Mimaride referans noktamız Müslüman mimari değil İslami mimaridir

Cezayirli mimar Mustafa Ben Hamouche, Bahreyn Üniversitesi Mimarlık bölümünde doçent ve aynı zamanda Medine Foundation adlı bir mimarlık vakfının kurucusudur.
Cezayirli mimar Mustafa Ben Hamouche, Bahreyn Üniversitesi Mimarlık bölümünde doçent ve aynı zamanda Medine Foundation adlı bir mimarlık vakfının kurucusudur.

Müslüman mimaride her zaman hatalar bulabiliriz. Müslümanlar kusursuz olmadığı gibi mimarileri de kusursuz değildir. Bu yüzden Müslüman mimari örnekleri değişmez bir referans noktası olmayabilir. Örneğin; Emevi kalelerinin banyolarında çıplak kadın figürleri bulabilirsiniz. Bu İslam’a aykırıdır. Bu yüzden bu tür yapılar “İslami mimari” olarak değerlendirilemez. İslami mimariye uyacak olursak; Kur’an ve hadisler bu tür yanlışlara asla müsaade etmez. Dolayısıyla bizim referans noktamız her zaman İslami mimaridir.

Söyleşi: SİBEL KILIÇ

Çeviri: ESRA ARI

  • Cezayirli mimar Mustafa Ben Hamouche, Bahreyn Üniversitesi Mimarlık bölümünde doçent ve aynı zamanda Medine Foundation adlı bir mimarlık vakfının kurucusudur. Kendisi Avrupa’da ve ülkesinde aldığı mimarlık eğitimiyle, “Körfez’de kentleşme”, “Kuzey Afrika’da kent tarihi” ve “İslam hukukunun geleneksel Müslüman kentlerde yapılı çevreye etkisi” gibi alanlarda akademik çalışmalar yapmış ve mimarlık tarihine dair önemli belgeleri gün yüzüne çıkarıp literatüre kazandırmıştır. 1997 yılında Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde keşfettiği 17. yüzyılda yaşamış Edirneli Mehmet Kâmi Efendi’ye ait Riyazü’l Kasımîn adlı eseri doktora sürecinde çalışmış ve Batı’daki oryantalist akademik ortama rağmen, tezleştirerek İslam medeniyetinin köklü şehircilik anlayışını gözler önüne sermiştir. Biz de kendisiyle İlmi Etütler Derneği aracılıyla bir araya geldik ve tezleştirerek literatüre kazandırdığı Ekami Mehmet Efendi’nin Riyazü’l Kasımîn adlı el yazmasını, “İslami mimari” ile “Müslüman mimari”nin ayrımlarını, günümüz Müslüman coğrafyalarındaki şehircilik anlayışını ve İslam medeniyetine ait mimari gelenekle bağımızı konuştuk.

Öncelikle şunu sormak istiyorum, Batı’da aldığınız yoğun eğitim ve içinde bulunduğunuz oryantalist akademik ortamdan sonra, İslam mimarisi çalışmaya nasıl karar verdiniz? Sizin için tetikleyici unsur ne oldu?

Cezayirliyim. Çalışmalarımı 1980’lerde Cezayir’de (Cezayir’in başkenti) genellikle mimari ve şehir planlama üzerine yaptım. Daha sonra mimari ve şehir planlama üzerine yüksek lisansımı yapmak için İngiltere’ye gittim. Sonrasında Paris’e gittim. Orada birçok üniversite var. Benim doktoramı yaptığım okul Fransız Şehircilik Enstitüsü’ydü (French Institute of Urbanism/Institut français d’urbanisme). Cezayir’de almaya aşladığım ilk eğitimlerden beri hep İslam mimarisini üzerine düşünüyordum. O zamanlar bize İslam mimarisi eğitimi veren birçok İtalyan hoca vardı ve o hocalar bizde bu mimariye karşı bazı yanlış izlenimler oluşturdular. Şöyle ki İslam mimarisinin kaotik olduğunu ve Müslümanların sadece karşılaştıkları farklı kültürlerden bazı mimari fikirleri çaldıklarını ve bu nedenle insanlığa yeni bir şey kazandırmadıklarını öğrettiler bize. Bu düşünceler elbette o zamanın oryantalist kitaplarına dayanıyordu. İslami mimariye dair zihnimde beliren sorularla bize öğretilen bilgiler arasında savaş veriyordum, ancak o zamanlar zihnimdeki sorulara net bir yanıt bulamamıştım. Hocalarımla tartışmalar yaşıyordum ve onlar bana, bize okutulan kitaplarda yazanın doğru olduğunu ve bu bilgilere muhalefet edemeyeceğimi, sadece verilen bilgiyi kabul etmem gerektiği söyleniyordu.

Maruz kaldığınız baskı sizi belli ki tam tersi yönde tetiklemiş.

Evet, öyle oldu. İngiltere’ye ilk gittiğim zamandan beri İslam mimarisi üzerine araştırma yapıyordum hâlihazırda bu benim hep gündemimdeydi. Ve sonra yüksek lisansımı Müslüman bir toplulukta yaşam ve ev tasarımı üzerine yaptım. Ancak bu yeterli değildi. Doktora süresince de Osmanlı İmparatorluğu döneminde Cezayir’in (başkent) mimari tarihi üzerine odaklanmayı düşünmeye başladım. Neden; çünkü 1983’te Cezayir’in bütün tarihi Fransız sömürüsü yüzünden değişmişti. Bundan hemen öncesi Osmanlı dönemiydi ve kültürel değerler İslami öğretiler üzerine kurulmuştu, tam da bu nedenle bu kayıp mimari tarihi çalışmak istiyordum. Doktora sürecimde Paris’teki Türk danışmanım beni Osmanlı arşivleri üzerinde çalışmam için teşvik etti. Kendisi Stefanos Yerasimos’tu. Belki kendisini biliyorsunuzdur...

Evet, kendisi İstanbul üzerine yaptığı çalışmalarla meşhurdur.

Stefanos Hoca beni İstanbul’a davet etti. O zaman burada on beş gün kaldım. O zaman İstanbul’u keşfedebildim. Üsküdar, Sultanahmet, Bab-ı Âli ve Marmara ile ilgili daha önce pek çok şey okumuştum ama nerede olduklarını bilmiyordum, hocamın daveti sayesinde hepsini canlı olarak görme şansım oldu. İstanbul’a geldiğimde Osmanlı dönemi ile ilgili bilgilerim tamamlamaya başladı. Ve Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gittiğimde, bir Osmanlı kadısı olan Edirneli Ekamî Mehmet Efendi’nin şehri düzenleyen kuralları açıklayan el yazmasını bulmam belki de hayattaki en büyük şansımdı. Riyazü’l Kasımîn adlı bu el yazması, oryantalistlere, iddialarının aksine, Müslümanlar olarak kaotik ve düzensiz bir mimari anlayışımız olmadığımıza ve şehir planlamasıyla ilgili köklü bilgilerimiz olduğuna dair iyi bir cevaptı. Kütüphanedeki binlerce dokümanın buradaki insanlar tarafından kullanılmamış olması da ayrıca şaşırtıcıydı. Bazıları sadece Türkçeydi ve onları okuyamadım ama eserlerin bir kısmı da Arapçaydı. Arapça olanları kullandım. O zamanlar doktoramı yapmak için kullanacağım, istediğim nitelikteki materyalleri bulabildiğim için elbette çok şanslıydım.

Riyazü’l Kasımîn’e dair de bazı detaylar paylaşabilir misiniz? İslami şehirciliğe dair ne tür belgeler mevcut eserde?

90’larda oryantalistler özellikle Fransızlar ve İngilizler, İslam mimarisi üzerine düşünmeye başladılar ve Maliki öğretisinin en ünlü kitaplarından İlan bi Ahkami’l Bünyan’ı keşfettiler. Bu, oryantalistlerin İslam mimarisiyle ilgili fikrini değiştirdi. Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Fes’te gördükleri düzensiz ve kaotik görüntünün ardında kurallar ve konseptler olduğunu düşünmeye başladılar. Bu kitap İslam mimarisinin kaidelerini yeniden düşünme konusunda akademide büyük ses getirmişti. Sonra bunlar aklımda varken; Allah tarafından, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’ndeki Ekamî Efendi’nin elyazması Riyâzü’l-Kasımîn eserini buldum. Aslında kitabın yaklaşık yüzde 30-40’ı miras hukukuna göre mirasçılar arasında arazinin nasıl parsellendiğiyle ilgiliydi. Biz öldüğümüzde bize ait mülkler başkalarına veriliyor.

Bunların nasıl paylaştırıldığı İslam’da kesirlerle açıkça belirtilmiştir. Bu yüzden Ekâmî Efendi buna önem vermiş ve başlığı “Riyâzü’l-Kasımîn” olarak koymuş. Ancak kitap, bu konudan daha geniş bir şekilde “fıkh’ul umran” yani şehir planlama kurallarıyla ilgiliydi. Yani camiler, sokaklar, bahçeler, Hristiyan ve Müslüman toplulukların yaşam alanları, şehir duvarları ve savunma hatlarını ele alıyordu. Yapı malzemeleri, su, ağaçlar; bunların hepsi şehirciliğin gerçek ve kapsamlı resmidir. Şehircilik dediğimiz şey, şehir planlama ve şehir kurmaktır. Riyâzü’l-Kasımîn de bize döneminin şehir organizasyonunun ve yönetiminin kanuni anlamda kurallarını veriyor. Ve pek çok İslami kavramı içeriyor. Örneğin; önalım hakkı (şufa) ya da irtifak (gayrimenkuller üzerindeki hak tesisi) veya koruma (hima) gibi… Koruma mesela, ihlal etmememiz gereken korunması zorunlu alanlardır, örneğin çimenler ya da askeri amaçlı noktalar gibi. Yani bir şehir hayatı için gerekli pek çok detay ve kavram yazma eserde ele alınmış. Bu oldukça geniş bir zenginlik… Biz bile farkında değiliz… Örneğin Napolyon Kahire’ye gittiğinde orada şehirciliğe dair özellikleri fark etti ve bunları kendi ülkesinde şehircilik kanunlarına ekledi. Batı’da önalım hakkı yoktu onlar bunu İslam fıkhından aldılar. Ve bizdeki bir çok konsept onlara Batı medeniyeti kanunlarının temellerinin zenginleştirilmesinde yardımcı oldu. Riyâzü’l-Kasımîn’deki en önemli nokta bunları keşfetmeye yardımcı bir eser olması.

Eseri çalışma süreciniz nasıldı, nerede çalıştınız?

Eseri çalışma sürecim şöyle gerçekleşti: Bahyreyn’de akademik hayatıma geri döndüğümde, bu on-on bir yıllık akademik dönem araştırma için mükemmel bir süreçti; çünkü üniversitede kalıp hem hocalık hem de araştırma yapabiliyorduk. Bu sürecin bir kısmında, 1997’de İstanbul’dan aldığım Edirneli Mehmet Kâmi Efendi’nin bu el yazmasını düzenleme şansım oldu. Yazmanın eski Farsça ve eski Türkçede yazılmış bazı bölümlerinin çeviri işini pek çok kişiden yardım alarak tamamladım. Yazmanın geri kalan Arapça tercümesini de kendim yaptım. O zamanlar mimari ve şehir planlama eğitimleri veriyordum ama araştırmam özellikle Müslüman şehirler üzerineydi.

90’larda Batılı oryantalistler, Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Fes’te gördükleri düzensiz ve kaotik görüntünün ardında kurallar ve konseptler olduğunu düşünmeye başladılar.

Peki, biz İslam fıkhını ve medeniyetimizin mimari konseptlerini bugünün modern şehirlerini kurmak ve düzenlemek için nasıl kullanabiliriz?

Şehir bir organizmadır; birbirleriyle alakadar insanlardan oluşan bir sistemdir

Hâlâ üzerinde çalıştığım şey bu; ama örnek vermek gerekirse vakıf sistemini kullanabiliriz. Vakıf çok eski bir tesistir. İnsanların mallarını hayır olarak yetimler, eğitim ve ya benzer şeyler için bağışlamasına dayalı bir sistemdir. Vakıfla ilgili en önemli şey bir çeşit sürdürülebilir finansal sistem ortaya çıkarmasıdır. Artık belediyenin vakıf tarafından karşılanan hizmet için para ayırmasına ihtiyaç kalmaz. Ve bir şehrin kendi kendini kalkındırdığını düşünün. Bu harika bir şey olurdu, çünkü şehirlerimizin çoğu şimdi belediyenin kamu hazinesine bağımlı. Ama eğer örneğin su, elektrik veya yetimler ve fakirler için vakıflar olsaydı büyük bir belediye ve bürokrasi oluşumuna ihtiyacımız olmazdı. Mahalle kavramımız var mesela bizi şehirde sadece bir birey değil toplumun da parçası hâline getiren. Şehir bir çeşit organizmadır; birbirleriyle alakadar insanlardan oluşan bir sistemdir.

Bu nedenle mesela, kendi evimizin inşasını yapmak için izin almamız yeterli değildir. Komşularımızı da düşünmemiz gerekir. Örneğin İsviçre’de ve sanırım Finlandiya’da da size inşa izni verilmeden önce komşularınıza sorulur. Bu sizin bireysel eyleminizin çevrenizi nasıl etkilediğiyle ilgili yalnızca bir örnek. İslam medeniyetinde bu yüzyıllardır var; ancak bugünkü düzenlemelerde yok. Mesela birisi sizin evinizin önüne kendi evini inşa ediyorsa sizin mahremiyetinizi umursamıyor demektir, bu kabul edilemez. İslami şehircilik anlayışına göre, komşu hakkını her daim gözetmelisiniz, örneğin onun mahremiyetini ihlal edecek şekilde ev inşa etmemelisiniz; bu haramdır. Bizimse bugünlerde mimari ve şehir planlama dilimizde “haram” kelimesi ne yazık ki yok. Ve mesela artık bizim şehirlerimizde insanlar kendi mallarını hayır için infak da etmiyorlar.

Bu devletin, belediyenin işi hâline geldi; bu konunun benimle ilgisi yok diyorlar. İnançları şehircilikle etkileşime girmiyor. Biz ancak gerçekten Müslüman şehirlerde insana, canlılara ve çevreye zararsız olmamız gerektiğini ve mallarımızı hayırlı bir amaç uğruna Allah rızası için infak etmememiz gerektiğini hissedebiliriz. Ancak çağdaş mimari konseptinde inşa edilen ve geliştirirken modern şehirlerimizde bu gibi incelikler yok ve hiç göz önünde bulundurulmuyor. Şehirlerimize yeniden kazandırmamız gereken kavramlar, değerler bunlar. Bence bu, kuşaklardır yaşadığımız bir sorun, sadece ben değil; belki yeni Müslüman mimar jenerasyonu bunları düşünüp teklif edecektir. Belki on, yirmi, yüz yıl içinde medeniyet ve şehir planlama konusunda bütün trendlerle ilgili fikrimizi değiştiririz. Bunu umuyorum…

Bu konuda yaptığınız çalışmalardan birisi de sanırım Medine Foundation’ı kurmaktı. Medine Foundation nedir, nasıl bir kurum; teori ve pratik açısından burada nasıl bir eğitim ve çalışma söz konusu?

Cezayir’e geri döndüğümde üniversitelerin kapsamının çok sınırlı olduğunu düşündüm. Sadece öğretim veriliyor ve araştırma yapılıyordu. Ancak size düşündüklerinizi uygulama fırsatı verilmiyordu. Bu yüzden ben de mesleğimi icra edebileceğim, üniversite bilgisiyle mesleki bilgi arasındaki boşluğu tamamlayacak bir köprü olarak Medina Foundation adında yeni bir enstitü kurmak zorunda hissettim. Çünkü birçok kitap ve makale yazabiliriz ama şehirlerin ve insanların gerçeklerine dokunmadığımız sürece bunların insan hayatı üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır. Bu sebeple Medina Foundation’ı kuruldu. Bu, mimari ve şehir planlamaları çalışmaları olan; şehirler, ulaşım sistemleri zorlukları, barınma krizi, şehirdeki camilerin rolleri gibi temel konularda sempozyumlar düzenleyen, konulardan ziyade konuyla ilgili insanları, zihinleri bir araya getiren bir çeşit mesleki enstitü.

Şu an kurumumuzun dördüncü ya da beşinci yılındayız ve aynı zamanda yılda iki kez yayımladığımız Journal of Medina adında bir dergimiz var. Bu faaliyetlerimizden bir tanesi… Diğer faaliyetlerimiz profesyonelleşmek isteyen mimarlara üniversitelerde öğrenmedikleri şeylerin eğitimini vermek. Çünkü üniversitelerde pek çok boşluk var. İnsanlar mezun olduklarında işleriyle ilgili tecrübe kazanamıyorlar. Biz de üniversitelerin zayıf noktalarını tespit edip mimarlara ve gençlere bunları akademik şekilden ziyade profesyonel anlamda öğretiyoruz. Kendi tecrübelerini hususi alanlarda öğrencilerimize aktarmak üzere profesyonelleri kurumumuza davet ediyoruz. Örneğin; vakıfların tertipleri, yapı malzemeleri, düzenlemeler üzerine özellikle eğildiğimiz alanlar.

Gerçekten başvurduğumuz insanlar da sahadaki insanlar ve geldiklerinde maddi manevi herhangi bir şey beklemeden gelen insanlar. Ve yaptığımı diğer bir şey de İslam şehirciliğine ait düşünceler içeren kitaplar yayımlamak. Eski şehirleri eskiden oldukları gibi yeniden oluşturamayacağımızı biliyoruz. Şimdi arabalar, internet ve birçok yeni şey var. Bu yüzden geçmiş ve şimdi arasındaki boşlukta bir köprü oluşturmaya çalışıyoruz ve İslam’ın bugünkü çağdaş yaşama ne verebileceğini, tarih öğrenirken oradan gerekli olan neleri alabileceğimize bakıyoruz. “Babalarımız, dedelerimiz çok yüceydi ve bunları bunları yaptılar” demek yeterli değil. Ama biz sadece onları övüyoruz. Onların mesajını alıp çağdaş bir şekilde bugüne uyarlamamız gerekiyor.

Anladığım kadarıyla çalışmalarınız esnasında bir mimar olarak yolunuz tarihle çok kesişmiş. Mimari tarih çalışmak salt mimari çalışmaktan ne şekilde ayrılıyor?

Şöyle ki tarih bilimi bana mimari uygulamaları izlemek için önemli bir olanak sağladı. Tarih bugün bize sadece hikâyelerden ibaret gibi duruyor; ama onu bir tecrübe sahası olarak değerlendirirsek bugün akla gelen pek çok sorunun ve karşılaşılan pek çok problemin çözümünün olduğu bir alan olduğunu keşfedeceğiz. Bunu keşfetmek, beni İslamî bilgimin tarihi versiyonunu günümüz versiyonuna aktarmaya sevk etti. Bu gibi şeyleri müfredat yüzünden üniversitede öğretemiyordum, bazı derslerin eğitimi oldukça katıydı. Ve ne yazık ki o zaman yüksek lisans programımız yoktu. Şimdi Arap Körfezi’nde yaklaşık 17 yıl geçirdim. Sonra Cezayir’e geri döndüm ve Cezayir’den (başkent) 50 km uzaklıktaki Blida Üniversitesi’ne katıldım. Hâlen İslam mimarisi konusunda ve coğrafi bilgi sistemleri, son ve hususi teknolojinin şehirlerin analizinde nasıl kullanıldığı gibi başka konularda eğitim veriyorum. Aynı zamanda şehrimiz hakkında Osmanlı yazmaları ve kaynakları üzerine kendi araştırmalarımı yapıyorum çünkü Cezayir’de Fransızların işlerinden çok çekiyoruz.

Şehirleri tahrip edip sadece çok küçük ve eski şehirleri bıraktılar. Bu yüzden yeni nesil için tarihi ve özellikle mimari tarihi yeniden keşfediyorum. Neyse ki; geçmişe, özellikle Fransızlar Cezayir’e gelmeden önceki döneme ilgi duyan pek çok yeni öğrenciler var. Çünkü Fransızların ilkelerinden birisi de Cezayir’in bütün tarihini silmek ve yüzde yüz Batılılaştırmaktı; bunun sonucu olarak Arapça bilmiyor yeni nesil, çoğunlukla Fransızca konuşuyor. Üniversitelerde de Fransızca konuşuluyor. Bu nedenle beklediğim, Cezayir’in tarihine duyulan ilginin, yaşantıya ve çalışmalara da yansımadır. Şu anki misyonum bu. Eski bilgileri canlandırıp üniversitedeki yeni jenerasyona sunmak ve onları gerçek geçmişe bağlamak. Sanırım benim çalıştığım alanın salt mimariden böyle bir farkı var. Yapmak istediğim, yeni nesil için geçmişe bağlanan ve geçmişle sağlıklı alışverişi mümkün kılan köprüler kurmak.

Bir makalenizde okuduğum kadarıyla, “İslami mimari” ve “Müslüman mimari” şeklinde iki ayrı kavramdan bahsediyorsunuz. Bu iki kavram nasıl ayrılıyor?

Kavramların karışımı söz konusu. Gerçek şu ki, “İslam mimarisi” dediğimizde bahsettiğimiz şey, direkt olarak düstur anlamında İslam’a bağlanıyor. Bu yüzden bu, kavramlarla ilişkilidir ve soyuttur, yani ideal olandır. Pratikte pek örneği yoktur. Yani teorik olarak İslam mimarisi dediğimizde bu kavram, İslami prensiplere dayanır, dayanağı İslami kurallardır. Müslüman mimari dediğimizde ise; bununla Müslümanların yaptığı uygulamaları kastederiz. Müslümanlar, İslam’ı kabul edip kendilerince onu her alanda uygularlar. Böylece kendi mimarilerini üretirler. Kuzey Afrika’daki toplumlar, Anadolu’dan, Araplardan, Malezya gibi Uzak Doğu ülkelerinden tamamen farklıdır bu yüzden farklı mimarileri vardır. Yani Müslüman mimari de daha başka etkenler de giriyor işin içine.

Kültürün ve coğrafyanın da işin içine girdiğini söylüyorsunuz…

Evet, Müslüman mimari insanlar tarafından İslami anlayışın mimariye aktarılmaya çalışıldığı pratiklerdir. Bu yüzden mimarilerimizde toplumdan topluma farklar görürüz. Endonezya’ya gittiğinizde İstanbul’dan tamamen farklıdır. El Hamra’ya gittiğinizde eğimli çatısı, avlusu ve bütün yapı malzemeleri farklı. Bu, coğrafya ve tarihle ilgili… Coğrafya boyutu çöl, deniz ve dağlar gibi mimari yapının malzemesinden, yüksekliğine kadar her detayını etkileyen doğal koşullar bütünü. Tarih boyutu; örneğin Peygamber’in ilk dönemi, Emeviler, Abbasiler sonrasında Osmanlı’nın dâhil olduğu yani kültürel ve toplumsal etkenlerin de dâhil olduğu bir boyut. Saydığım kültürlerin hepsinin kendine has mimarisi var. Bunların hepsi büyük “Müslüman mimari” şemsiyesinin altında. İslam mimarisi ise tek olmalıdır çünkü bir kavramdır.

“Kıble” dediğimizde bu herkes için tektir. Dua ederken hepimiz Mekke’ye yöneliriz. “Mahalle hukuku” dediğimizde Cezayir’de, İngiltere’de, nerede olursa olsun hepimiz komşularımıza saygı duymalıyız. “Misafirlerimize cömert olmalıyız” dediğimizde bu da çölün ötesinde, Arap ülkelerinde ve Anadolu’da da bulduğumuz bir prensiptir. Yani, İslamî mimaride pek çok kavram var ki bunlar sabittir ve toplumdan topluma değişmez. Bunlar İslam mimarisine dayanak oluşturup bu mimari anlayışın gövdesini şekillendirirler. Referanslar bunlardır. Müslüman mimaride her zaman hatalar bulabiliriz. Müslümanlar kusursuz olmadığı gibi mimarileri de kusursuz değildir. Bu yüzden Müslüman mimari örnekleri değişmez bir referans noktası olmayabilir. Örneğin; Emevi kalelerinin banyolarında çıplak kadın figürleri bulabilirsiniz.

Bu İslam’a aykırıdır. Bu yüzden bu tür yapılar “İslami mimari” olarak değerlendirilemez. İslami mimariye uyacak olursak; Kur’an ve hadisler bu tür yanlışlara asla müsaade etmez. Dolayısıyla bizim referans noktamız her zaman İslami mimaridir. Ancak yine de Müslüman mimari örneklerine baktığımızda, tarihte bu tarz hatalar azdır. Müslümanların mimari uygulamalarının çoğu tarihi referans açısından oldukça iyidir. Bu yüzden tarihimizi unutmamalıyız. Her zaman kullanmalıyız çünkü bize İslami ve kültürel değerlerin eski zamanlarda mimaride ve diğer alanlarda nasıl kullanıldığı, nasıl uygulandığıyla ilgili bir resim verir. Bu da bizim devam etmemize, geçmişimizle bağ kurmamıza yardımcı olur. Bu yüzden şu anda birçok okul, tarihe geri dönüp eski şehirleri inceliyor ve oradan ders çıkarıyorlar; çünkü zaman geçtikçe, bize tecrübeler bırakıyor. Geçmişteki tecrübelerin pek çoğu hâlâ geçerli.

Müslüman dünyasının bugünkü mimari uygulamalarını ve gelenekle bağını nasıl yorumlarsınız?

Eskiden geçmişten nefret edilirdi çünkü modern olan isteniyordu. Şimdi insanlar geçmişlerine âşıklar, yani nispeten iyi bir yerden bakıyorlar. Ama uygulamalarında geçmişe ait bazı şekilleri alıp onu kopyalıyorlar. Kopyala-yapıştır taktiği… Bu da aslında ideal olan İslam mimarisine denk düşmüyor. Bugün aslında İslam mimarisi hiç yok diyebiliriz; çünkü hiç kimse İslami mimarinin özünü öğretmiyor ya da öğrenmiyor. Çünkü sadece taklit ediyoruz. Çok fazla proje var ve resim açısından gerçekten harika olduklarını görüyorsunuz. Ancak sadece çok azı İslami kavramları barındırıyor. Örneğin; alçakgönüllülük, yapılarda özellikle de evlerde aşırıya kaçmaya, gücümüzü göstermeye iznimiz yok. Ama bazı insanlar çok büyük evler yapıyorlar “İslami tarzda” güya. Ama mânen bu gösterişli ve müsrif uygulamalar İslam’la çelişiyor.

Çünkü İslam’a göre; sahip olduğumuz imkânları suistimal etmemeli ve komşularımızla rekabet içinde olmamalıyız. Mimar olarak Batılı tarzdaki eğitimlerimizle uygulama yaptığımızda toplumu rekabet etmeye, en yüksek konfora sahip olmaya ve bireyselliğe; herkesi kendi hayatı için yaşamaya ve gücünü göstermeye itiyoruz. Ve bu da elbette ki inancımın temel mesajlarına aykırı. Bu yüzden bence yeni jenerasyonun bu mimari konseptten farklı bir tarz oluşturmasına ihtiyacımız var. Sonrasında da şekil değişecek. İslam mimarisinde yeni biçimler olması konusunda endişeli değilim. Geçmişimizdeki elementleri alıp onları yeniden kullanmalıyız, diyemem. Hayır. Eğer geçerli ve hâlâ kullanılabilirlerse kullanabiliriz; ama değillerse temel şey İslami değerlere dayalı olandır, Müslüman mimari değil. Yani temel olan özdür, maddi olan değil.

Bir İslam şehri beliriyor mu peki zihninizde, hâlihazırda bir örneğimiz yok mu?

Hayır, geçmişten gelen bilgilerimizin ve Avrupa’nın bize dayattıklarının bir karışımı var zihnimizde. Şimdiye kadar İslam ve çağdaş yaşamın gerekliliklerine cevap verebilecek bir modelimiz yok bu nedenle. Yani bence şuana kadar gerçek bir İslam şehri yok kurabildiğimiz… Ancak zaten bu bir ideal olmalı bizim için, sürekli ulaşmaya çalıştığımız. Hayalimiz bu olmalı. Gelecekteki projemiz bu; İslami kavramları çağdaş yaşama, mimariye hayatın her alanına katmak.

Şunu da sormak istiyorum; malum Suriye’den ülkemize bir göç durumu söz konusu, muhacirlerin barınma ihtiyaçlarına modern şehirler karşılık veremiyor, bu konuda İslami mimari çözümleri neler olabilir?

Bu mülteci sorununa benzer bir olayı Osmanlı döneminde Endonezyalı mülteciler varken Cezayir’de biz de yaşadık. İspanyol işgalinden sonra bütün Müslümanlar Endonezya’dan gönderildi. Müslümanlar mülteciye dönüştü ve İspanya’dan ayrılıp diğer ülkelere göçmek zorunda kaldılar. Birçoğu Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’da (Mağrip) bölgesel başkenti olduğu dönemde Cezayir’e geldi. Şehir dolmuş ve insanlar şehirden taşıyordu. O dönemki Osmanlı Sultanı’ın bir mektubu vardı; bu insanları diğer şehirlere almalı ve bir genel planlama yaparak bu ağır yükü bir yerde tutmadan diğer şehirlere dağıtmalısınız, diyordu. Bu da Cezayir’de mültecileri yerleştirmek için yeni kasabaların kurulmasına neden oldu. Bu yalnızca bir örnek. İstanbul’daki göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve dengeli bir yerleşim politikası güdebilmek için bu konuda ne yapılabileceğiyle ilgili özel yaklaşım gerekiyor. Yapılacak en iyi şeyi söylemek benim için kolay değil ancak en doğru kararı vermenize yardımcı olacak pek çok mekanizma ve kavrama sahip olduğumuzu düşünüyorum.

Son olarak, Türk gençlere, mimarlara, tasarımcılara bir mesajınız bir tavsiyeniz var mıdır?

Mesajım şudur ki; İslam zamansız bir mesajdır. Zamana ve coğrafyaya bağlı değildir. İnsanoğluna bir çağrıdır. Sadece Müslümanlar için değildir; bu nedenle büyük bir yükümlülüğümüz olduğuna inanıyorum. Biz Batılıların ilerlemesini bekleyip onları takip ediyoruz. Hayır. İlk önce aradaki boşluğu kapatmalı sonra da sahip olduğumuz kavramlar ve evrensel mesajımızla öne çıkarak insanlığa yardıma koşmalıyız.