Medeniyetimizde mûsikî ve nazariyesi

İslam coğrafyasında mûsikî, pek çok medeniyete ait mûsikînin harmanlanması ile yeni bir hüviyete girmiş köklü bir yapıya sahiptir.
İslam coğrafyasında mûsikî, pek çok medeniyete ait mûsikînin harmanlanması ile yeni bir hüviyete girmiş köklü bir yapıya sahiptir.

İslamın ihsan boyutunun en güzel temaşa edildiği, İlahi mesajın sesteki izharı olarak telakki ettiğimiz mûsikî, medeniyetimizde hakikatin her canlıya ulaşmasına doğrudan tesir edebilecek bir güce ve güzelliğe sahiptir. Özü itibarıyla mûsikî hiçbir zaman amaç olmamıştır. Ulvi gayelere hizmet eden bir tebliğ aracı olarak kullanılagelmiştir.

Bu yazımızda İslam medeniyetinde mûsikî ve nazariyesini ele almaya çalışacağız. Öncelikle medeniyetin ne olduğunu tarif etmemiz icap eder. Medeniyet, bir milletin sahip olduğu ilim, lisan, sanat, felsefe, teknik gibi asli değerlerinin gelenek ve görenekle mezcedilmesidir diyebiliriz. Bunların gelişimi ve tekâmülü asırlarca devam eden azim ve gayretin nesilden nesile tevarüsü ile oluşturulmaktadır. Özetle medeniyet akıl, fikir ve vicdanın beşeri dayanaklara basarak oluşturulduğu değerler manzumesidir denilebilir. Bir medeniyetin gelişmişliğinin en somut örneklerini mimari, dil, edebiyat, sanat, zanaat, ziraat, oyun, spor, iktisadi hayat, siyaset, askeriye, eğitim, ilmi hayat, hukuk, sağlık, mutfak kültürü ve mûsikî zevkinde görmek mümkündür. Bunlar mensubu bulunduğu medeniyetin en somut bir şekilde yansıtıldığı delillerdir.

İslam Medeniyeti'nde sanatsal ve estetik kaygımızın temelinde "Cibril hadisi" yatmaktadır. Hadisin bir bölümünde İslam sanatının temel gayesinin yansıtıldığı bu mühim olay Hz. Ömer (ra)'den rivayetle kısaca şu şekilde cerayan etmiştir. Hz. Peygamber'in de olduğu bir topluluğa bir gün Cebrail aleyhisselam insan suretinde teşrif etmiştir. Elbisesi bembeyaz, simsiyah saçlı olarak içeri girdi. Uzun bir yolculuktan geldiğine dair üzerinde bir emare bulunmayan bu kişiyi hâzirûndan hiç kimse tanımıyordu. Giyimi kuşamı, yüzü o toplumdan kimseyi andırmıyordu. İçeri girdi Peygamber (s.a.v.) yanına oturdu ve dizini dizine dayadı. Başladı sorular sormaya... İlk olarak "İslam", ardından "iman", üçüncü olarak da "ihsan"ın ne olduğunu sordu. Rasûlullah (s.a.v.) her birini teker teker cevapladı. İhsan sorusuna "Allah'a O'nu görürmüşçesine ibadet etmendir." cevabını vermişti.

Bu ifade geniş olarak ele alındığında İslam'ın sanata ve estetiğe bakışını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Prof. Dr. Turan Koç'un da ihsan hakkında ifade buyurduğu "güzellik, incelik, zarafet; derin kavrayış, yüksek duyarlılık, edepli ve özenli olma; kısaca teslimiyetin güzelliğin bütün hareketlerimizde yansımasıdır." bu cümle imanımızın ahlâki ve estetik tezahürünü gayet güzel bir şekilde göstermektedir. Burada şu hususa dikkat etmek gerekir. Bazı dönemlerde ve toplumlarda sözün nasıl söylendiğine ehemmiyet verilirken İslami bakış açısından bakıldığında asıl gaye, mana olup bunu en güzel şekilde sunma ön planda yer almaktadır. Gelenekli sanatlarımıza baktığımızda hemen hemen hepsinde tevhid ve tenzih ilkesi serlevha olarak bulunur. Kesrette vahdeti yakalamak ve görünmeyeni görmeye çalışmak temel hedef olmuştur. Taklit her zaman tahkike geçişin ilk adımı olarak telakki edilmiştir. İşte yüzyıllardır ecdadımız bu mana ve suretin uyumunu, insicamını kimi zaman şiirle kimi zaman da mûsikî ile izhar etme gayretinde olmuştur.

Ve bunu yaparken hiçbir sanatkâr kendini işin faili olarak değil aksine ilahi iradenin hadimi olarak görmüştür. İslam medeniyeti temelini "oku !" emriyle alan bir medeniyettir. Bunu okuyup anlamak ise ancak ve ancak okunanı bihakkın işitmekle oluşur. Bu yüzden Hz. Mevlana Mesnevî'sine "dinle !" ile başlamıştır. Yine Hz. Mevlânâ'nın dediği gibi "ağaç kökünden insan ise kulağından sulanır." sözü insanın taklitten tahkike geçişini sağlayan en mühim vasıtadır. Bu yolla "oku" ve "dinle" emirleri İslam medeniyetinin en önemli iki sacayağını oluşturmuştur. İkisinin mezcedilmesiyle ilim ve sanat geleneğimizin en büyük mektebi "meşk sistemi" ortaya çıkmıştır. Bu sisteme aynı zamanda "Cebrailî metot" da denir. Çünkü Hz. Cebrail'in (a.s.) fem-i muhsininden çıkan kelamullahı Hz. Peygamber (s.a.v.) dinleyip tekrar ederek meşk etmiştir. Dolayısıyla İslam dünyasında ilim ve sanat erbabı dersini usta-çırak, hoca-talebe ilişkisi içinde bin küsür yıldır karşılıklı meşk ederek talim ettirmiştir.

O zamandan bu yana hiçbir kesintiye uğramadan devam eden meşk silsileleri bulunmaktadır. Bu yolla başta beşeri ve dinî ilimler olmak üzere mimarî, edebiyat, hat, tezhip, minyatür, oymacılık, mûsikî gibi sanatlar asırlardır yüklenmiş olduğu ilahi mesuliyete hizmet etme gayretinde olmuştur ve olmaktadır. İşte İslami şuurla mayalanmış sanatların her birisi aynı kelamın farklı lisanlardaki tezahürü olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Bu lisanların en etkili örneklerinden birisi de şüphesiz mûsikîdir. Mûsikîşinasların piri Hz. Davud (a.s.) kabul edilmektedir. Sesiyle sadasıyla ilahi davetini gerçekleştirmiştir. Bu sese insanoğlunun yanında hayvanatın hatta cemâdâtın dahi duyarsız kalmadığını Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Dolayısıyla beşerin tabiatı, güzel olan her şeye meyillidir ve bu güzelliklerden etkilenmeyenlerin fıtratının bozuk olduğunu başta Gazzâlî ve Kınalızade Ali Efendi gibi pek çok önemli şahsiyetler eserlerinde ifade etmektedir.

Çünkü dinimizce güzel olan şey izafî değil mevdûîdir. Yani hakikat itibarıyla güzel objektif iken çirkin sübjektiftir. Buna dair pek çok delil arasından şu ikisini zikredebiliriz. Birincisi "Allah yarattığı her şeyi güzel kılmıştır." (Secde, 32/7) ayeti; diğeri ise Hz. Peygamber'in " Allah güzeldir, ancak güzelliği/güzel olanı sever." hadis-i şerifidir. (Hakim, Müstedrek, I/26.) İslam medeniyetinde mûsikînin temeli Hz. Peygamber'e dayandırılır. İlk nüvesini Kur'an-ı Kerim tilaveti, ezan, salavat ve diğer formlarda görmek mümkündür. Asırlardır gelişerek devam eden bu miras bugünkü hâlini almıştır. Mûsikînin gelişim süreci ve kullanım alanına baktığımızda günümüze kadar süre gelen oldukça tartışmalı bir ortam oluşmuştur diyebiliriz. Ancak Hüccet'ül İslam İmam-ı Gazzâlî medeniyetimizde mûsikînin önemine dikkat çekmek adına İhya'sında naklen "Baharın ve ezhârının (yapraklarının), udun ve evtarının (tellerinin) tesir eylemediği kişinin mizacı o kadar fasiddir ki bunun ilacı yoktur." sözüyle aslında varılması gereken noktaya açıkça işaret etmektedir.

Yine aynı eserinde mûsikînin bizzat mahiyeti itibarıyla değil, muhteva ve kullanım alanına göre haramlığı ve helalliğinden bahsetmektedir. İslam medeniyetinde mûsikî telakkisi aslında yüce maksatlara ulaşmanın bir aracı, hakikati farklı bir şekilde sunma ve insanları düşünmeye, temaşa etmeye hazırlamaktır diyebiliriz. Kısaca güzeli layıkıyla takdim etme gayretidir. Mûsikînin zikri geçen meselelere ilaveten ruhî hastalıkların tedavisi, ahlâkın güzelleştirilmesi gibi hususiyetlere de katkısının olduğunu tarihte kurulmuş darüşşifalar ve buna dair yazılmış telifattan öğrenmekteyiz. Bugün dahi dünyanın pek çok üniversitesinde müzikle tedavinin yapıldığı enstitüler, merkezler bulunmaktadır. Son çeyrek yüzyılda Türkiye'de de buna dair birçok özel, kamu kurum ve kuruluşlar çalışmalarını yürütmektedir. Özellikle tıp fakültelerinde GETAT (Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp) altında müzikterapi bölümlerinde bilimsel çalışmalar yürütülmektedir.

 İslam medeniyetinde mûsikî telakkisi aslında yüce maksatlara ulaşmanın bir aracı, hakikati farklı bir şekilde sunma ve insanları düşünmeye, temaşa etmeye hazırlamaktır.
İslam medeniyetinde mûsikî telakkisi aslında yüce maksatlara ulaşmanın bir aracı, hakikati farklı bir şekilde sunma ve insanları düşünmeye, temaşa etmeye hazırlamaktır.

Mûsikî diğer adıyla müzik, köken olarak muhtelif kaynaklara dayandırılmaktadır. Bunlardan bazıları Latince "Musica", eski Yunanca "Mousike" veya "Mousa"'dan türeyip bereket tanrıçalarına nispet edilmekte ve bu tanrıçaların her biri "Mousa" olarak adlandırılmıştır. Zamanla "mûsikâ", "mûsikî" hâlini almıştır. Ali el-Kâtib ve Abdülkâdir Merâgî'ye göre mûsikî lafzı ismini kendisi gibi büyük, şan ve şerefe sahip "Musîkâkia" adlı felekten almıştır. Bir başka rivayet ise "mousa" ve "ike" kelimelerinin birleşiminden meydana geldiği yönündedir. Buna göre "mousa" peri, "ike" veya "îkâ" konuşulan dil anlamında olup "peri dili" manasında kullanılmıştır. Hasan Kâşânî ve Fethullah Şirvânî'ye göre "mûsikî" lafzı "mûsî" ve "kî" kelimelerinden meydana gelmektedir. "Mûsî" güzel nağme veren, "kî" ise ölçülü uyumlu manasında olup "ölçülü, uyumlu güzel nağmeler" anlamında kullanılmaktadır.

Mûsikî kelimesinin nereden geldiğine dair bir diğer görüş Ahmed el-Müsellem el-Mevsılî (ö. 1737)'nin ed-Dürru'n- Nakî fi İlmi'l-Mûsikâ adlı eserinden naklen şu şekildedir: "Hz. Musa (a.s.), İsrailoğulları'na Sina çölünde gelen susuzluk üzerine Allah'a kırk yıl boyunca dua ile meşgul oldu. Cebrail (a.s.) geldi ve dedi ki: ‘Ey Musa! Allah sana selam söyler ve der ki: Asanla taşa vur ki kudret ve hikmetimi göresin.' Musa (a.s.) asasıyla taşa vurdu. O taştan 12 çeşme fışkırdı. Bunun üzerine her çeşmeden bir diğerine benzemeyen güzel bir ses çıktı. 12 makam işte bundan alınmıştır. Meselenin aslı budur. Cebrail (a.s.) dedi ki; ‘Ey Musa sula. ‘İsk ya Musa' Bu iki kelime (Musa ile iski) kısaltılarak bu sanatın ilmi olmuş ve mûsikî denmiştir." Kanatimizce bu rivayetin doğruluğu tartışmalıdır. Çünkü bu bilginin Ebu'l-Ferec el-Isfahânî, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Zeyle, Safiyyüddîn Urmevî, Abdülkâdir Merâgî gibi bu alanda söz sahibi kişilerin eserlerinde yer almaması bu rivayetin zayıf olduğunu göstermektedir.

Bazı Arap ve Fars kaynaklarında mûsikî kelimesi yerine "lahin" ve "gına" kullanılmıştır. Filozof ve mütefekkirler mûsikîyi ilimler tasnifinde riyazi ilimlerin (matematik, geometri, astronomi, mûsikî) alt dalı olarak kabul etmiştir. Bu çerçevede yazılan eserlere "edvâr" denilir. Nazari eserlerin büyük çoğunluğunda ses sistemi çoğunluklu ud üzerinde gösterilir. Ancak bazı kaynaklarda tanbur üzerinde de gösterildiği vâkidir. Bu eserlerin çoğu muhteva olarak sesin tanımı, sesin oluşumu, sesin tizliği pestliği, ses oranlarının ne zaman bulunduğu, insanda sesin oluşumu, duyulması, nağme, perde, bu'd, tanînî, bakıyye, mücenneb, zü'l-erbaa, zü'l-hams, zü'l-küll, daire, veted, sebeb, cins, leyyin, kavî, cem‘, tarîka, intikal, avaze, şube, makam, terkîb, mûsikî/ lahin/gınânın tanımı, kısımları, fazileti, tesiri, lahinlerde gizlenmesi veya gösterilmesi gerekenleri, lahinler ile ilgili terimler, lahin-güfte ilişkisi, lahin felek ilişkisi, ğınânın tertibi, îkâ‘tanımı, çeşitleri, îkâ ile ilgili terimler, udun telleri, perdelerin gösterimi, mûsikîşinas vasıfları, icrada yapılması gerekenler, bestekâr vasıfları, musikişinasların hayatları, eserleri, sese faydalı-zararlı şeyler, dinleyici özellikleri ve kullanılan müzik aletlerinden bahseder.

İslam coğrafyasında mûsikî, pek çok medeniyete ait mûsikînin harmanlanması ile yeni bir hüviyete girmiş köklü bir yapıya sahiptir. Anadolu'da ise bir yandan Arap bir yandan Fars, bir yandan Bizans diğer taraftan Türklere ait mûsikînin harmonisiyle bugün icra edilen mûsikîmizin temelleri oluşturulmuştur. Mûsikînin teorik sahasında köklü eserler vücuda gelmiştir. Kısaca değinecek olursak Kindî (ö. 874), Fârâbî (ö. 950), İhvân-ı Safa (X. yy), İbn Sina (ö. 1037), İbn Zeyle (ö. 1048), İbnü't-Tahhân Ali el-Kâtib (XI. yy), Harezmî (X. yy), Safiyyüddin Urmevî (ö. 1294), Kudbüddin Şirazî (ö. 1311), Hasan Kaşânî (XIV yy.), Abdülkadir Meragî (ö. 1435), Ahmedoğlu Şükrullah (ö. 1476), Fethullah Şirvânî (ö. 1486), Molla Camî (ö. 1492), Ladikli Mehmed Çelebi (ö. 1500), Ali Şah b. Hacı Büke (ö. 1500), Kırşehirli Yusuf b. Nizameddin (XV. yy), Hızır b. Abdullah (ö. 1451), Kadızâde Tirevî (ö. 1494), Seydî (XVI. yy), Çengi Yusuf Dede (ö. 1670), Ali Ufkî Bey (ö. 1675), Dimitri Kantemir (ö. 1723), Kutbünnâyî Osman Dede (ö. 1729), Kemanî Hızır Ağa (ö. 1796 sonrası ), Kevserî Efendi (ö. 1770), Abdülbakî Nâsır Dede (ö. 1821), Haşim Bey (ö. 1868), Rauf Yekta Bey (ö. 1935), Kazım Uz (ö. 1943), Abdülkadir Töre (ö. 1946), Hüseyin Sadeddin Arel (ö. 1955), Suphi Ezgi (ö. 1962), Kemal İlerici (ö. 1986), İsmail Hakkı Özkan (ö. 2010) gibi üstadlar mûsikî nazariyesine dair mühim eserler vücuda getirmişlerdir.

Bugün bunların sayesinde medeniyetimizin mûsikî teorisi oluşmuştur. Mûsikînin ameli kısmında ise isimleri zikredilemeyecek kadar fazla üstat bulunmaktadır. Özellikle Abdülkadir Meragî (ö. 1435) ile başlayan dönemden itibaren Gazi Giray Han (ö.1607), Hatip Zâkirî Hasan Efendi (ö. 1623), Hafız Post (ö. 1694), Buhurizâde Mustafa Itrî (ö. 1712), Derviş Ali Şiruğani (ö. 1714), Eyyûbî Ebubekir Ağa (ö. 1759), III. Selim (ö. 1807), Dede Efendi (ö. 1846), Hacı Ârif Bey (ö. 1885), Şevki Bey (ö. 1890), Zekai Dede (ö. 1897), Kemani Tatyos Efendi (ö. 1913), Tanburi Cemil Bey (ö. 1916), Hafız Burhan (ö. 1940), Refik Fersan (ö. 1965), Şerif Muhittin Targan (ö. 1967), Sadettin Kaynak (ö. 1961), Münir Nurettin Selçuk (ö. 1981), Bekir Sıtkı Sezgin (ö. 1996), Cinuçen Tanrıkorur (ö. 2000), Kani Karaca (ö. 2004), Neşet Ertaş (ö. 2012) ve daha birçok mûsikîşinas medeniyetimizin köşe taşı olarak hizmet etmiştir. Hülasayı kelâm mûsikîye dair söylenecek ve yazılacak çok şey var. Yukarıda zikri geçen terimler, kişiler ve eserlerin hepsi başlı başına derinlikli çalışma konusudur.

İslamın ihsan boyutunun en güzel temaşa edildiği, İlahi mesajın sesteki izharı olarak telakki ettiğimiz mûsikî, medeniyetimizde hakikatin her canlıya ulaşmasına doğrudan tesir edebilecek bir güce ve güzelliğe sahiptir. Özü itibarıyla mûsikî hiçbir zaman amaç olmamıştır. Ulvi gayelere hizmet eden bir tebliğ aracı olarak kullanılagelmiştir. Bundan 800 küsür yıl önce Safiyyüddin Urmevî, mûsikînin tesirini göstermek gayesiyle 40 gün susuz bırakılan deveyi yaptığı mûsikî icrasıyla suyun yönünden kendisine doğru çevirme hikâyesi herkesçe malûmdur. Bugün güzel okunan bir ezan ile pek çok insanın Müslüman olduğuna şahidiz. En son bir televizyon dizisinde icra ettiğimiz zikirden dolayı Müslüman olmak istediğini söyleyen insanların bulunması bizim bu meselelere ne kadar ciddi eğilmemiz gerektiğini bir kez daha bize hatırlattı. Dolayısıyla gereken ihtimamın gösterilmesi, bizi biz yapan eserlerin okunması ve toplumun her kesimine ulaştırılması hepimizin sorumluluğudur. Gayret bizden; tevfik Allah'tan. Vesselam...