Modern şiir neden 1960’lardan sonra kitleden uzaklaşmaya başladı

Arşiv
Arşiv

Modern şiir artık kitlesiz şiirdir ve kitlesizlik bir değer ölçütü değildir. Estetiğin yeni tarihsel normudur.

Özellikle 1960’ların sonuna doğru modern şiir kitle ile kurduğu etkileşim yönünden bir yalnızlaşma süreci yaşamaya başlar. Türkiye’de kent, kır, merkez çevre dengelerinin bozulmaya başladığı, sosyo-kültürel çevrelerin yer değiştirdiği, kültürel öznenin yerine daha bireyci ve ekonomik değerlerle çevrilmiş insan tipolojisinin uç verdiği bir zamandır bu. Oysa, neredeyse Tanzimat’tan bu yana büyük sancılarla yerini arayan yetmedi büyük savaşlarla her yönden sarsılmış toplum katmanları yine de içten içe bir insan ve insanlık değerleriyle sarılıdır. Çok partili hayata geçişle birlikte içeriden değil dışarıdan bir çözülmenin yaşandığı ve bu hesap dışı, beklenmedik tarihsel hareketlenmenin insanı da bocalattığı açıktır. Ne var ki 1950’lerden itibaren insanın bocalayışı toplumsal bağlarından kopmaya başlar. Daha şahsi öncelikler öne çıkar. Garip ve 2. Yeni şiirini şairlerin metinleri ve özel hayatları dışında asıl tarihsel bağlamda düşünmek gerekir. Milli Edebiyat ve ona bağlı yazarlar bir yana (zaten belli bir zaman dilimiyle kapalıdır) Yakup Kadri, Refik Halid, Nahid Sırrı Örik birer imparatorluk yazarı sayılırlar. Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in kurucu vasıfları henüz entelektüeller tarafından fark edilmemiştir. Necip Fazıl’ın sansüalite şairi olması, Cahit Sıtkı’nın ölümle halelenmiş içli yükselişi, Nazım Hikmet’in atılımcı fakat daha başta kategorize edilerek karartılan şiiri, 1940 kuşağının toplumsal yoklayışları, Attila İlhan’ın şehir yüklü romantizmi, Garip bildirisiyle şiir aklının yalınlaşması elbette tek tek kıymetli. Ne var ki modernizm ve onun kurduğu yeni atmosferi bir yaşama bilinci olarak duymak için 2. Yeni’yi beklemek gerekti. Turgut Uyar, Edip Cansever, İlhan Berk de birer, ikişer kitap gecikerek gelen bu bilinç, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Ülkü Tamer’de ilk kitapla beraber açığa çıkar.

“Taşların kalp atışlarını duyanlar/ Yalnız onlar okur benim söylediklerimi”

Sezai Karakoç ise, kendisinin de söylediği gibi Tercüme Dergisi’nin Şiir Özel Sayısı ile beraber bambaşka evrende karşılamaya başlamıştır şiir katında bu yeni bilinci. Şöyle söylemek gerekir, yeni şair, şiiri yaşarken ve duyarken batılı aklı ve biçimi sadece bir kalıp olarak kullanmaz, onu kendisinin kılar. Nitekim, Cemal Süreya’nın lirik fakat kıvrak, şaşırtıcı ancak modern dili, kadın üzerinden erkek bedenine değil adeta “iliği”ne dolarken yepyeni bir bilinç de yaratır. Sezai Karakoç ise bu bilinci, hemen hemen önceli olmayan, daha doğrusu duyuş ve yazış önceli olmayan bir bilinçle akıtır şiirine. Onun şahsi öyküsünü bilmesek, okuduğu okullardan, ailesinden, düşünsel anlamda irtibatlı olduğu şahıslardan habersiz olsak, kolayca onu bir kisveye, bir kalıba sokamayız. İnanç bir mask veya bayrak değildir mesela. Ferdi karakteri, tarihin aktüel değil daha özde medeni boyutuyla ilgilidir. Aslında, daha toplumsal hatta amaçlı şiire yöneldiği dönemde bile “Taşların kalp atışlarını duyanlar/ Yalnız onlar okur benim söylediklerimi” derken bile, çoktan modern bilincin çeperinde yaşamaktadır. Çünkü modern şiir artık kitlesiz şiirdir ve kitlesizlik bir değer ölçütü değildir. Estetiğin yeni tarihsel normudur. Şiir ile insan arasında yaşatılan amacın tabiatı değişmiştir çağa bağlı olarak. Şiir, çoktan kitlenin ayak seslerinin arttığı yerde değil tek bir insanın bütün evreni içine doldurduğu yerdedir. Bu yüzden “İçime çektiğim hava değil gökyüzüdür” diyecektir bir başka şair.

Karakoç elbette ne yazdığının farkındaydı ama bunun salt şiir sanatı içinde değerlendirilip okunmasına da itiraz ediyordu.

Sezai Karakoç, ömrünün sonuna kadar, kitlenin dışındaydı. -ölümünden kısa sıra önce o da kendi isteği ve çabasıyla değil Türkiye pop/ popülist politika ortamının etkisiyle kitlesel bir bilinirlik kazandı-. Her ne kadar Köpük şiirini aştıktan sonra, Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı, 11 Modern şiir artık kitlesiz şiirdir ve kitlesizlik bir değer ölçütü değildir. Estetiğin yeni tarihsel normudur. Gül Muştusu, Ayinler, Leyla ile Mecnun, Alın Yazısı Saati kitapları kitlesel ereği, destansı söylemin içine yerleştirme ve oradan toplumsallık kazanma gibi bir hava taşısa da Karakoç şiirinin temel dinamiği insanın bitmeyen kopuşunun tufanlaştığı yerde anlam bulur. O tarihsel anlamı çözebilmek için şiirin anlık, gündelik ve işlevsel amaçlarının ötesinde kaynadığı yere odaklanmak gerekir. Kendi şiirini nadiren okuduğuna şahit olurduk Sezai Karakoç’un. Zaman zaman okuduğunda ise o metne kendisinin değil başkasının yazdığı şiir gibi davranırdı. Fert olarak kendi şiirini ve düşüncesini yaşıyordu sessizce. Çokça şairler, yazarlar kendi şiirlerine, yazdıklarına dönüp dolaşıp atıf yaparlar. Şu şiiri şurada ben yazmıştım. Bir şiirimde şunu söylemek istemiştim. Karakoç elbette ne yazdığının farkındaydı ama bunun salt şiir sanatı içinde değerlendirilip okunmasına da itiraz ediyordu. Dava için şiir yazdığını ifade ederken de dava bayrağını ele alıp sokağa çıkmıyordu. O davanın çok katmanlı, almaşık, tarihi kültürel perspektif dediği uzamda okunmasını öneriyordu. Düz yazı, hikâyeler, piyesler dâhil bu bağlamın içindedir ama Sezai Karakoç’u asıl kuran modern bilincin dışavurumuydu. Karakoç, çağdaşlarından sadece yaşama pratiği ile değil modern bilinci inşa edişiyle de ayrışıyordu. Bu ayrışma, ona modern şiirin en seçkin örneklerini verme imkânı sundu. “Büyüyüp de çocuk kalma” tehlikesiydi bu. Sadece biyolojik değil duyumsal gerginlik de üretiyor ve yeni insanı etkiliyordu.

Çatı şiirinin bu bağlamda ilginç ve çarpıcı bir örnek olduğunu düşünüyorum. “Kaç aç varsa hepsi ben/ Kaç hasta varsa hepsi ben/ Kaç liman önlerinde dönen/ İşsiz hamal hepsi ben.” Sanki Marlon Brando, Rıhtımlar Üzerinde filminde yürüyordur. Siyah beyaz atmosfer bir klostrofobi değil yaşama iştiyakı damıtmaktadır. “Kaç aşktan ters yüz edilmiş/ Aşık varsa hepsi ben/ Bütün çiçeklerle donanıp/ Bütün insanlarla ölen” Türkiye toplumunun kitle iştahına ayarlanmış gündelik algısı buradaki modern ve evrensel tadı fark edemeyecektir hiç. Karakoç’u kendisinin ‘taşların kalp atışlarını duyanlar’ diye tasvir ettiği kişilerin anlamasını beklemek hâlâ açık bir öneridir.

Devam edecek...

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.