Konfüçyüsçülük bugün neden hâlâ bir felsefî din olarak ilgi çekiyor

Arşiv
Arşiv

Konfüçyüsçülük; tanrı, vahiy ve metafizik iddiası olmadan adeta felsefî bir din ihdasıyla diğer medeniyet sakinlerinin dikkatini çekmiştir.

Konunun Önemi

İlk büyük atılımını milattan önce altıncı ve üçüncü yüzyıllar arasında gerçekleştiren ve bu yönüyle Yunan felsefesine çağdaş olan Çin düşüncesi, tıpkı oradaki gibi ortaya çıkan politik merkezlere ve hegemonya rekabetlerine paralel olarak gelişip çeşitlenir. Konfüçyüsçülüğün sosyal erdemlere, Taoizm’in tabiî mistisizme ve Budizm’in ritüel organizasyonlarına yaptığı vurgu ve getirdiği yeniliklerle İslam öncesi genel düşünce tarihi açısından önemlidir.

Tanrı, vahiy ve metafizik iddiası olmadan kendini bu dünyanın ıslahına, devlet ve toplumun huzuruna terkiz eden Konfüçyüs, adeta felsefî bir din ihdasıyla diğer medeniyet sakinlerinin dikkatini çekmiştir. Mesela 17. ve 18. asırlarda Cizvit misyonerleri tarafından Avrupa’da ilk defa tanıtıldığında akla uygun bir dinin iyi bir numunesi olarak Aydınlanma devri düşünürlerinin takdirine mazhar olmuştur. Alman filozof Leibniz’in Çinlileri en mükemmel toplum saydığı ve tek noksanları olarak -Ona göre İsa’da görülen- vahyin henüz onlara gelmemesini gördüğü kaynaklarda kayıtlıdır.

Kendisini hiçbir zaman ilahî gücün elçisi ve din kurucusu gibi hissetmediği, tabiatüstü varlıklardan ve ruhlardan bahsetmediği halde kurucu kişi onuruna mabet inşa edilmesi ve adına kurbanlar sunulması, aynı zamanda Konfüçyanizmin bir din olarak kabul edildiğinin göstergesidir.

Antik Çin Düşüncesinin Özellikleri

Genel bir manzara sunması açısından Çin inançlarının dört kaynaktan beslendiğini görüyoruz: Erken dönem tarihsel miras, Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm. Bunlar birbirlerine ters sistemler olsa da yüzyıllardır Çin ve Doğu Asya toplumlarında birbirlerini tamamlayacak şekilde bir arada yaşarlar. Bir Çinli cenazesini Konfüçyüsçülüğe göre kaldırırken Taoizm’e göre meditasyon yapabilir. Bu dinî çoğulculuk hepsine birden inanma imkânı sunmaktadır. Bu kapsayıcılık ve tamamlayıcılık, birinin toplumsal kurallara, diğerinin güzellik ve gizemlilik değerlerine ve bir başkasının manastır yaşamına ilişkin düzenlemeleriyle Çin toplumunu besleyip zenginleştirmiştir.

Dinî manzarada dikkat çeken diğer özellik, ecdada gösterilen hürmet ve perestiştir. Aslında birçok ibtidaî dinde öne çıkan bu atalar kültü, Çin dinlerinde aileye ve akrabalığa verilen önem kadar ileri boyutta değildir.

Tabiata ve göğe atfedilen anlam bir diğer farkı oluşturur. Bu bir yönüyle mikrokosmos- makrokosmos münasebeti olarak göze çarpar. İnsan büyük dünya ile küçük dünya olan kendisi arasında uyumu sağlamalı, göğün hareketlerine münasip davranmalıdır. Bu bakımdan mesela toplum felaket yaşadığında, hükümdarın göğün hareketlerine ters davrandığına inanılmıştır. Antik Çin’de gök insana kanunları, uzun ömrü ve fazileti de bahşeder.

Söz konusu münasebet diğer yönüyle Yang-Yin şeklinde formüle edilir. Yüksek, aydın ve erkek prensip Yang ile derin, karanlık ve dişi prensip Yin arasındaki etkileşim, dünyadaki bütün olayları meydana getirir. Yangın doğurgan ve güneşe bağlı gücü bahar ve yazda artar; kırmızı renk ve tek sayı ile temsil edilir. Yin ise siyahla ilişkilidir, aya bağlıdır; sonbahar ve kışta güçlenir. Kısacası ilki tüm olumlu şeyleri, diğeri olumsuzlukları anlatır. Yaşamın devamı için gereken medcezir, iniş çıkış böylelikle hem Çinlilerin felsefesini hem fal sanatının temelini oluşturmuştur.

Yin ve Yang arasındaki zıtlığı birleştiren Tao prensibidir. Yol, doğruluk ve tabiî dünya nizamı gibi anlamlara gelen Tao, hem Konfüçyüsçülüğün hem Taoizm’in temel kavramları arasında yer alır. Buradan eski Çinlilerin üstün bir ilahî güç inancı olmasına rağmen, bu gücü evrenin yaratıcısı olarak görmediklerinin altını çizelim. Onlar önceleri evreni gözle görülen bir süreçteki oluşum olarak görmüşler, Şang Hanedanlığı döneminden itibaren de tüm doğal fenomenleri açıklamak adına Yin-Yang kuramını geliştirmişlerdir. Bu iki zıt kuramı ve temsil ettiği güçleri kontrol eden gizemli güç ise Tao’dur.

Konfüçyüs’ün Sosyo-Politik ve Ahlakî Reformu

K’ung Fu-tzu olarak anılan ve mö. 551’de dünyaya gelen Konfüçyüs’ün öğretisinin temelleri, buraya kadar anlatılan kendinden önceki Çin geleneğine dayanır. Bilgin sınıfının (Ju) deruhte ettiği ve tabiat güçleriyle ata kültünün öne çıktığı bu tarihsel mirasa ve hatta Konfüçyüs’ün kendi ifadelerine göre, o yeni bir sistem getirmemiş, hanedanlık kavgaları ve bürokratik yozlaşma ile bozulan Çin toplumunu, yine aslî kökleri üzerine ıslah etmeyi amaç edinmiştir. On dokuz yaşından itibaren açtığı okullarda öğrencilere eskilerin hikmetli sözleri eşliğinde kadim faziletleri anlatmış, saray idarecilerine tavsiyelerde bulunmuştur. Onun ideal insan ve toplum fikri, doğal olarak iyi bir hükümet sistemi üzerinde düşünmeye iter ve bu yönüyle halkın güven ve huzurunu esas alan politik öngörülerini, modern demokrasi fikriyle bağdaştıranlar olmuştur. Onun düsturları üzerine ikam edilen sistemin iki bin yıl boyunca Çin’de baskın konumda olduğunu, devlet dini ya da özel bir inanç haline gelemese de günümüze kadar pek çok Çin düşüncesini etkilediğini görüyoruz. Bu hüviyet kendisini geçmişin ihyacısı olmaktan öte bir reformcu olarak öne çıkarmaktadır.

Diğer antik inançlarda görülen tanrılar panteonu, rahiplik, mabet, kutsal kitap inancı, tabiatüstü varlıklar, ruhların varlığı ve ölümden sonraki hayat Konfüçyüs’ün anlayışında yer almaz. Rasyonalist bir tavırla dile getirdiği sözler; örneğin, “Eğer insan hayatı henüz tanıyamamışsa, ölümü nasıl tanıyabilir?” “Eğer biz insana hizmet etmezsek, ruhlara nasıl hizmet edebiliriz?” ve “Göğü gücendiren birinin başka bir yeri olamaz ” şeklindeki sözleri bu noktayı aydınlatmaktadır.

İyi ahlaka ve ahlakî kurallara bağlılığıyla bilinen Konfüçyüs, beş hususu her şeye uygulayabilme yeteneğine “mükemmel erdem” der; ağırbaşlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezaket. Kendi dilinden okuyalım: “Ağırbaşlı isen saygısızlık görmezsin. Cömert isen her şeyi elde edersin. Samimi isen halk sana güvenir. Nazik isen başkalarını hizmetinde kullanabilirsin.” Konuşmaların farklı yerinde üstün insanla küçük insan arasındaki farkı şöyle anlatır: “Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan rahatını düşünür. … Büyük ve üstün insan doğruluğu, küçük insan faydayı düşünür.” O bir insanın bütün hayatına rehber olması için, altın kural denen şu ilkeyi getirmiştir: “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına yapma.”

Taoizm’in Kozmik ve Mistik Katkısı

Doğa ile ilgili güçlü bağları olan Çinli münzeviler arasında gelişen ve bu yönüyle tabiî mistisizm da denen Taoizm’in kurucusu Lao-Tzu’nun Konfüçyüs’ten yarım asır önce (mö.604) dünyaya geldiğine inanılır. Asıl adı Li Tan iken, “ihtiyar bilgin”, “filozof” ve “yaşlı üstat” anlamında Lao-Tzu adı sonradan verilmiştir. O da sistem kurucu çağdaşı Konfüçyüs gibi saray memurluğu yapmıştır.

Diğer öğretide gök fikri ne kadar merkezî ise taoist felsefede yol ve bir dizi davranış kuralı anlamına gelen Tao fikri esastır. Şekilsiz ve isimsiz olduğu için kolayca tanımlanamayan ve gizemlerin gizemi sayılan Tao, yaratılan ve yaratılmayan her şeyin kaynağıdır. Bölünme kabul etmeyen bir güç; özünde varolan, amaçsız, gayri şahsî kozmik bir ilkedir. Her şey Tao’dan yayılır ve yine ona döner. Yokluktan varlığın, varlıktan da yokluğun çıktığı bu transformasyon ezelî ve ebedî Tao kanunudur. O halde hayat sonsuz bir dönüşümdür.

Başka bir belirgin vasıf, bu öğretideki görecelik anlayışıdır. Buna göre iyi-kötüden kuvvet-zayıflığa ve başarı-yenilgiye kadar zıt görünen şeyler zaman ve mekâna göre değişkenlik arz eder. Hakikat ve bilgi de kişinin ihtiyacına göre belirlendiğinden zıtlar aslında özdeştir. Bu diğer açıdan her şeyin aslına rucû edeceği şeklinde bir önceki dönüşümle ilgilidir. Taoistlere göre, toplumda nükseden sorunların temeli fıtrattan uzaklaşmada yatar. İyi olmaya çalıştığımız yaşamda, sosyal grupların belirlediği davranış kalıpları bizi baskılar. Bunlara tepki ve isyan geliştirirken özü itibariyle iyi olan tabiatımızdan uzaklaşırız. Bunu aşmak için Tao’ya itaat eden bilge kişiler yetişmelidir.

Biraz daha derine indiğimizde Tao’ya benzemek, Lao- Tzu’nun benzetmesiyle yumuşak olmasına rağmen her gücün üstesinden gelen su gibi olmaktır. Burada karşımıza wu wei yani iş yapmamak prensibi çıkar. İş yapmak yapmamak gibi, çalışmak çalışmamak gibi kendiliğinden ve çaba sarf etmeden olmalıdır. Bu açıdan idareci ne kadar hareketsiz olursa, sistem o kadar iyi işler. Lao-Tzu’ya kulak verelim: “Memlekette ne kadar şey yasak edilirse, millet o kadar fakir olur. İnsanlara yapılan muamele ne kadar hilekâr olursa, insanlar arasında hile o kadar yaygınlaşır. Ne kadar çok emir verilir, kanun çıkarılırsa, o kadar hırsız çıkar.”

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.