Modern edebiyat bireyin iç dünyasını nasıl ve ne zaman öne çıkarıyor

Arşiv
Arşiv

Sanat eserinde verili mekân/çevre, nesne ve kişi yoktur, hepsi her an değişmektedir. Bazen anlatıcının hüznü her yanı sararmış yapraklarla doldururken; bazen de batan güneşin kızıllığı anlatıcının yüzünde yansır.

Modern edebiyatın birey merkezli olması nedeniyle bakışı daha çok içe yöneliktir. Dolayısıyla dil de buna uygun olarak kurulmuştur; öncelikle bireyi çözümleyip anlamaya çalışır. Birey fail değil, münfaildir; bu nedenle edebiyat bireyin başına gelenlerin onda yarattığı etkilenimi ifade etmeye çalışır. Dil özneldir, edilgindir.

Geleneksel anlatılardaysa dil nesneldir, etkindir; daima kahramanın fiillerini ifade ettiği için eylem bildirir.

Aslında her iki edebiyat anlayışında da “saf insan” arayışı vardır. Geleneksel edebiyat, insanı dışa dönük ifade ederken mikrokozmiğin makrokozmik; modern edebiyatsa içe dönerken makrokozmiğin mikrokozmik tekabüliyetini arar. Geleneksel edebiyat saf insanı tümelde, modern edebiyatsa tekilde arar.

Tümel de tekil de insan için bir saflık, ebedilik, değişmezlik arayışıdır. Tümel ebedi ve değişmez olanın kendinde içkin olduğunu; tekilse bunun insanın içinde, derununda, özünde olduğunu vaat eder.

Yazar da bu saflığa ulaşmasıyla evrenselleşeceğini düşünür.

Modern sanatın giderek ruhsallaşmasıyla birlikte, bizatihi eserde aranan saflık, öz, sanatçıya aktarılmıştır. Böylelikle sanatçı kendi ruhunu eserine aktarmaya başlamıştır. Bu aktarımla birlikte güzellik değeri de sanatçıya transfer edilmiştir; yani değer esere içkin değil, değerlendirene ait olmaya başlamıştır. Sonraları değer’lendirme sürecine izleyici/okuyucunun da katıldığını anımsayalım. Bu katılımla birlikte eser sanatçıdan da koparak tamamen izleyici/okuyucuya tâbi kılınmıştır.

Evrenselliğin kaynağı önce nesnesinin kopyasını değil de ruhunu, onu o yapan şeyi açığa çıkardığı düşünülen eserde (Klasik); sonra esere ruhunu katan sanatçı da (Romantik/Modern); daha sonra da bu ruhu yorumlayıp anlamlandıran izleyici/okuyucuda (Postmodern) aranmıştır.

Bu transferle birlikte postmodern sanatta, neyin sanat eseri olarak kabul edileceği sorusu anlamlandırmaya, yoruma bağlanmıştır. Böylelikle postmodern sanata estetlerin/uzmanların ürettiği bir söylem her zaman eşlik etmiştir. Çünkü postmodern eseri eser olarak var eden bu söylemdir.

Fark, aynılık içinde dumura uğramış insanın idrakini açar.

Edebi eserde mekân/çevre, daima kahraman tarafından deneyimlendiği için psikofizyolojiktir. Çünkü kahramanın duyu algılarına göre kurulur ve kahraman -her insan gibi- her zaman bir duygu durumunun içindedir. Büyük Gerçekçilerin kurmaya çalıştığı matematiksel (kendinde, olduğu gibi, tıpkı) mekân/çevreye dahi duyu algılarının ve duygu durumlarının gölgesi hep düşer.

“Kendinde, olduğu gibi, tıpkı” mekan, nesne, kişi sadece bir soyutlamadır. Özellikle edebi eserde hikâyeyi bize birisi anlattığı için her şey onun dolayımıyla gerçekleşir; saf duyu algısı olamayacağına göre anlatıcı ne kadar nesnel bir sese bürünürse bürünsün psikofizyolojisi hep devrededir. Çünkü her zaman bir duygu durumunun içindeyizdir ve her şeyi “…olarak algılarız.”

Sadece anlatıcının duygu durumunda olması da yetmez; eserdeki bağıntılar, örüntüler, konumlandırmalar… gelip yazarın değer’ler sistemine dayanır. Örneğin Bereketli Toprak Üzerinde gerçekçi eserlerin önde gelenlerindendir. Romandaki patron-işçi, sömüren-sömürülen, eşitlik-eşitsizlik gibi karşıtlıklar yazarın gözünden çözümlenip değerlendirilir.

Bakışmada, bakış ile bakılan arasında karşılıklı etkileşim olduğu açıktır; yani bakışma işteş bir eylemdir. Dolayısıyla bakış, bakılana kendi psikofizyolojisini yüklerken, bakılan da duyusal nitelikleriyle bakışı etkiler. Elbette bakışmada denge bazen bakışın lehine (Tutunamayanlar) bazen de bakılan lehine (Devlet Ana) değiştiği olur. Bu durumda baskın olan diğerinin üzerini nispeten örter; ilkinde mekân/ çevre tamamen psikofizyolojikleşir, duygu durumunun gösterenine dönüşür; ikincisindeyse mekân/ çevre gösteren olarak hareket ederek psikofizyolojiyi etkiler. Bu etkileşimler sayesinde anlatıcı, mekân/ çevre, nesne ve kişiler giderek simgeselleşirler.

Diyebiliriz ki sanat eserinde verili mekân/çevre, nesne ve kişi yoktur, hepsi her an değişmektedir. Bazen anlatıcının hüznü her yanı sararmış yapraklarla doldururken; bazen de batan güneşin kızıllığı anlatıcının yüzünde yansır. Bir adım daha atarak şöyle de diyebiliriz: Sararmış yapraklar anlatıcının hüznü; batan güneşin kızıllığı da anlatıcının yüzü sayesinde suret bulur, varlığa gelir.

Okura da bu simge ormanında gezinirken, simgeleri çözümlemek düşer.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.