Mısralarla düşünmek

Hayati İnanc: Bir beyitle birlikte hatırladığım o kadar çok dostum var ki, sırf bu sebeple zengin hissederim kendimi.
Hayati İnanc: Bir beyitle birlikte hatırladığım o kadar çok dostum var ki, sırf bu sebeple zengin hissederim kendimi.

Çağrışımlar -eskiler tedâî derdi- dünyası edebiyat biraz da. Görünür bir sebep yokken birbirini çağıran beyitler arasında buluyorsunuz kendinizi; dost sohbetlerinde, kimi zaman da ‘cins’ bir yazı için bilgisayarın başına oturduğunuzda. Bazen sonraki beyti veya şairi davet eden husus, önceki ile aynı sayfaya kaydetmiş olmanız belki yıllar önce. Bazen de bir arkadaşınızın sohbet sırasında söyleyivermiş olması. Bir beyitle birlikte hatırladığım o kadar çok dostum var ki, sırf bu sebeple zengin hissederim kendimi. Bizimki de öylesine bir teselli işte. Ama kaydetmeden geçersem nankörlük olur; neş’eden hâlî değil bu vaziyet asla. Avuç avuç para harcayıp da eğlenmeyi başaramayan onca insana mukabil, kendi kendine “neşve tahsîl etmenin” konforu az şey mi? Üstelik tamamen masrafsız. Bu defa da öyle oldu işte ve ben Kayserili az bilinen bir şairin mısraları ve onların çağrıştırdıkları arasında buluverdim kendimi. Nisârîzâde Abdullah adındaki şairimizin mahlâsı Belîğ. Yani şiir âleminin nick name’i. Elliyedi yıllık ömrünü 1744 de tamamlayıp gitmiş suskunlar semtine. Eskiler kabristana öyle de derlermiş; semt-i hamûşân = suskunlar mahallesi.

Şairimiz Kayseri’nin müftüsüymüş aynı zamanda.

Bir vakt ola Nevres aranır böyle gazeller

Kaydet ko bulunsun bu da dîvân arasında

Denilmiştir ya; biz şiir yazamadığımızdan, yazılanları kaydediyoruz. Masrafı olmadığı gibi zahmeti de yok yani bizim neşemizin. Gel keyfim gel...

Kaydettiğim ilk beytini buyurun lütfen Belîğ’in:

Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer

Kısmete kâni’ olan dergeh-i Mevlâya düşer

Demek olur ki; “Men âmene bil-kaderi, emine min-el kederi = kadere iman eden kederden emin olur” fehvâsı mûcibince duruşun olmaz da işgüzarlık yapmaya kalkarsan, onun bunun kapısında yalvarırken bulursun kendini. Aksi halde ise, Kerîm olan Allah’a müracaat eder, yücelirsin.

El açıp zelil olmak mı, ellerini açıp azîz olmak mı; tercih senin. Diyarbakırlı Said Paşa’nın, ellibeş mısralık şaheserinde dediği gibi: Herkesin destindedir âlemde zill ü rifâti

Anlatılır ki Horasan’da bir garip, yolcu iken hırsız zannedilerek zindana atılınca, sessiz sessiz ağlayıp dua etmekten başka hiçbir şey yapmadan geceyi geçirirken; valinin o gece üç defa üst üste tahtı başına geçirilip dehşet içinde uyanması üzerine huzura çağırılır da yanlışlık anlaşılınca vali der ki:

- Bizi affedin. Görevliler sizi yanlışlıkla hapsetmişler. Şu hediyemi kabul edin. Bir de şehrimizde bulunduğunuz müddetçe neye ihtiyacınız olursa lütfen haber verin. Yardımcı olalım. Garibin cevabı şu olur:

- Müsterih olun affettim. Neticede yanlışlık var. Hediyeniz de kabulümdür. Ama sıkışınca size başvurmam. Çünkü benim gibi bir kimsesiz için koskoca valinin tahtını tersine çeviren Allah varken, ben başka kapı çalmam.

Beliğ merhum aynı gazelin bir beytinde de bakın nasıl işaret çakıyor:

Gam u tertîb ü hışmla geçirür evkâtın

Her kimin kim hevesi mansıb-ı dünyâya düşer

Dünyaya heves ettin mi yandın. Ömrün tuzaklar, sinir krizleri, hastalıklar, davalar arasında geçip gider. O değil de, bizimkilere kulak verse insanlar; hekimler, hakimler, emniyetçiler, psikologlar falan sinek avlayacak. Fena mı olur? Cinslik olsun diye söylemiyorum ha, ciddiyim. Demiş ya Erzurumlu; “Az yeyirem hekime işim düşmez; düz gidirem hakime yolum düşmez.” Müftü şairimiz işaret levhası türünden hakîmâne sözleri arasına şu beyti de koymuş iyi mi; âşıkâne dediğimiz cinsten:

Bahr-i eşk içre gönül zülfüne meyl etse ne gam

Sarılır mâra o bîçâre ki deryâya düşer

Yanisi şu: Meçhul sevgiliye hitaben “gözyaşına boğulan benceğiz zülfüne düşkün olur tabii, kınama; malûm denize düşen yılana sarılır, ne yapsın.” Sonra yine hikmet tarzına dönüp imzayı atıyor üstad:

Ey Belîğ etmeyen her emrini Hakka tefvîz

Hazer etsin ki anun fırsatı a‘dâya düşer

“İşini Allah’a ısmarlamayan düşmanının maskarası olur” diye tercüme edelim onu da Türkçe’den Türkçe’ye. Çankırılı Behçet’ten aldığım iki beyitle noktalayalım:

Âsârıdır esbâb-ı bekâ âdeme yoksa

Her ni’met ü her izzetin encâmı ademdir

[Her nimet ve her makam geçip gider de, seni sonra andıran ancak eserindir. Barbaros Hayreddin Paşa’nın dediği gibi yani; Er odur ki dünyada koya bir eser / Esersiz kişinin yerinde yeller eser].

Hem-nev’ine hizmet eden erbâb-ı kemâlât

Mahsûd-ı rakîb olsa da mahbûb-i ümemdir

[İnsanlığa hizmet eden güzel insanlar rakiplerince kıskanılır ve sıkıntı çekerler belki ama ümmetin sevgilisi olur; yetmez mi?]