Meleke mi izafet mi? Ahlaki niteliklerin doğası üzerine

İyilik ve kötülüğe konu olan fiillerimiz, bir talebi, maksadı veya niyeti, iradeyi ve kudreti gerektirir.
İyilik ve kötülüğe konu olan fiillerimiz, bir talebi, maksadı veya niyeti, iradeyi ve kudreti gerektirir.

Araba kullanmak ile infak etmek arasında, irade ve izafetin etkiye maruz kalması arasında esaslı farklar vardır. Araba kullanmayı öğrenen kimse uzun süre araba kullanmasa, ardından araba kullanmaya teşebbüs etse, birkaç denemeden sonra eski hâline dönebilir. Fakat infak etme, nefsin iğvasına ve ruhun ilhamına açık olduğundan, iradenin kararlılığının sürekli sınandığı eylemlerdendir. Saf ahlaki eylemlerin neredeyse tamamı böyledir.

Klasik ahlak düşünürleri genellikle iyi ve kötü olmakla nitelenen fiillerin, zamanla insanlarda meleke hâline geldiğini iddia ederler. Buna göre, herhangi bir fiili işlediğimizde, önce zihnimizde veya ruhumuzda o fiile yönelik bir talep oluşur, ardından bizde o fiile yönelik bir irade oluşur, sonra da bir engel yoksa o fiili gerçekleştiririz. Fiili gerçekleştirmek için şayet organlarımız yeterli değilse, o fiili yapmayı sağlayan bir araç kullanırız. Fiil bir maddeyi işlemeyi gerektiriyorsa, ona uygun maddeleri bulup işleriz. Fiilin bir yapma eylemi olması mümkün olduğu gibi bir terk eylemi olması da mümkündür.

İnsanın ahlâka konu olan fiilleri, her hâlükârda ona doğru bir yönelişi gerektirir.

Mesela namaz ibadetinde kişi Allah’a ibadet niyetiyle belirli hareketi gerçekleştirirken, oruç ibadeti ifa edildiğinde kişi bir şey yapmaz, tam tersine oruç tutmadığı durumlarda yemek, içmek vb. yaptığı eylemleri yapmayı bırakır. Saygı ifade etmek için gerçekleştirilen fiillerde bunun pek çok örneği bulunabilir. Büyüklere saygı göstermek için bacak bacak üstüne atmadan oturmak, ebeveynin yanında sigara içmemek gibi fiiller, “terk” fiilleridir. Dolayısıyla iyilik ve kötülüğe konu olan fiillerimiz, bir talebi, maksadı veya niyeti, iradeyi ve kudreti gerektirir. İnsanın ahlâka konu olan fiilleri, her hâlükârda ona doğru bir yönelişi gerektirir.

 İnsanın ahlâka konu olan fiilleri, her hâlükârda ona doğru bir yönelişi gerektirir.
İnsanın ahlâka konu olan fiilleri, her hâlükârda ona doğru bir yönelişi gerektirir.

İlk bakışta zannedildiği gibi, yöneliş her zaman fiilin konusuna yönelik bir arzuyu gerektirmez. Zira insan, arzu duymadığı hatta nefret duyduğu ve tiksindiği şeyleri de yapabilir, yahut arzuladığı şeyleri tercih etmeyebilir. Niyet, kasıt ve yöneliş olduğu hâlde, irade olmadığı takdirde de fiil gerçekleşmez. Bu sebeple irade, insan zihnindeki anlam ile kudret arasındaki bağlantıyı sağlayan, bir şeyin olmasını olmamasına, yahut olmamasını olmasına tercih eden ilke işlevi görür. İrade bulunsa, kudret bulunmasa fiil yine gerçekleştirilemez. Çünkü irade kudreti harekete geçirir. Kudretsiz irade, kelimenin tam anlamıyla kötürüm kalır.

Fakat kudret değer yüklü değilken irade değer yüklüdür. Her hangi bir fiilin iyi veya kötü olmakla nitelenmesini sağlayan, iradenin maksatta içerilen anlamı üstün kılmasıdır. Fakat iradenin değer yüklü olmasının yanı sıra, hayati bir özelliği daha vardır: İrade sürekli yenilenen bir şeydir. İnsanın belirli bir fiili sürekli yapabilmesi için fiile yönelik talep oluştuğu her durumda, iradenin daima fiilin varlığını yokluğuna tercih edecek şekilde yenilenmesi gerekir. Dolayısıyla bir saat önce gerçekleştirdiğimiz fiilin iradesiyle, aynı türden fiili şimdiki irademizle gerçekleştiremeyiz.

Bu açıklamalardan sonra, ahlaki bir davranışın insani öznede nasıl bir durum oluşturduğunu sorabiliriz. Bilindiği üzere “ahlak” kelimesi Arapçada “huy” anlamına gelen “huluk” kelimesinin çoğuludur. Ahlak düşünürlerinin çoğunluğu, bir kimsede herhangi bir davranışın bir veya birkaç kez yapılması ile huy hâline gelmesini ayrıştırmışlardır. Onlara göre bir kimse, herhangi bir davranışı ön bir düşünme olmaksızın adeta doğal bir özellikmişçesine yerine getirebiliyorsa, bu davranış, o kimsede bir “meleke” olmuştur. Şayet böyle değil de, kişi davranışı zorlamalı olarak yapabilirse davranış henüz meleke olmamıştır, sadece bir hâl olarak meydana geliyordur. Bu bağlamda “hâl” kavramı geçici olanı, “meleke” kavramı da sürekli olanı ifade eder. Kuşkusuz ister hâl olsun ister meleke olsun her türden davranış, ahlaki fâil ile davranışın nesnesi arasında bir izafet meydana getirir.

Yukarıdaki açıklamaya başvuracak olursak, söz gelişi yolda kalan kimseye yardım eden birinde yardım etme fiiline yönelik bir anlam veya niyet oluşur. Bu anlamın bir olgu olarak yardım etme fiiliyle bir ilişkisi (taalluk) veya onunla bağlantısı (izafet) vardır. İzafet gerçekleşmediği takdirde, talep ve irade içeriksiz kalacağından fiilin gerçekleşmesi de mümkün değildir. Fiil, pek çok defa yapıldığı takdirde ve artık kişi fiili bir düşünme hazırlığı yapmadan gerçekleştirebilir seviyeye geldiğinde, insan zihni, nefsi veya ruhu o fiile yönelik bir “meleke” kazanır. Meleke kelimesinin “sahip olmak” anlamına gelen, “meleke-yemliku” kökünden türediğini hatırlarsak, adeta kişi o davranışı yapma becerisine sahip olmuş demektir.

Mesela kişi, yolda kalmış kimseye yardım etme melekesi kazanmışsa, artık ondan adeta doğal bir şekilde oluyormuş gibi, yolda kalmışa yardım etmesi beklenir.
Mesela kişi, yolda kalmış kimseye yardım etme melekesi kazanmışsa, artık ondan adeta doğal bir şekilde oluyormuş gibi, yolda kalmışa yardım etmesi beklenir.

Bu seviyeye ulaştığında, artık ondan o fiilin aksini yapması beklenmez, tam tersine o fiili yapmaması hayret uyandırır. Mesela kişi, yolda kalmış kimseye yardım etme melekesi kazanmışsa, artık ondan adeta doğal bir şekilde oluyormuş gibi, yolda kalmışa yardım etmesi beklenir. Fakat burada temel soru şudur: Bir fiil çokça yapılıyor olsa bile ahlaki öznede belirleyici olan şey, o fiili yapma neticesinde oluşan alışkanlık mıdır, yoksa hem o fiili yapmayı mümkün kılan hem de fiil yapıldığı esnada varlığını sürdüren izafet midir?

Her şeyden önce izafet, iki şey arasındaki bir ilişkidir ve tıpkı irade gibi yenilenen bir zihnî durumu ifade eder.

Yukarıda belirtilen ahlak düşünürlerinin kahir ekseriyeti, söz konusu seviyedeki ahlaki davranışları meleke olarak görmeyi yeğlerler. Fakat herhangi bir ahlaki davranışın sürekli yenilenen bir iradeye ihtiyaç duyması ve bir ahlaki failin, meleke edindiğini düşündüğümüz ahlaki davranışın tersini yapabilmesi bu görüşü daha derinden düşünmeyi gerektirmektedir. Her şeyden önce izafet, iki şey arasındaki bir ilişkidir ve tıpkı irade gibi yenilenen bir zihnî durumu ifade eder. Evet, izafetin varlığı için bir davranışın fiilen olması gerekmez.

Mesela kişi, darda kalan komşusuna yardım etme davranışı gerçekleştirecekse ahlaki fail ile bu davranış arasındaki izafet, davranışının fiili varlığını gerektirmez. Ahlaki fazilet ve reziletlerin izafetleri asıl itibariyle ahlaki failin kendisi ile davranışın zihindeki anlamı arasındadır. Dolayısıyla izafetin fâilin zihninde varlığını koruduğu düşünülebilir. Nitekim ahlak düşünürlerinin bir davranışın meleke hâline geldiğini söyleyebilmesinin dayanağı da, izafetin zihnî varlığıdır.

Fakat izafetin ahlaki bir fiile kaynaklık etmesi için, iradenin izafeti desteklemesi gerekir. İrade ise şehvet ve nefretin yönlendirmesi ile ahlaki failin gaye edindiği şeye yönelmesi arasındaki gerilimden doğar. Bu durum, izafetin varlığını da etkileyerek davranışı gerçekleştirme aşaması söz konusu olduğunda, onu iradenin temeli olmaktan çıkararak iradeye bağımlı hâle getirir. İradenin nefsin iğvasına veya ruhun ilhamına açık oluşu, bizzat iradenin kendisini bir tür tedirginliğe dönüştürdüğü sürece izafet de bu tedirginlikten nasibini alır.

Fazilet ve rezîletlerin meleke olduğunu iddia eden düşünürler, aslında fiil türleri arasında ayrıntılı ayrım ve tahlil yapmazlar. Mesela araba kullanmak ile infak etmek arasında irade ve izafetin etkiye maruz kalması arasında esaslı farklar vardır. Araba kullanmayı öğrenen kimse uzun bir süre araba kullanmasa, ardından araba kullanmaya teşebbüs etse birkaç denemeden sonra eski hâline dönebilir. Fakat infak etme, nefsin iğvasına ve ruhun ilhamına açık olduğundan, iradenin kararlılığının sürekli sınandığı eylemlerdendir. Aslına bakılırsa saf ahlaki eylemlerin neredeyse tamamı böyledir. Saf ahlaki eylemlerden kastım, ahlaki olmakla nitelenmesi için kendinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan ve tanımı gereği ahlaki olan eylemlerdir.

Mesela ahlakilik şartlarını düşündüğümüzde, “komşuya yardım” eylemi tanımı gereği ahlaki iken, “bilgisayar kullanmak” tanımı gereği değil, kendisine eklenen başka bir takım maksatlarla ahlaki olan bir eylemdir. Herhangi bir robot, bilgisayar kullanabilir ama kesinlikle komşuya yardım edemez. Yani bir robot, bilgisayar kullandığında gerçekten bilgisayar kullanılmış olur. Çünkü her ikisi de araçsaldır. Bilgisayar kullanmanın iyi veya kötü oluşu, fâilin o fiile niyetini katmasıyla gerçekleşir. Oysa komşuya yardım fiilinin bizzat bir yardım fiili olabilmesi için, failin işin başına bu niyetle yapması gerekir. Aksi hâlde yapılan eylem, komşuya yardım fiili olmaz.

İşte bu türlü fiillerde irade ve izafet tekrar tekrar yenilenir. Evet, böylesi fazilet ve rezîletleri sürekli yapan kimsede izafet güçlendiği ve İbn Sînâ’nın deyişiyle “ruhta bedene karşı bir üstünlük durumu” oluştuğundan, yenilenen iradeyi aksi yönde arzu ve nefretlerin etkilemesi daha zordur. Ama yine de kişinin ahlaki davranışla ilişkisi, bir mülk edinme, sahiplenme ve dilediği gibi tasarrufta bulunma seviyesine ulaşmaz ve bir izafet olarak varlığını sürdürür. Bu sebeple kırk yıl erdemli fiilleri yapan bir kimsenin bunca sınanmışlık ve alışkanlığın ardından, aksini yapmayacağına dair hiçbir garantisi olamaz.

Dinde takvanın, korku ile ümit arasında bir ruh hâlini ifade etmesinin de böyle bir zemini vardır.Arzu ve ihtiyaçlarımız olduğu sürece; ahlak, iradenin tedirginliğini şu veya bu seviyede sürekli yaşamayı, yenilenen iradeyi ve onunla irtibatlı olan izafeti yönlendirme şuurunu açık tutmayı gerektirir. Aksi hâlde, farkında olunmadan erdemsizlikler ile erdemler yer değiştirebilir.