Modernitenin duygularla bitmeyen harbi

Şefkatsiz kalan her bir yüreğin, vicdanı tükendi. Vicdanı tükenen varlık ise dünyayı tüketti.
Şefkatsiz kalan her bir yüreğin, vicdanı tükendi. Vicdanı tükenen varlık ise dünyayı tüketti.

Birbirimize aktardığımız şefkat, dünyayı tüketme güdümüzün önüne geçmek adına ne kadar önemliyse, öz-şefkat de kendimizi tüketmemek ve özümüzden kopmamak adına o kadar önemli bir hal alıyor. Sanıyorum ki öz-şefkati, narsistik deneyimlerden ayıran temel husus insana bahşedilen ilahî şefkati farkında olup, zayıf yanlarını ve yetersizliklerini bu ilahî şefkat ile sarmalamak.

Zaman zaman cebelleşiyorum kendimle. Ne yapacağımı bilemiyorum; ne doğru ne yanlış ayırt edemiyorum, neyin içindeyim fark edemiyorum. Bir karar almam bekleniyor, bir sonuca varmam isteniyor lakin ben içinden çıkamıyorum. Zira modernite benden, mantığımla hareket etmemi istiyor.

Tuttuğunu kopar diyor, duygularını kenara bırak, yenilme diyor. "Ya kalbim!" diyorum, ona ne olacak? Vicdanımı da bırakacak mıyım öylece kenara? Şefkatimi de kaldıramayacak mıyım kiler rafına? Cevap vermiyor. İlgilenmiyor. Vicdan nedir bilmiyor. Sonuçta vicdan karın doyurmuyor, şefkat beş para etmiyor. Dinliyorum lafını ben de. Bırakıyorum tüm duygularımı kenara. Bırakıyorum vicdanıma sarılmayı. Bırakıyorum şefkatle sarmalanmayı. Böylece daha rahat alıyorum kararlarımı, içinde çamurlara bulanmıyorum. Zaten karar belli… Duygusuz olanı tercih edecektim ya işte, vicdansız olanı seçecektim ya öylece. Öyle yapıyorum. Yapıyorum yapmasına da kalbim üşüyor şimdi de. Soğuyorum her gün. Ne yapsam ısınamıyorum. Neye dokunsam canım yanıyor. Unutmuşum tüm duyguların adını, unutmuşum her birini yaşamayı…

Peki bana ne oluyor böyle? İnsan nasıl yitiriyor duygularını?
Halbuki duygular, insan varlığının yaşayabileceği en muazzam ayrıcalık.
Halbuki duygular, insan varlığının yaşayabileceği en muazzam ayrıcalık.

Şüphesiz ki modern hayat insanlığa maddesel olarak çok şey sundu, makineleşti, işleri kolaylaştırdı. Bunun yanında, tüketimi de bir o kadar arttırdı. Parayı, zamanı, doğayı olabildiğince tüketti. Ancak zannediyorum ki en çok da duyguları tüketti. Onları tanımayı, adlandırmayı, hissetmeyi unutturdu bizlere. Kaygı kötüdür dedi, kaygılanmaktan kaygılanır olduk. Üzülmek gereksiz dedi, hüznümüzü yok edecek haz dünyası kurduk evrene. Halbuki duygular, insan varlığının yaşayabileceği en muazzam ayrıcalık.

Zira tüm duygular fıtrattan geliyor; her biri Allah'ın sıfatlarının yeryüzünde ve dahası insanın ruhunda birer yansıması oluyor. Fıtratına yabancılaşan insan, duygularını yaşamayı unuttu, yaşadıklarını inkâr etmeye koyuluyor. Seviyorum diyemiyor, üzgünüm diyemiyor, özledim diyemiyor. Yavaş yavaş yabancılaşıyor dünyaya; önce kendine, ardından diğerlerine…

  • Bu yabancılaşmadan en çok nasibini alan duygu ise şefkat oldu. Kendine yabancılaşan insan "şefkat" nedir bilemedi, nasıl yaşanır hissedemedi. Şefkat nasıl gösterilirdi ki? Çoktan unutmuştu.

Anne evladına, doktor hastasına, öğretmen öğrencisine ve hatta insan kendisine şefkat gösteremedi. Şefkatsiz kalan her bir yüreğin, vicdanı tükendi. Vicdanı tükenen varlık ise dünyayı tüketti. Sosyolog Zygmunt Bauman, modern zihnin her şeyi değiştirebileceği olan inancıyla dünyanın bugünkü hâlini reddedip, değişmek için saplantılı bir istek duyduğunu ve insanın kendi benliğini olduğundan farklı inşa etme arzusundan bahseder. İnsanın kendini yeniden inşa etmesi ve özünden uzaklaşması için en kolay yöntem ise şüphesiz duyguların varoluşunun ardındaki hikmeti yok saymak olacaktır, zira duygularının yitiren insan için tüketimi arttırıp yıkıcı bir tutum sergilemek işten bile değil. Oysaki şefkat insan varlığının en temel duygusu.

Duygularının yitiren insan için tüketimi arttırıp yıkıcı bir tutum sergilemek işten bile değil.
Duygularının yitiren insan için tüketimi arttırıp yıkıcı bir tutum sergilemek işten bile değil.
Birbirimize aktardığımız şefkat, dünyayı tüketme güdümüzün önüne geçmek adına ne kadar önemliyse, öz-şefkat de kendimizi tüketmemek ve özümüzden kopmamak adına o kadar önemli bir hal alıyor.

Varoluşunun nüveleri, birer birer bu duygudan türüyor; zira dünyaya tertemiz gelen insanın özü gibi kalmasına vesile oluyor. Zorlandığında, korktuğunda, kaygılandığında Yaratıcı'nın şefkatine sığınıyor insan. Şefkatle dolan yürekler, şefkatle bakıyor dünyaya ne de olsa. Psikolojik açıdan şefkat duygusuna bakıldığında ise şefkat üç ana başlığa ayrılıyor: Bizden diğerlerine aktarılan şefkat, başkalarından bize gelen şefkat ve kendimize duyduğumuz öz-şefkat. Birbirimize aktardığımız şefkat, dünyayı tüketme güdümüzün önüne geçmek adına ne kadar önemliyse, öz-şefkat de kendimizi tüketmemek ve özümüzden kopmamak adına o kadar önemli bir hal alıyor. Sanıyorum ki öz-şefkati, narsistik deneyimlerden ayıran temel husus insana bahşedilen ilahî şefkati farkında olup, zayıf yanlarını ve yetersizliklerini bu ilahî şefkat ile sarmalamak.

Hz. Mevlâna, âlemi duygular ile idrak ettiğimizi söyler ve insan varoluşuna bahşedilen şefkat, merhamet ve vicdan gibi duyguların ehemmiyetini şöyle aktarır: "Duygu nûrunu Hakk'ın nûru süsler: Bu da 'nûr üstüne nûr' olur." Tüketimle savaştığımız şu dünya düzeninde, belki de bakmamız gereken tek yer yüreğimiz, faydalanacağımız tek ilaç Hakk'tan gelen şefkattir. Kim bilir?!

Kaynakça

Zygmunt Bauman, Iskarta Hayatlar, Can Yayınları, 2018

Zümra Atalay, Şefkat, İnkılap, 2019