Küsurat

Yıllardır besliyoruz seni, ulan bir yüz liraya mı tamah ediyorsun. Haram olsun diyecekler.
Yıllardır besliyoruz seni, ulan bir yüz liraya mı tamah ediyorsun. Haram olsun diyecekler.

Bir gün patron onu odasına çağırmış, eşinin yani hanımefendinin şoförü olmasını istemişti. "Emredersiniz" demişti gururla. Çünkü bu bir nevi makam şoförlüğü demekti. Maaşı da yükselecekti tabii. Nitekim sonraki aybaşında patron maaşına bin lira zam yapmıştı. Bu kadar şoför arasından bu işe seçilmek kolay değildi.

Cep telefonu çaldı. Tam ağzına götürdüğü döner sandviçini tabağa bıraktı. Telefonun ekranına baktı. "Hâle Hanım" yazıyordu. "Hay Allah, tam sırası ha!" dedi.

Elini peçeteye sildi, kaydırma simgesine basıp açtı: "Buyrun Hâle Hanım." Karşıda üst perdeden bir kadın sesi: "Neredesiniz İsmail bey?" "Şey, Beşiktaş'tayım." "Hanımefendi İstinye Park'ta. Bir saat sonra alacaksınız. Haber verdi az önce." İsmail'in canı sıkıldı. Kafasında hızlı bir hesap yaptı. Dönerini bitirecek, arabayı otoparktan alacak, yola çıkacak... Bu saatteki trafik... Hayıflandı. Ağız tadıyla bir lokma yedirmemişlerdi. Duygusunu içine gömmeye çalışarak standart bir tonla cevap verdi: "Tamam Hâle Hanım, hemen gidiyorum."

"İsmail, en üst katta Darjeeling Cafe'deyim. Buraya gel de paketleri al" dedi. "Emredersiniz efendim" diyerek fırladı.
"İsmail, en üst katta Darjeeling Cafe'deyim. Buraya gel de paketleri al" dedi. "Emredersiniz efendim" diyerek fırladı.

İsmail dört yıldan beri bu işte çalışıyordu. Önce şirketin araç havuzunda şoförlük yapmıştı. Sekreterlerin, patronların getir-götürleri, falan... İki sene sonra bir gün patron onu odasına çağırmış, eşinin yani hanımefendinin şoförü olmasını istemişti. "Emredersiniz" demişti gururla.

Çünkü bu bir nevi makam şoförlüğü demekti. Maaşı da yükselecekti tabii. Nitekim sonraki aybaşında patron maaşına bin lira zam yapmıştı. Bu kadar şoför arasından bu işe seçilmek kolay değildi. Demek ki eşini ona teslim edecek kadar güveniyordu patron. Yoksa sağa-sola sormadan, namusuna, işine bakmadan böyle bir şeyi ister miydi hiç? Patronun hanımı çalışmıyordu.

İsmail bagajdan poşetleri alıp hanımefendinin peşinden eve girdi. Kapıyı açan önlüklü hizmetçi kadına poşetleri verdi. Çıktı, arabaya binip villadan ayrıldı.


Ev hanımı da sayılmazdı. Evde de çalışmıyordu. Hiç çalışmıyordu. Pek bir sosyeteydi hani. İsmail, hanım çağırdıkça gider Tarabya'daki villanın önünde arabada beklerdi. Kadın onun evin içine girmesini, hizmetçilerle yüz-göz olur diye istememişti. Bunu daha ilk gün İsmail'in yüzüne söyleyince İsmail çok bozulmuştu: "Efendim, estağfirullah. Çoluk-çocuğumuz var. Kimseye kötü gözle bakmam." Hanımefendi "Prensip icabı İsmail Bey. Bizim de bildiğimiz, gördüğümüz şeyler var. Dikkat edin." deyip kısa kesmişti. İsmail'in içinde bu cümle bir ukde olarak kalmıştı.

O yüzden hanımefendinin sekreteri Hâle Hanım çağırmadan ne evine, ne de başka bir yere gitmezdi. Bugüne dek böyle gitmişti işler. Bir yandan da iyiydi aslında bu. İsmail boş vaktinde amcaoğlunun Ayazağa'daki cep telefonu dükkânına takılıyor, hatta arada bir kendisi de internetten cep telefonu alıp satıyordu. Şikâyeti yoktu pek. Dönerini hızlı hızlı yiyerek bitirdi. Ayranı kafasına dikti. Hesabı kasaya gidip ödedi. Kırk beş dakika sonra İstinye Park'ın ana caddeye bakan kapısının önüne vardı. Arabayı her zamanki gibi özel yerine park etti. AVM'nin önündeki kaldırımda gelip geçenlere bakarak bir sigara yaktı. Daha iki fırt çekmemişti ki hanımefendi aradı: "İsmail, en üst katta Darjeeling Cafe'deyim. Buraya gel de paketleri al" dedi. "Emredersiniz efendim" diyerek fırladı. Kafeye girdi. Işıl ışıl avizeler, bakır renkli sütunlar, mermer masalar, pofuduk yastıklı berjerler, kanepeler...

  • Hanımefendi birkaç arkadaşıyla köşedeki bir masada oturuyordu. Hiçbiri birbirini dinlemeden aynı anda hararetle bir şeyleri konuşuyorlardı yine. Kadın İsmail'i görünce "Hah, geldin mi İsmail? Al bakalım şunları" diye boş koltuğa yığdığı poşetleri gösterdi.

İsmail tam poşetleri eline almıştı ki kadın o sırada konuşan arkadaşına "Pardon, bi' saniye canım" deyip İsmail'in kulağına eğildi: "Kredi kartımı evde unutmuşum, geri kalan nakit de alışverişe gitti. Sana zahmet kasaya git de hesabı öde, ben yarın sana veririm" dedi. İsmail masaya baktı. Dört kişinin her birinin önünde büyük kahve fincanları, yarısı boşalmış kek tabakları, tatlı kâseleri ve kuplar... Bir de yarılanmış büyük bir su şişesi vardı. Yüklü bir hesap olacağı kesindi. Allah'tan o sabah maaşını çekmişti. Cebindeydi. İsmail "Emredersiniz efendim" dedi, kasaya yöneldi. Kasadaki kızıl saçlı kızdan masayı göstererek hesabı istedi.

Kız "Hesap 450 lira" dedi. İsmail bir teprendi. Çıkardı cebinden beş yüz lira saydı. Verdi. Kız para üstü olan 50 lirayı verdi. İsmail hanımefendinin yanına döndü. Yanına yaklaştı, saygıyla eğilip "Tamam efendim, hâllettim" dedim. Hanımefendi "Teşekkürler, peki bahşiş de verdin mi bakıyım?" diye sordu. İsmail "Aman efendim, unuttum. Hemen veriyim" dedi. Yeniden kasaya gitti. Kızıl saçlı kadın ona "adamı böyle geri gönderirler" der gibi baktı. İsmail 50 lirayı suratında bir aşağılama ifadesiyle, kıza göstere göstere, yavaş yavaş üzerinde "Tip Box" yazan kutuya soktu. Döndü, poşetleri alıp arabaya götürdü. Hanımefendi on dakika sonra arabaya geldi. Doğruca villaya gittiler. Kadın İsmail'in açtığı kapıdan indi. Ona hiç bakmadan "Poşetleri içeri bırak. Sonra gidebilirsin. Yarın sana yine haber ederim" dedi. İsmail bagajdan poşetleri alıp hanımefendinin peşinden eve girdi. Kapıyı açan önlüklü hizmetçi kadına poşetleri verdi. Çıktı, arabaya binip villadan ayrıldı.

Kadın İsmail'in açtığı kapıdan indi. Ona hiç bakmadan "Poşetleri içeri bırak. Sonra gidebilirsin. Yarın sana yine haber ederim" dedi.
Kadın İsmail'in açtığı kapıdan indi. Ona hiç bakmadan "Poşetleri içeri bırak. Sonra gidebilirsin. Yarın sana yine haber ederim" dedi.

Seyrantepe'de dar bir sokaktaki dairesine döndü. Kiradaydı elbette. Eve girince hanımı, iki erkek çocuğu ardı ardına ona koşturdular. Daha bir şey demeden cebindeki para destesini çıkardı, hanımına aylık mutfak parasını verdi. Çocuklara da her ay yaptığı gibi ellişer lira toka etti. Çocuklar odalarına hanımı da mutfağa gitti. İsmail üstünü değiştirdi. Cebinde kalan parayı çıkardı. Saydı. Bayağı eksik gelmişti. Hâlbuki ertesi sabah daha önce aldığı cep telefonunun parasını ödeyecekti. "Neyse, satıcıyı ararım yarın akşama veririm artık" dedi. Ertesi gün yine öğle vakti Hâle Hanım aradı. Hanımefendi bu kez karşıya Bağdat Caddesi'ne güzellik merkezine gidecekti. İsmail, hanımefendiyi aldı. Yola çıktılar. İsmail kadının parayı ne zaman vereceğini düşünüyordu: "Ben istesem? Olmaz. Ayıptır. Hem hanımefendi unutmaz ki. Fakat güzellik merkezine varıp, kadını bırakıp arabasının başına dönünce bir düşüncedir aldı.

Ya kadın unutursa? Hadi canım sen de, onda bir şeyleri unutacak göz var mı? Hem paranın üstüne mi yatacak? Denizde kum, bunlarda para... Ama ya unutursa?

Yok canım. O zaman kibarca hatırlatırım. İyi de nasıl? Kızmaz mı, sanki kadın iç etmiş gibi düşünmez mi?" Kadın iki saat sonra arabaya geldi. Koltuğuna kuruldu. İsmail bir yandan arabayı sürüyor, bir yandan da kaçamak bakışlarla hanımefendiyi süzüyordu. Kadına nasıl bir bakışla vaziyeti bildireceğini düşünüp duruyordu. Göz ucuyla mı, gözlerini kocaman açarak mı, gözlerini kısarak mı, sağa-sola hızla devirerek mi? Ama kadının aynaya maynaya baktığı yoktu. İsmail'in bakış senaryolarından haberi yoktu tabii ki. Her zamanki gibi cep telefonuna eğilmiş, bi' şeyler yazıp çiziyordu. İsmail önüne baktı. Akşama mutlaka telefon parasını vermesi lâzımdı. Yoksa papaz olurdu kıl satıcıyla. Kadın yoksa unutmuş gibi mi yapıyordu? Hani onu zorda bırakıp parasını istetmeye mi çalışıyordu? Dilenciymiş gibi?

Dosdoğru söylesene, yüz lira eksik verdiniz desene. Allah Allah! Şu saçmaladıklarına bak! Benim aklımdan çıkmış, yüz lira küsurat ya, ondan." Kadın çantasından yüz lira çıkarıp uzattı. "Yahu âlem adamsın ha!


Ürperdi: "Ulan bunların hâlden anlayacak tipleri mi var?" Dönüş yolunda İsmail'in kafasında bin bir ihtimal, senaryo ve tereddüt geçiyordu. Kadın hâlâ aynaya bakmıyordu. İsmail bir ara aynaya o kadar odaklanmıştı ki önünde duran sarı dolmuşa vuracaktı. Ani bir fren yaptı. Arkadan kadın bağırdı: "İsmail n'oluyo yahu? Biraz dikkatli olsana. Allah Allah!" İsmail "Özür dilerim efendim, dolmuş aniden şey yaptı da, ondan" dedi. Kadın canı sıkkın, cık cık ederek tekrar telefonuna eğildi. İsmail'in bakışlarıyla mesaj iletme çabası sonlanmıştı. "Kadın sinirlendi, artık ona bir şey söylenmez ha!" dedi. Köprü trafiğine takıldılar. İsmail'in hatırlatma dürtüsü yerini öfkeye bırakıyordu: "Ulan bi' şey istediğimiz yok, paramı versin yeter. Ama bunların ne derdine? Herifler memleket batsa da, çıksa da hep kazanıyorlar. Darbe olur bunlar kazanır, kriz olur bunlar kazanır, işler düzelir gene bunlar kazanır." Aynadan çaktırmadan ara-sıra kadına bakıyordu. Bu kez kaçamak değildi bakışları.

Buruşturduğu suratının kaslarında, kısık gözlerinin yaydığı ışınlarda ekşimik bir tat vardı. "Kocası da, bu da, alayı böyle bunların... İki kuruş verirler, sonra adamı köle sanırlar. Ne yeriz, ne içeriz, hiç takarlar mı alçaklar?" Villaya yaklaştıkça içini hazımsızca dolduran hiddetten giderek pişman olmaya başladı. "Ben de çok kötü düşünüyorum yav. Adamlar nihayetinde ekmeğimi veriyorlar. Daha ne yapsınlar? İşlerine evlerine ortak mı etsinler? Belki inerken parayı verir. Oğlum bi' dur, bi' bekle be!" diye kendine kızdı. Villaya vardılar. İsmail kadınla göz göze gelmemeye çalışarak kapıyı açtı. Hanımefendi bir şey söylemeden indi villaya girdi. İsmail, "Kadın belki de para almaya gitti. Ben biraz şurada oyalanayım. Gelip de beni bulmaması olmaz" dedi. Antredeki koltuğa oturdu. Elindeki cep telefonunu karıştırıyordu.

Kadın yarım saat sonra üst kattan indi. İsmail'i orada otururken görünce kızdı: "İsmail, sen daha gitmedin mi? Ne bekliyorsun?" İsmail kadının ellerine baktı. Zarf marf yoktu. Bu kez kadının giysisine dikkatlice baktı. Kıyafetin cebi mebi yoktu. İsmail ayağa fırladı. "Efendim, gidecektim de... Şey, dün... Hani dün... Yani şeyde, kafede..." diyebildi. Kadın elâ gözlerini açmış, ona odaklanmıştı. Bir kaç saniye duraksadıktan sonra: "Haaa, sen şeyi diyorsun. Tamam tamam anladım. Yahu söylesene sana borcum vardı, di mi?" diyerek bir kahkaha attı. Gülerek üst kata geri çıktı. Biraz sonra elinde bir demet parayla geldi. İsmail'e verdi. "Kusura bakma. Yahu insan bi' hatırlatır. Sabahtan beri bak aklımdan çıkmış. Sağ ol, hadi artık git evine" dedi. İsmail parayı aldı. Mahcup bir edayla teşekkür etti. Arabaya döndü. Koltuğa oturur oturmaz hemen parayı saydı. 400 lira vardı. "Allah Allah. Eksik vermez ki bu kadın." Bir daha saydı. Aynı. Bir daha, bir daha... Yok yok, 400 lira vermişti kadın. "Yahu hani yüz lira? Kadın niye eksik verdi yahu? Bahşişi saymadan verse gene de 450 eder. Eee hani nerde gerisi?

Koltuğa oturur oturmaz hemen parayı saydı. 400 lira vardı.
Koltuğa oturur oturmaz hemen parayı saydı. 400 lira vardı.

İsmail işkillendi. "Belki de kadın tam verdi de ben arabaya gelirken düşürdüm" dedi. Arabadan indi. Villanın bahçesini yaran beton patikada sağa-sola göz atmaya başladı. Yoktu. Aklına geldi. Kadın belki de yüz lirayı antrede düşürmüştü. Acaba gidip bakmalı mıydı? Ya kadın onu görürse? İşte o zaman yandı gülüm keten helva! Beş saniye villanın kapısının önünde durdu. Vazgeçti. Geri dönüp arabaya doğru yürümeye başladı. Üç adım sonra tekrar durdu. "Yok canım, kadın eksik vermez. Düşürdü besbelli" dedi.

Kapıyı açtı villaya girdi. Allah'tan kimse yoktu etrafta. Antreyi aradı taradı, oturduğu koltuğun altına, her yere baktı. Yok! "Belki de merdivenlerde düşürmüştür" dedi. Etrafı hırsız gibi kolaçan ederek üst kata çıkan merdivenlere yöneldi. Tam o sırada arkasından bir kadın sesi çınladı: "İsmail nereye?" İsmail olduğu yerde zımbalandı. Döndü, hizmetçi Naile ona garip garip bakıyordu. İsmail utangaç bir ifadeyle "Şey, yerde hiç para gördün mü?" dedi. Kadın ona kuşkuyla bakarak "Yoo, ne parası?" İsmail: "Yok, yok o zaman. Tamam, bi' yanlışlık oldu, hadi bana eyvallah" dedi.

Koşar adım evden çıktı. Arabaya bindi, gazladı. Ev yolunda, eve girdiğinde, sofraya oturduğunda, çayını içtiğinde, sigarasını çektiğinde, televizyona baktığında, hanımı yanında komşularından bahsederken, yatağa girdiğinde de yüz lira meselesi aklını kurcalamaya devam etti.

İç içe giren, düğümlenen, arapsaçı gibi olan vehimler yumağında sabaha kadar debelendi. Arada bir dalıyor, rüyasında kadının havalara paraları saçtığını, kendisinin de o paraları havada yakalamaya çalıştığını görüyordu. Ama yakaladığı banknotlar elinde birden yok oluyordu. Kan-ter içinde uyanıyor, saatler yeni ihtimaller ve sorularla geçiyordu. Sabah ezanı okunurken yataktan zar-zor kalktı. Banyoya gitti. Sonra takım elbisesini giydi.

  • Evde herkes uyuyordu. "Dışarı çıkayım belki kafam dağılır." dedi. Ses çıkarmamaya gayret ederek evden çıktı. Arabanın başına geldiğinde kafasında hanımın parasını bilerek, kasten kestiği fikri netleşmişti.

Evet, apaçıktı. Kadın onu bu şekilde kibarca kovuyordu. "İşine geliyorsa" diyordu. "Çek git!" diyordu. İsmail başını deri başlığa yaslamış arabanın taba rengi tavanına bakıyordu. Put gibi kaskatı kesilmişti. Kendi kendine konuşuyordu: "Paranın eksik olduğunu söylesem belki de kovacak beni kadın. Terbiyesiz diyecek. Vay be bana hırsız mı diyorsun sen diyecek. Tetikte bekliyor. Beni kovacaklar. Bunu da bahane yapacaklar. Yıllardır besliyoruz seni, ulan bir yüz liraya mı tamah ediyorsun. Haram olsun diyecekler. Kovacaklar bunlar beni." Evin, çocukların masraflarını düşündü. Kovulmak ölüm demekti şu ortamda. Taksi şoförlüğüne kadar düşmek vardı sonunda. Belki de kadın bir şey söylemeden o özür dilemeliydi. Nankör olmadığını, yanlış anlaşıldığını, ekmek veren eli ısırmayacağını söylemeliydi. "Yüz liradan ne çıkar? Ekmeğimden olacağıma" diye içinden geçirdi. Ama o hain düşünce yumağı yine sardı beyninin her kıvrımını.

"Yok, yok. Niye kaptıracağım ki paramı? Alın terim o benim. Sanki lütfediyorlar teresler" dedi.

Kan beyninden en ücra uzuvlarına kadar boca etti. Omurgasından aşağıya bir titreme geldi. Arabadan indi. Sigarasını yaktı. Titreme geçene kadar arabanın etrafını adımladı. Az biraz kendine gelince arabaya bindi, sürdü. Öğleye doğru telefonu çaldı. Hanımefendi onu bekliyordu. "Aha şimdi kovacak." dedi. Villaya gitti. Arabadan indi. Kadın o sırada villadan çıktı. İsmail koştu, kadının eline sarıldı: "Aman hanımefendi yapmayın, etmeyin, kurban olayım!" Kadın şaşırdı: "Aaaa, İsmail ne diyosun sen yahu?" "Efendim, yüzü, beş yüzü helâli hoş olsun. Valla gözümde yok. Allah sizlerden razı olsun. Ben rızık kazandığım kapıya nankörlük yapmam!" diye bağırdı. Kadın ellerini hışımla geri çekti, arkasına koydu. İsmail kadının arkasına dolanıp elini yakalamak için davrandı.

Kadın çıldırmıştı. "Sen ne yapıyorsun çıldırdın mı be adam? N'apıyorsun? Ne diyosun?" İsmail birden ayılıp kadının önüne geçti, boynunu büktü: "Efendim valla parasında değilim" Kadın: "Yahu, bi' dur, ne parasıymış o?" İsmail: "Şey efendim hani dün yüz eksik verdiniz ya, helali hoş olsun. Yeter ki kovmayın beni!" Kadın ellerini İsmail'den saklamak içi arkasına götürdü. "İsmail, delirdin mi sen? Ne kovması?" İsmail: "Efendim valla lostracıyı da gider döverim. İsterse bundan sonra adam gibi boyamasın. Paranızı geri alırım. Ama n'olur kovmayın beni." Kadın: "Evlâdım ne lostrası, ne parası? İsmail bi' kendine gel. Ne saçmalıyosun be!" Kadın İsmail'i itekleyince İsmail sendeleyerek geriye gitti. İsmail o an durdu. Kadına bakarak: "Efendim dün 400 lira verdiniz ya." "Eeee?" "Ben 500 vermiştim, eksik olunca ben de şey sandıydım."

Kadın bir kahkaha patlattı: "Yavrum sen bunu mu söylemeye çalışıyorsun? Dosdoğru söylesene, yüz lira eksik verdiniz desene. Allah Allah! Şu saçmaladıklarına bak! Benim aklımdan çıkmış, yüz lira küsurat ya, ondan." Kadın çantasından yüz lira çıkarıp uzattı. "Yahu âlem adamsın ha! Şu yaptığına bak sabah sabah! Valla kırdın geçirdin beni! Yaşam koçu musun be mübarek!" diyerek arabaya binerken de kahkahalarına devam etti. İsmail yüz lirayı aldı. Cebine koydu. Boynu bükülmüştü. Arabaya bindi. Sanki koltukla beraber yere yapışmıştı. Dikiz aynasını iyice aşağıya doğru eğdi. Kontağı çevirdi.