Milli mücadele ve İslamcılar

ccns
ccns

İstiklal mücadelesinin sembol metni İstiklal Marşı, açıkça dini bir metindir. İslamcıların Garb alemine bakışı “Çelik zırhlı duvar” ve “İman dolu göğüs” karşılaştırmasında en keskin biçimde ifadesini bulur. Bağımsızlık, ezan, vatan, bayrak kavramlarına yüklenen derin anlamlar ve “Hakk’a tapan millet” vurgusu aynı zamanda dini coşkunun bir tezahürüdür.

İslamcılığın İslam dünyasına emperyalist saldırıların yoğunlaştığı bir ortamda savunmacı bir tavır olarak ortaya çıktığına, serinin daha önceki yazılarında temas etmiştik.

Milli mücadele esnasında İslamcılığın tavrını da aynı çerçevede ele almak gerekmektedir. 19. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren İslam dünyasında görülen emperyalizme karşı direniş hareketlerinin tamamı İslamcı bir karakter taşır. Trablusgarb’da Senusiler, Fas ve Cezayir’de Ticaniler, Kafkaslar’da Şeyh Şamil ve daha onlarca dini hareket bu mücadelenin mihverini teşkil eder.

Bu itibarla Milli Mücadele de, bidayetinde temel motivasyonunu İslam’dan ve öteden beri İslamcıların savunageldiği fikirlerden almaktadır. İstiklal mücadelesinin sembol metni İstiklal Marşı, açıkça dini bir metindir. İslamcıların Garb alemine bakışı “Çelik zırhlı duvar” ve “İman dolu göğüs” karşılaştırmasında en keskin biçimde ifadesini bulur. Bağımsızlık, ezan, vatan, bayrak kavramlarına yüklenen derin anlamlar ve “Hakk’a tapan millet” vurgusu aynı zamanda dini coşkunun bir tezahürüdür.

Daha sonra Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı olacak İsmet İnönü’nün bile mücadeleye inanmadığı bir ortamda, Anadolu’da halk; Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi gibi nice alim insanın gayretiyle zaten teyakkuza geçmiş bulunuyordu.

İsmet İnönü Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupta “Şimdi İstanbul’da belli başlı iki akım vardır. Amerikan ve İngiliz taraftarlığı… Eğer Amerika’nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin topraklarımızın bugünkü bölüşümünü genişletmekten başka yapacakları bir şey kalmıyor ki, Fransızlar ve İtalyanlar ona bu konuda yardımcı olacaklar, karşı çıkmayacaklardır. Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine başvurulsa çok faydası dokunacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Ülkenin bütünlüğünü parçalamadan Amerika’nın kontrolüne emanet etmek, yaşayabilmek için tek (yegâne) katlanılabilir çare gibidir. Bu pazarlığın sürdüğü bir zamanda Amerika lehine ağırlık koymak gerekir” (İstiklâl Harbimiz, I, YKY: 2008, s. 193-195) sözleriyle açıkça mandayı savunmaktadır.

O dönemde pek çok din adamının, Millî Mücadele fikrinin doğuşunda etkin rol oynadıklarını tarih kaydetmiştir. Din adamları, Kurtuluş Savaşının kıvılcımını ateşlemekle kalmamış, din, vatan ve millet uğruna canla, başla mücadele etmiştir.

Mustafa Kemal’in de Milli Mücadele’nin başlarında İslamcıların hilafına söylemlerden kaçındığı görülmektedir. Sivas Kongresi’nde delegeler önünde ettiği yemin şu şekildedir. “Makam-ı Celil-i Hilâfet ve Saltanata, İslâmiyete, Devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek… çalışacağıma… namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billâh.”

Ancak M. Kemal, Milli Mücadele’ye hakim olan dini retoriği siyaseten zorunlu gördüğünü daha sonra Nutuk’ta itiraf edecektir. “Gerçek, Osmanlı Saltanatı’nın ve Hilâfetin yıkılmış ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek yeni temellere dayanan, yeni bir devlet kurmaktan ibaretti. Fakat durumu olduğu gibi dile getirmek amacın

büsbütün kaybedilmesine yol açabilirdi.”

Peki, ne oldu da savaşın ardından Milli Mücadele’nin ruhuna uymayan, İslamı bütünüyle hukuki, ictimai, siyasi sahalardan dışlayan bir tablo çıktı ortaya? Bu sorunun cevabı, Milli Mücadele’den sonra kurulacak yeni nizamın Batı’nın tensibine göre olmasının zorunluluğunda aranmalıdır.

Türkiye’nin önünde iki seçenek vardır. Ya mücadeleye devam etmek, bu içerde de yıkıcı bir savaşı ve on yıllar sürecek fiili bir işgal sürecini göze almak anlamına geliyordu; ya da görünüşte teritoryal bir bağımsızlığa razı olup, hilafetten, dinden, İslam coğrafyasına ilişkin iddialardan vazgeçmiş emperyalistlerin güdümünde bir devlet kurmak. Hakikaten zor bir imtihandan geçilmektedir. İsmet İnönü’nün Lozan’dan çıkarken “Bir yüzyıl daha kazandık” sözünü bu minvalde değerlendirmek gerekir.

Unutulmamalıdır ki, İslam Dünyası, iktisadi, siyasi ve içtimai açıdan tam bir çöküş halini yaşamakta ve işgal edilmemiş bir karış toprağı bulunmamaktadır.

Bu şartlarda Lozan’da emperyalist devletlerin karlı çıktığına ise şüphe yoktur. Lozan’ın kabul edilmemesi halinde, hilafetin merkezinde devam etmesi muhtemel işgalin özellikle İngiliz işgali altındaki Müslümanlarda bir rahatsızlığa yol açması muhtemeldir. Lozan’da gizli ve açık şartların kabülü, hilafetin ilgası, İslam harflerinin yasaklanması ve koyu laisizm uygulamalarıyla Türklerin bile İslam’dan ve İslam dünyasının hamiliğinden vazgeçtiği algısı Müslümanlar üzerinde derin bir sükutu hayale yol açmıştır. Emperyalistlerin asıl başardığı, belki de bizim mecbur bırakıldığımız durum da budur.

Bundan sonra milli mücadelenin hangi saiklerle kimlerin öncülüğünde yapıldığının bir önemi yoktur. Savaştan sonra “İttihad-ı İslâm” düşüncesinden hareketle Millî Mücadele’nin resmî yayın organı haline gelen Sebilürreşad’ı cephe cephe dağıtan Eşref Edip sürgün ve hapislerle dolu bir hayata mahkum edilirken, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucularından Amerikan mandası taraftarı Yunus Nadi yeni Cumhuriyet’in en gözde ideologlarından biri haline gelmiştir.

O günkü şartlarda İslamcıların bağımsızlığı, hilafet, vatan ve dinin muhafazasını önceledikleri, Savaş sonrası şartlar için yeterince hazırlıklı ve örgütlü olmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Bu konuda hazırlıklı olsalar bile dünyanın o günlerde içinde bulunduğu şartlar, büyük devletlerin beklentileri Batı’ya müzahir Türk! aydınlarına İslamcıların sahip olamayacakları avantajlar sağlamaktaydı. Hala da öyledir; bir Ahmet Altan’ımız yok mesela, veya Can Dündar’ımız… Bir nevi, “%90’la gelseler ne yazardı” durumu yani…

Cumhuriyetin ilanından sonra, ideolojik anlamda uzun yıllar İslamcı bir etkiden söz etmenin imkanı yoktur. Tek Parti yönetiminin nihayetine kadar da İslamcı talepler, sisteme ilişkin olmaktan ziyade dini değerlerin muhafazasına dair çabalardan ibaret kalmıştır. Bu dönemde Kur’anın öğretilebilmesi, dini değerlerin yeni nesillere aktarılması Müslümanların başlıca gayesi halini almıştır. Daha yakın zamanlara kadar da Müslümanlar “bari kızlarımızın başörtüsüyle okumasına müsaade edilsin” düzeyinde taleplerinin karşılanması için bile zorlu bir mücadeleye girişmek durumunda bırakılmışlardır.

1960’ların ortalarından itibaren İslamcı hareketler yeniden siyasette de zemin bulmaya başlamış, Türkiye’de İslamcılık yeni bir aşamaya geçmiştir. Devam edeceğiz…