Morgana'nın kaderi

Bir güzellik masajı aleti için anlaşma yapmıştı. Tanıtım ona iyi para getirecekti.
Bir güzellik masajı aleti için anlaşma yapmıştı. Tanıtım ona iyi para getirecekti.

Tam ekranın kilidini açıp kayıta başlayacaktı ki telefon elinden kayıp kumun üstüne düştü. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Instagram'daki bütün hikâyeleri ve resimleri bir bir silinmeye başlamıştı. Tüm hesap silinip gitmişti. İhtiyar devesinde usul usul geri dönüp ona baktı ve "rüyalar henüz kaydedilemiyor" dedi.

Güneş, 5. Caddedeki dairenin perdelerinin arasından süzülüp kanepede elinde yarısı yenmiş bir elmayla oturan genç kadının fıstıki yeşil farla boyanmış göz kapaklarında gezinmeye başladığında saat sabah 6'yı 12 geçiyordu. Şeyda'nın gözleri derin bir kahverengiydi. Hüzünlü bakışları kamerayı eritir ve Instagram'daki hesabından takipçilerinin gönüllerine akardı. Dramatik yüzü ile yaşam tarzı arasındaki korkunç zıtlıktı belki de onu bu kadar cazip kılan. Herkesin yaşamayı isteyeceği bir kaderin sahibiydi. O yüzden de Instagram'daki adı @fatamorgana idi, Morgana'nın Kaderi. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjisi vardı. Her gece bir partide boy göstermesi olağanüstü bir enerjiye sahip olduğunun kanıtıydı. Giydiği kıyafetler, yürüyüşü, gülüşü saçlarının şekli çoğu kadın tarafından gayri ihtiyari taklit edilir olmuştu. Eve geleli yarım saat ya olmuş ya olmamıştı. Kapıdan girer girmez buzdolabına yönelmişti; bir elma alıp kanepeye oturmuş ve radyoyu açmıştı. Gece boyunca sadece kalbur üstü denebilecek insanların davet edildiği bir partide takılmıştı. Şimdi gözünden uyku akmasına rağmen uyuyası yoktu.

Elmanın koçanını orta sehpaya bırakıp kanepeye uzandı. Radyoda, çalan şarkının, sinir bozucu neşeli tınısı, nereye konacağını bilemeyen çingene pembesi bir yarasa gibi kanat çırpıp duruyordu kasvetli odada. Radyo kanalı değiştirmeye niyetlenir gibi oldu bir an, vazgeçti sonra. Çingene pembesi yarasanın odada dolanmasına izin verecekti. Sessizliğe oldum olası dayanamazdı. Eve girdiğinde ilk işi radyoyu açmak olurdu. Bu çocukluğundan beri yalnızlığa karşı geliştirdiği bir savunmaydı. Bir başına kaldığında yaşadığı iç sıkıntısının üstünü notalarla örterdi. Bu geceki partide bir iki tanıtım işi bağlamıştı ama yeterli değildi. Acilen para kazanacak bir şeyler yapması gerekiyordu. Instagram'da 5 milyon takipçisi vardı ve hapşırsa en az beş yüz bin beğeni alıyordu. Yeni kuracağı Fata Morgana adlı makyaj markası için dedesinin mirasından kendi payına düşen paha biçilemez bir tabloyu satacaktı. Milyarder arkadaşlar, eğlencede yemede içmede cömertti ama bu tür para işlerine gelince o güler yüzleri kapı duvar oluveriyordu.

Kendi işini kendi hâlletmesi gerektiğini çoktan kavramıştı. İnsanların arasında gülücükler saçarak etrafta dolaşmak onun mesleğiydi. İyi yemek, iyi kıyafetler, bakımlı bir beden, şaşalı bir yaşam onun gelir kaynağıydı. Herkesin bir işi vardı onun işi de kendi yaşamını takipçilerine pazarlamaktı. İtalyanların dediği gibi dolce vita' yı yaşayamayanlar adına yaşıyordu. Kanepeye uzanıp en son attığı fotoğrafların altına yazılmış yorumlara göz attı. Telefon ekranının soğuk ışığı birkaç cerrahi rötuş ve dolgu ile mükemmelleştirilmiş yüzünü aydınlatırken. Bir an kaşlarını öfkeyle çatmaya çalıştı ama daha dün yaptırdığı botoks kaslarını felç ettiği için çatamadı. Hayat neden onu bu kadar zorluyordu ki? Post'larının altına bırakılan nefret ve kıskançlık dolu yorumlardan yoruluyordu bazen. Ama en çok parayı da bu tür yorumlar getiriyordu. Onu seven takipçileri post'larını beğenip geçiyorlardı. Oysa 'hater' denen ona karşı nefret yüklü sadık kitle neredeyse her içeriğine ağız dolusu öfke ve haset kusmadan edemiyordu.

Sosyal medya kanunları, orman kanunları gibiydi. Kıyıcı ve vahşi. Yorumlar ne kadar çoksa başarı da o kadar büyüktü. Yorumun mahiyetinin önemi yoktu. Kanepede yatarken, takma kirpiklerinin arasından süzülen güneş ışığıyla daha bir hüzünlü bakan gözleri duvara yasladığı tabloya ilişti. Timurlu dönemi üslubuyla yapılmış güzel bir minyatür. Nizami'nin Heft Peyker adlı eserinden bir av sahnesini resmediyordu. Gösterişli bir hayat yaşayan Sasani İmparatoru Behram-ı Gur'ün bir yaban eşeğinin peşinden mağaraya girip bir daha asla izine rastlanamayışını anlatan sahneydi bu. Dedesinin bu tabloyla ilgili anlattıklarını hayal meyal hatırlıyordu. Behram-ı Gur dillere destan bir hükümdardı. Ve parlak bir kaderi vardı. Herkese nasip olmayacak bir yıldızla doğmuş olan bu adam muhteşem bir hayat yaşamış ve ölümü de yaşamı kadar esrarengiz ve etkileyici olmuştu. Avlamak için peşine takıldığı bir yaban eşeğinin ardından girdiği mağaradan bir daha çıkmamıştı. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Minyatür de bu sahneyi işliyordu. Önde yaban eşeği ardında dört nala giden görkemli atının üstünde Behram mağaraya doğru ilerliyorlardı resimde.

Timurid üsluptaki, göğü delercesine sivri ve yılan kavi kayaların arasındaki mağaranın kapkara bir ağız gibi duran girişi mezarı andırıyordu. Az ilerdeki kayaların ardında; altın varaklı gökyüzünde aheste aheste dalgalanarak geçen bulutların altında parmağını ağzına götürmüş hayretle olanları izleyen bir adam duruyordu. Resme biraz daha dikkatle bakılırsa, Behram'ın avlamak için peşine düştüğü yaban eşeğine değil, mağaranın tekinsiz karanlığına gözlerini diktiği rahatlıkla ayırt edilebilirdi. Hükümdarın bakışları derin bir düşünceyle kısılmıştı. O an kalbi sıkışır gibi oldu. "Hayır olmaz, dedeme söz verdim onu asla satamam" dedi. "Bunu yapmamalıyım." İçinden başka bir ses, "Elbette yaparsın" dedi. Ama karşı çıkan ses, ısrar eden kadar güçlü değildi. Başka çaresi mi vardı? Hayaline giden yolda atılacak bir adımdı bu. "Deden toprak oldu çoktan, öldü. Artık onun kırılacak bir kalbi yok," diye üsteledi güçlü ses. "Aslında evet," dedi kendi kendine, bu resimde hep hoşlanmadığı bir şey olmuştu. İçini ürperten karanlık bir şey. Bu tablo ona ölümü hatırlatıyordu. Dizlerinin iyice kendine çekti bir an üşümüştü, minderi başının altına alıp tabloya bakmaya devam etti.

Eserin sanatkârı, ünlü minyatür sanatçısı, 1700'lerin başlarında yaşamış bir nakkaş olan Sadık Rahmani'ydi. Dedesi, bu eseri nerden nasıl ele geçirdiğini hiçbir zaman anlatmamıştı. Yalnızca çok değerli olduğunu söyler dururdu. Onu Newyork'a satmak için annesinin evinden alıp getirmişti. Sotheby's Müzayede evinin kataloğu için bugün almaya geleceklerdi. İyi para edecekti eksperlerin söylediklerine göre. İstediği makyaj firmasını kurmaya yetecek kadar parası olacaktı böylelikle. Yalnız tek bir sorun vardı tabloyu satacağını ne annesine ne de babasına haber vermişti. Duvara dayalı tabloya bakarken gördüğü şey ilerde kuracağı firmanın ona getireceği zenginlik ve şöhretti. Gözlerine bir ağırlık çöktü. Gözkapakları ağır ağır kapandı.

***

Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında yanında üç kişi ile yol alıyordu. Genç bir adam, bir çocuk ve yaşlı bir adam. Burada ne işi vardı. Devenin üstüne sallana sallana yol alıyordu. Güneş doğmuştu. Birden irkildi. Uykulu gözlerle etrafına bakındı. Gözleriyle duymaya, kulaklarıyla görmeye çalıştı uykusuzluğun verdiği sersemlikle. Bütün duyguları alt üst olmuştu. Hani dalgın dalgın yürürken, birden kaybolduğunu fark eder ya insan, işte o insandı şu an. Kulaklarında uğuldayan, o bildik rüzgâr değildi. Tepesinde cayır cayır yanan bu acımasız güneş de hiç tanıdık gelmedi. Ibıza'da bir kumsalda mıydı? Hayır. Her nefeste içine çektiği hava da değişmişti. Sanki başka bir gezegendeydi, başka bir zamanda. Birden etrafına bakınca her şey biraz tanıdık geldi. Sivri Timurid kayalar gök yüzüne yükseliyordu. Kayaların rengarenk dalgalanışı ve uçsuz bucaksız çöl. Minyatürün içindeydi. Şaşkınlık içinde, etrafı dinlerken başı döndü bir an, tanıdık bir ses aradı tutunmak için. İşte o an şimdiye kadar yaşadığı hiçbir yalnızlığa benzemez bir yalnızlığın içine yuvarlanıverdi.

İçinde ilerlediği bu sessizlik, daha önce hiç rastlamadığı derinlikteydi. Ancak çölün cüret edebileceği türdendi. Hani bir kuyunun derinliğini ölçmek için içine bir taş atılır ve kulak kabartılır ya. Taşın düşme sesi beklenir. İşte o sesin bir türlü gelmeyişiydi olan biten. Ben neredeyim demek istedi ama sesi çıkmadı. Develer üstünde bir yerlere gidiyorlardı. Bir fotoğraf çekimimi yapacağız acaba, diye düşündü. Boz bulanık düşünceler içinde bir süre öylece etrafı seyretti. Dün gece çok mu fazla kaçırmıştı otu?

Yanındakilerden en genç olan, on üç on dört yaşlarındaki delikanlı, bir şarkı mırıldanıyordu. Yabancı dildeydi. Dili bilmiyordu ama garip olan şu ki türkünün sözlerini anlayabiliyordu.

"Denizin suyu tuzludur, içmek istesen içemezsin.

Dünya yolu tozludur, toz yutmadan yürüyemezsin

Aşk denen köprü kıldan ince kılıçtan keskindir düşmeden geçemezsin

Yaban eşeği gözlü kızlara kanma bu dünyada kalıcı değilsin."

Bir an aklına telefonu geldi, evet telefonu neredeydi? Bu soru şu an kendisinin nerede olduğundan daha önemliydi? Bu anı görüntülemeliydi. Evet bu an, en az bir milyon beğeni ve bir sürü yorum demekti. O telaşla aranırken, telefonu birden elinde belirdi. Tam ekranın kilidini açıp kayıta başlayacaktı ki, telefon elinden kayıp kumun üstüne düştü. Yüzü bembeyaz kesilmişti Instagram'daki bütün hikâyeleri ve resimleri bir bir silinmeye başlamıştı kumun üstünde. Bu nasıl olabilir diye düşündü. Bütün yaşamı silinip gidiyordu gözlerinin önünde. Deveden atladığı gibi telefonu eline aldı. Ama çok geçti her şey kendi ile ilgili her şey. Tüm hesap silinip gitmişti. İhtiyar devesinde usul usul geri dönüp ona baktı ve 'rüyalar henüz kaydedilemiyor' dedi. Uzaktan duyulan telefon sesi ile adamın sesi birbirine karıştı. O an kanepede sıçradı. Uyuya kalmıştı. Bir iki saatlik uyku, ona sonsuzluk gibi gelmişti. Sosyal medya asistanıydı arayan. Bir güzellik masajı aleti için anlaşma yapmıştı. Tanıtım ona iyi para getirecekti. Bu müjdeli haber onu birden ayılttı.

Rüyasını çoktan unutmuştu. Hemen duşa girip hazırlandı. Menajeri az sonra burada olurdu. Ayna karşısında makyajını yaparken bu sefer çok iddialı bir şey yapmaya karar vermişti. O sırada kapı çaldı. İçeri menajeri ve fotoğrafçısı girdi. Merhaba bile demeden, "Bugün değişik bir şey deneyeceğiz," dedi, heyecanla. Giydiği bluzunun askılarını düzeltmek için çekiştirip eteğini düzelttikten sonra saçlarına son bir kez aynada bakıp pencerenin yanına gitti ve pervaza oturdu. Menajeri ne olacağını anlamış gibi yüzünü ekşitti. "Şeyda" dedi memnuniyetsiz bir sesle bunun "bunun iyi bir fikir olduğuna emin misin? Daha bu sabah bir influencer'ın vinç tepesinde video çekerken düşüp öldüğünü okudum." Genç kadın asistanını duymazdan geldi. Fotoğrafçısı kendi varlığını hatırlatmak istercesine hafiften bir kahkaha attı o kadife sesiyle. Ağzındaki sakızın naneli kokusunda ezilen tütün kokusu Aysun'un yüzünü iyice asmasına neden oldu. Oldum olası sevememişti bu yalâka adamı.

Adam Aysun'a döndü meydan okurcasına, "Haydi canım, o Morgana! alelade bir Instagram kızı değil. Bir fenomen. Böyle bir şey yapmak istiyorsa yapar" Asistanının yüzüne bakmadan elini uzattı, "Ver şu yüz masaj aletini bana.' Stiletto'larının dore ışıltısı güneş ışığı ile öylesine parlıyordu ki gözlerini aldı. Kirpiklerinin altından hüzünlü gözlerini süzerek kameraya baktı. Fotoğrafçısına döndü, "Biraz yüksekten çek, yükseklik ve beşinci cadde görünsün." Dedikten sonra son bir kez kendine çeki düzen verdi. Tam o sırada bir karga gaklayarak geldi ve yan pencereden caddeyi izleyen çörtenlerden birinin üstüne konuverdi. Ve bu ünlü influencer'ı izlemeye başladı. Şeyda silettoları üzerinde dimdik durdu ve hazırım diyerek derin bir nefes aldı. O sırada kargayı gördü. Kadraja girmesini istediği en son şey şu çirkin hayvandı. Hafifçe çörtenin olduğu tarafa sarkarak elindeki masaj aletiyle kışkışladı kargayı. Karga gaklayarak kanat çırpıp biraz dirense de sonunda pes edip havalandı.

Aysun, elindeki bagel dolu kesekağıdını yeni hatırlamıştı. "Çekimden önce bir şeyler yemeye ne dersin?" dedi sesi gergin çıkmıştı. Açık pencere görmek bile onu geriyordu. Mutfağa gidip bir tabak aldı ve bagel'lerı yerleştirip kahvelerle birlikte salona döndü. Şeyda bagellardan bir parça koparıp yedi. Bir yudum kahve içti. "Tamam bu kadar yeter hadi başlıyoruz. "Bak ne diycem şu çirkin heykeli de al kadraja. Şeyda gibi olmak istiyorsanız bu masaj aletini kullanın yoksa sonunuz böyle olur. Mesajı vermiş oluruz.' Fotoğrafçı aynı yalâka gülüşle bu muhteşem fikri kutsadı. Tam çekime başlarken telefonu yeniden çalmaya başladı. Pembe boyalı takma tırnaklarını dur anlamında fotoğrafçısına doğru kaldırıp nazik bir yay çizdikten sonra ellerini kelebek gibi salladı. Ve ivedilikle kanepenin üstünde duran telefonunun yanına gitti. Biraz konuştuktan sonra kapadı. Aysun, "Ben hâlâ bu çekimin akıllıca olduğunu sanmıyorum,' diye kekeledi. "Aysun" dedi genç kadın bıkkın,"yükseklik fobin olduğu için pencerelere yaklaşamaman benim sorunum değil. Lütfen. Odaklanmaya çalışıyorum."

Tekrar pencerenin pervazına doğru yürüdü. Yağmurlu bir New York sabahıydı. Derin bir nefes alıp yağmurun kokusunu içine çektikten sonra ince parmaklarının arasında tuttuğu masaj aletini yüzüne yaklaştırdı. Kendini boşluğa doğru geriye attı. Uzun tırnakları pervaza tam olarak tutunmasına engel oluyordu ama zaten bir iki dakikalık bir işti bu. Gözlerini kapadı ve yağmurun yüzüne vuracağı açıyı ayarlayarak boynunu eğdi. Tam çekime başlayacaklardı ki fotoğrafçı 'dur' dedi. "Sakın kıpırdama." "Gene ne oldu," dedi kız gözlerini açıp. Fotoğrafçı duvara dayadığı tabloyu getirip hemen yanındaki sehpanın üstüne yerleştirdi. "Tamamdır" deyip yerine geçti fotoğrafçı. Genç kadın, yine pozunu aldı ve beklemeye başladı. İlk bir iki pozu çektiler. "Şimdi de gözlerini aç ve yüzünü iyice kaldır," dedi adam. Biraz daha geriye attı başını Şeyda. Aysun, "başım dönmeye başladı" diyerek banyoya kaçtı. Adam, "muhteşem sakın kıpırdama," diye bağırdı heyecanla.

Tam havaya girmişlerdi ki, karga tekrar çörtenin üstüne konuverdi ve okkalı bir gak savurdu. Kız o kadar dalmıştı ki karganın sesiyle yerinden sıçradı. "Hay aksi şeytan' diye bağırdı. "Seni çirkin kuş, git buradan çekimi mahvediyorsun." Elindeki masaj aletini çörtenin üstündeki kuşa salladıysa da karga pek oralı olmadı. Karganın umursamazlığı onu daha çok sinirlenmişti. Bu sefer daha sert bir şekilde kargaya doğru savurdu masaj aletini. O sırada dengesini kaybetti. Ayakları yerden kesildi ve arkaya doğru dengesini yitirdi. Şeyda can havliyle pervazı yakaladı. O güzel gözler pörtlemiş, kireç gibi yüzü soğuk terler içinde kalmıştı. Dehşetten başka bir şey okunmuyordu şimdi gözlerinde. Kafası dumanlı fotoğrafçı olduğu yerde dona kalmıştı. Son anda ucuz kurtulmuştu Şeyda. Ellerinden güç alarak ayağa kalktı. Dili damağı kurumuştu. Tamam, dedi, geçti. Ayakkabılarının altında bir şeylerin çıtırdadığını sonra sonra fark etti.

Minyatürün üstüne basıyordu aman Allah'ım diye bir çığlık atıp çerçevesi kırılmış darmadağın olmuş tabloyu yerden aldı. Çırpınırken cama dayalı minyatürü yere düşürmüş olmalıydı. O dünyası başına yıkılmış olduğu hâlde minyatürün hâline bakarken, ayağının altındaki cam kırıkları hiç beklenmedik bir talihsizlik yapbozunun parçalarına dönüşmekteydi. Sivri topuklar cam kırıklarının üzerinde bir an kaydı. Saniyeler içinde oldu bitti her şey. Şeyda dengesini kaybedince tablo elinden fırladı gitti. Genç kadının gözlerinin önünde, tablo camdan fırlayıp 5. Cadde'nin kalabalık ve yağmurlu sokağına düşmeye başladı. Az önce sadece çiseleyen yağmur, minyatürü silmek ister gibi bardaktan boşanırcasına yağıyordu şimdi. Kâğıt havada süzülürken ardından baka kalmıştı. Yağmur damlaları guaj ve suluboyanın üzerine damladıkça, renkler birbirine girmeye başlamıştı bile.