Modern çağda insan, gerçek huzuru neden bu kadar zor buluyor?

Hayat, insan zihninin kendisiyle verdiği bitimsiz bir mücadele. Seçimlerimizin her biri, kim olduğumuzu belirleyen işaret taşlarından biri: Korku mu, sevgi mi? Endişe mi, huzur mu?
Bu soruların derinliğine inmeden, insanın doğasını anlamamız mümkün değil. Zira varoluş, her daim gerilim ve huzur arasındaki dengeyi bulma çabasıdır. Ve ne hazindir ki, korku, insanın zihnine kök salmış en eski gölgelerden biridir. Tıpkı kökleri görünmez derinliklerde büyüyen bir ağaç gibi, fark edilmeden ama sinsice beslenir ve dalları, hayatın her alanına yayılır.
Korku, gerçeğin üzerine çekilmiş puslu bir perde gibidir. İnsan, doğduğu andan itibaren görünmez duvarlarla çevrili bir dünyada var olmaya çalışır. Başlangıçta güven hissi veren bu sınırlar, zamanla bir hapishaneye dönüşür; duvarlar yükseldikçe ufuk daralır, özgürlük hayal olur. Modern dünya ise bu dar alanın içinde, bireyin içsel uyanışını engelleyen, ustalıkla inşa edilmiş illüzyonlarla dolu. Korkunun oluşturduğu zincirler, yalnızca bireysel değil, toplumsal boyutta da bizi kuşatır. İnsan, sürekli bir şeylere sahip olarak tatmin olacağını sanır; ancak bu arzular, tıpkı sisler arasından görülen bir serap gibi gözlerimizin önünden kaybolur. Sahip olma hırsı, sonsuz bir kısır döngüye hapsolmamıza neden olurken, asıl soru perde arkasından hiç çıkmaz: Tüm bu arzuların ardında, ruhumuzun yoksunluğunu hangi parlak yanılsamalarla avuturuz? İnsan, çoğu zaman neden eksik hissettiğini bile bilmez.
Gerçek huzur, insanın en derin sığınağında, kendine varmayı başardığı noktada başlar. Fakat bu yolculuk, kaçınılmaz olarak içimizdeki çatışmaları tanımayı ve onları olduğu gibi kabul etmeyi gerektirir. Ancak modern çağ, zihni bir yankı odasına çevirerek onu sahte tatminlerin peşine düşürür. İnsan, kendisini eksik hissetmeye o kadar alıştırılmıştır ki, varoluşunun yaralarını neyle kapatacağını bilemez. Gerçekten tatmin olduğumuzu ne zaman hissederiz? Modern insan, dış dünyanın gürültüsü içinde kendi sesini duyamaz hale gelmiş, tatmini dışsal göstergelerde arayan bir gölgeye dönüşmüştür. Sistem, insanın korkularını besleyerek onu sonsuz bir arayışa iter, çünkü korkunun içinde sıkışan insan, asıl bağımlılığı fark etmez: Kendi özüne dönmekten kaçışı. Gerçek huzur, insanın nihayet kendisiyle yüzleştiği, tüm illüzyonları bir kenara bırakıp ruhunun derinliklerine eğildiği noktada başlar.
Gerçek huzur, korkudan kaçmak değil, onun yüzüne bakabilmektir. İnsan, korkularına gözlerini kapattıkça, onların gölgesi büyür; ancak onlarla yüzleştiğinde, bu gölge dağılır ve yerini dingin bir içsel bilince bırakır. İnsanın içindeki çalkantılar bir denizin derinliklerinde saklı kasırgalara benzer; yüzeyde ne kadar dinginlik varsa, altında o kadar fırtına kopar. Denizin sırrı da burada değil mi: En büyük dalgalar bile bir gün durulur. Kendi iç dünyamızdaki bu dalgalanmayı kabul ettiğimizde, asıl gücümüzü keşfetmeye başlarız.
O yüzden, kendini bastırma, saklanma, kaçma. Hangi düşünce içini sıkıyorsa, hangi korku gecelerini bölüyorsa, onu gör ve tanı. Çünkü huzur, fırtınayla savaşarak değil, onun doğasını anlayarak gelir. Seçim bizim: Geçici korkuların içinde kaybolmak mı, yoksa derinlerde saklı o büyük sessizliği kabullenmek mi?
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.