Modern insan neden hep sürükleniyor: Zaman parçalanırken sükun kayboluyor

Arşiv
Arşiv

Gerçekten etki uyandırmak, sarsmak isteyen sanatçı öncelikle vasatın güvenli ortamından çıkmayı göze alabilmelidir. Yani önce kendisi sarsılmalıdır.

Kadimler için sükun esas, hareket arıziydi. Hareket, sükun bulunan yere ulaşmak ya da dönmekti. Zaman da hareket ve sükunetin ölçüsüydü.

Modernlerdeyse aslolan harekettir; sükunet tembellik, hımbıllık olarak anlaşılır oldu. Ancak modernlerin hareketi “olmak istedikleri” yere doğru bir yolculuk olarak değil de “gitmek zorunda” oldukları yere doğru bir sürükleniş şeklindedir. Örneğin, Ulaştırma Bakanlığının metro inşaatlarında kullandığı bir motto bu sürüklenişi güzelce özetler: “Hayat ulaşınca başlar.” Bu motto muhtemelen bir bilinç sürçmesidir. Zira yolculuğun geleneksel referans değerleri bir çırpıda tasfiye edilmiştir ya da tersten de bakıp bu mottonun tam da modern olanın bilinçli tercihi olduğunu da söyleyebiliriz: Modern sürüklenişlerin, bir kemal arayışı olarak yolculuk olmadığı açıktır. İnsanın araçlarca yaka paça sürüklenişinin atlanıp yolculuğu doğrudan kavuşmaya bağlamak, bu bağlamda anlamlıdır. Ama burada görmezden gelinen modern insanın kavuşamadığı, sürüklenişlerinin kavuşmak için değil de zorunlu gidişlerin sonucu olduğu atlanır.

Hareket ve sükun olmadığı için zaman ölçü değerini yitirmiş, sürüklenişler arasında parçalanmıştır. (Uçakların, otobüslerin, metroların, vapurların çığlık çığlığa sürükledikleri insanlar, zamanın ritmini uçakların kalkış iniş anlarında, otobüslerin lastik seslerinde, metroların raylarında, vapurlara vuran dalgalarda duyumsarlar.) Ne bugünün, vaatlerle, ümitlerle yarına bağlanması ne de geçmişin hatıralarla bugüne taşınması söz konusudur. Hatıralar tarihsel anlarından, ümitlerse tarihsel kaderlerinden koparılmış birer imgedir artık.

Bu imgeler, parçalanmış zamanın parçalarına tutunarak varkalmaya çalışırlar. Bu yüzden bilinç de bu parçalanmış zamana tutunan imgeler arasında akmaz, sıçrar durur. Zira zaman, geçmiş ve geleceği ilmik ilmik örüp şimdiye bağlayamaz; zaman parçaları tarihsel anlarından kopup zamanın her anına saçılmıştır.

Modern edebiyatta -özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında- genellikle bir duyusal uyaranla tarihsel anlar içinde akan bilinç, bu akışta aradığını aradığı yerde buluyordu; çünkü tarihsel anlar geniş bir şimdide toplanıyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonraysa sözünü ettiğimiz parçalanmayla birlikte tarihsel anlar, zamanın her anına saçıldı ve bu saçılmayla birlikte bilinç de herhangi bir uyarana gerek duymaksızın tesadüfü bir şekilde sıçramaya başladı.

Yolcunun yolu üzerindekilerle girdiği alış verişin yerini bir imge avcısı olan turistin alması parçalar arasında sürüklenmeye güzel örnektir. Deneyimlemek yerine imge avlamak…

*

Vasat dil, dilin ortalamasıdır. Toplum her zaman köktenci söylemlerin ortalamasını alarak kendi ortayolunu belirler. Vasat dil de toplumda ortak kabul görmüş konuları yine ortak kabul görmüş kavramlarla betimler. Vasat dille ifade edilen iddialar, Gerçekten etki uyandırmak, sarsmak isteyen sanatçı öncelikle vasatın güvenli ortamından çıkmayı göze alabilmelidir. Yani önce kendisi sarsılmalıdır.

Yargılar, saptamalar hoşgörüyle karşılanır, kimseyi rahatsız etmez. Ortalamanın gücü hem gerçeği işaret etmesinden (bu yüzden hoşgörüyle karşılanır) hem de sıfır risk almasından doğar (bu yüzden kayıtsızlıkla karşılanır). Böylesi bir dil zar atmaz, çünkü zar atmak onlarca ihtimali barındırdığı için büyük risktir. Bu nedenle müphem değildir, neredeyse matematiksel bir kesinliğe sahiptir. Kelimeler genellikle asıl anlamlarında kullanılır, nüanslar eşanlamlılığa indirgenerek ortadan kaldırılır.

Cümleler vaz edildiği kadardır; her şey kendi açıklığında apaçık ortaya konulmuştur. Dildeki ortalama düştükçe bu açıklık, anlaşılırlık o kadar artar ve paydaşlar giderek çoğalır. Örneğin bu dil düzeyinde nerdeyse ittifaken kanonik edebiyatçılar en çok beğenilenlerdir. En iyi öykücülerden birisi Sait Faik’tir, dendiğinde tam da vasat dil düzeyinden konuşuluyordur: Hem gerçek vaz edilmiş olur (Sait Faik gerçekten iyi öykücüdür) hem de sıfır risktir (aklı başında kimse çıkıp değildir diyemez). Bu dil düzeyinde verilen eserler kimseyi rahatsız etmez, hatta onlardaki kanaatleri pekiştirdiği için insanları mutlu eder.

Ama kanonik edebiyata dahil sanatçılar bu dil düzeyinde sıkça anıldıkları, tekrar edildikleri için giderek kayıtsızlıkla karşılanmaya başlanır; eserleri de dekoratif bir süse dönüşür. Peşinde koştukları sorular, açtıkları yollar vasatın egemenliğinde giderek silikleşir.

Sanat eserinin insanı ve toplumu sarsmasından, değiştirip dönüştürmesinden söz edilir. Böyle bir sarsıntının vasat dille mümkün olamayacağı açıktır. Gerçekten etki uyandırmak, sarsmak isteyen sanatçı öncelikle vasatın güvenli ortamından çıkmayı göze alabilmelidir. Yani önce kendisi sarsılmalıdır.

İsmet Özel’in deyişi tam da yerindedir: “Çünkü şiir, şairin neresinden doğarsa okuyucunun orasına ulaşır.”

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.