmaya başlar. Başlar ama bu alanın hem işçisi, hem kalfası hem ustası hem de mimarı olmak zorundadır. Zira ne konuyla alakalı belgeler tasnif edilip yayınlanmıştır ne de önünde daha önce yapılmış vasıflı bir örnek vardır. Olsun, onun aklında daima İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularından Asım Taşer’in kendisine verdiği şu nasihat vardır: “Müslümanın birinci vazifesi çalıştığı sahada bir numara olmaktır.”

Aklında daima İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularından Asım Taşer’in kendisine verdiği şu nasihat vardır: “Müslümanın birinci vazifesi çalıştığı sahada bir numara olmaktır.”
Aklında daima İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularından Asım Taşer’in kendisine verdiği şu nasihat vardır: “Müslümanın birinci vazifesi çalıştığı sahada bir numara olmaktır.”

BÖYLE BULUNUR DEĞİL, BÖYLE BULDURULUR!

Başlangıç o başlangıçtır. Bugün 40 yılı aşan bir mesaiye tekabül eden araştırmalarında benim en çok merak ettiğim Hoca’nın keşif anlarıydı. İşte onlardan birkaçı: 1980’li yıllarda bir öğrenci, tez konusu olarak verdiği el yazmasından birkaç örnek sayfayla yanına gelir. Hoca, tesadüfen sayfaların arkasını çevirdiğinde büyük bir şaşkınlığa uğrar. Çünkü kütüphanede müsvedde niyetine kullanılan bu kâğıtlarda 16. yüzyılda Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki kitaplar için hazırlanan kataloğun bir kopyası çıkarılmıştır. Gerçi eldeki kısım sadece beş sayfadan oluşmaktadır ve kataloğun giriş kısmını ihtiva etmektedir, ama olsun. Böyle bir vesikayla ilk kez karşılaşmaktadır. Kataloğun devamını uzun süre arasa da bir şey bulamaz ve elindekini yayınlar. O günden sonra öğrencilerine, arkadaşlarına “Kandillerde dua edin de şu kataloğun devamını bulayım” diye şaka yollu takılmayı da ihmal etmez. 5-6 sene sonra bir gün, Macaristan’da araştırmalar yapıp Türkiye’ye dönen Prof. Dr. Mustafa Kaçalin’le karşılaşırlar. Kaçalin, orada gördüğü divanlardan, mecmualardan, kroniklerden bahsederken laf arasında, bir de içinde kitap adları yazılı bir eser gördüğünü, ancak ne olduğunu tam anlayamadığını söyler.

Birden heyecanlanan Hoca, “Başı şöyle mi, içi böyle mi?” diyerek yayınladığı kısmı tarif eder. Evet, yıllarca aradığı, II. Bayezid’in emriyle Türkçe olarak hazırlanan 340 sayfalık bu kataloğun tamamının Macaristan İlim Akademisi Kütüphanesi’nde olduğunu “tesadüfen” öğrenir ve bir makaleyle ilim âlemine duyurur. Tesadüf kelimesini tırnak içinde yazdım çünkü hocaya göre “Size tesadüfen gibi geliyor, ama bu tesadüf değil. Arasanız bulamazsınız, ama işte böyle önünüze geliyor. Cenab-ı Hakk’ın lütufları bunlar”. Yıllar önce Bursa’da Arkeoloji Müzesi’ndeki şeriye sicilleri üzerine çalışırken başından geçen bir başka “tesadüfî” olay da şöyle: “Kütüphaneye giderken aklımda 16. yüzyılın önemli şairlerinden Bursalı Lamii Çelebi’nin terekesini, yani ölümü sonrasında tutulan kayıtları bulmak var. Karşımda 2 bin defter. Şöyle bir baktım, bir defter kestirdim gözüme, çekip aldım. Bir açtım ki, karşımda Lamii’ye ait kayıtların olduğu sayfa. Dedim ki, işte bak böyle bulunur! Bu yanlış. Böyle bulunur değil, böyle buldurulur diyeceksin. Onu sana bulduran bulduruyor. Ondan sonra 3 gün hiçbir şey bulamadım, hemen tövbe ettim. ‘Rabbim sen gönderiyorsun, yine göndermeye devam et’ dedim.

BİR ARSA PARASINA…

Gelelim Hoca’nın şahsi kütüphanesine. Öğrenciliğinden itibaren divanlar, tezkireler ve Osmanlı tarihleri gibi matbu Osmanlıca kitaplar almaya başlamış. Yazma eserlerde de ileride para eder mantığıyla değil, işine yarayacak, üzerinde çalışacağı kitapları seçmiş, üstelik fiyatı ne kadar olursa olsun. Bir gün Sahaf İbrahim Manav’ın Süleyman Nazif’in ailesinden 30 civarında yazma eser aldığını duyar. Hemen dükkâna gidip bunların arasından beş kitabı, o vakitler Marmara Ereğlisi’nde deniz kenarında iki dönümlük bir arsa parası vererek satın alır. Bu kitaplardan biri 16. yüzyılda, Anadolu’da Melâmîlik üzerine yazılan ilk eser olan Mir’atü’l-Işk’tır ve dünyada tek nüshadır. Biraz şaşkın baktığımı görünce bir ayet okuyor: Haza min fadli Rabbi, yani “Bu Rabbimin lütfundandır.” Sonra ekliyor: “Siz vermezseniz Cenab-ı Hak da vermiyor, feyzi de olmuyor işin. Verdiğiniz zaman Allah da size gönderiyor.”

Bir sırrı var mı diyorum bu işin? Öyle heyecansız, tatsız tutsuz bir devrinden geçiyoruz ki dünyanın, kimse “bir işe gönül vermekle”, “emekle” ilgilenmiyor… “Boş ver sen onları” diyor hoca, sır istiyorsan vereyim: “Aşk ve çok çalışmak, hepsi bu. Ben çok para kazanmak isteseydim ticaret yapardım. Ama ilmi seçtim. Bu yüzden ilim adamı nasıl yaşarsa öyle yaşamak zorundayım. Şimdi arkadaşlar, son model arabaya binelim, lüks evlerde oturalım, yazlık ayrı kışlık ayrı olsun diyorlar. Bu üniversite hocalığıyla olmaz. Bunlar için çadır tiyatrosunda kadroya gireceksiniz. Arkadaşlar hangi belediyenin ne sempozyumu varsa ona tebliğ yazıyorlar. Şimdi ilim, belediyelerin sempozyumlarına göre gelişiyor. Profesör, üniversiteden emekli oluyor. Hemen bir özel üniversiteye koşuyor ders vermek için. Devlet bize emeklilik sonrası çalışalım, üretelim diye emekli maaşı veriyor. Bu benim memlekete olan borcum. Hangimiz hak ediyoruz bu maaşı? Maaş yetiyor mu? Vallahi para helal olursa yetiyor, bereketi de oluyor. Haram olursa yetmiyor.”

***

Hocayla son görüşmemiz, geçen ay yayınlanan Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane kitabı vesilesiyle oldu. Bin civarında elyazmasını inceleyerek, muhtelif doğu ve batı dillerindeki zengin literatürü kullanarak yazdığı bu kitabın girişindeki “elinizdeki bu kitabın orijinal ve ilmî olma gibi bir iddiası yoktur” cümlesini sordum Hocaya. “Bu kitap da ilmî değilse acaba hangi eser ilmî olabilir?” dedim biraz da çekinerek. Güldü, “Aman, boşver” manasında elini salladı: “Kendimizde bir şey yok. Biz kendimizde bir varlık falan hissediyoruz, sonra da yaptıklarımızla gurura kapılıyoruz” dedikten sonra büyük İslâm âlimi Fahreddin Râzî’nin şu sözlerini söyledi: “Akılların ereceği son nokta akıl tutulmasıdır / Âlimlerin çalışmalarının ulaşacağı son aşama da şaşkınlıktır / Hayatım boyunca yaptığım araştırmalardan bir fayda görmedim / Bu çalışmalarda onun bunun dediklerini bir araya getirmekten öte.”

Böyle ilim adamları hâlâ dünyadan elini eteğini çekilmemişse kıyamet için biraz daha vakit var demektir.