Möttüber Yenge

​Möttüber Yenge
​Möttüber Yenge

Yozgat şehir merkezine hâkim bir tepe olan Çamlığın eteklerinde küçük bir mescid, marketve pınarın bulunduğu bir yerde durduk. Dayımın tembihini duyduk: “Gurban olduklarım, şusudan için de bi Fatiha okuyak. İçeri girince sessiz olun ha… Apteslisiniz le?”

Möttüber yengemin sesiyle uyandım: “Faatii, gurban olduğum gakale gakh. Dayın sufrada sizi bekliyo.”

Adının aslında “Muteber” olduğunu seneler seneler sonra öğrendiğim yengem, bizi yataktan kaldırmaya çalışıyordu. Yengem öyle bir kadındı ki, insan kendi kendine soruyor, eğer yengem insan ve kadınsa şimdilerde ortalarda gezenler acaba nedir diye! Möttüber yengemin kahkahasını daha evin avlusuna girmeden duyardınız. Onu çalışmazken, biri hakkında kötü konuşurken, sinirlenirken hiç görmedim. Biz onu severdik, o da bizi ama o, fazladan sevdiğini bir de hissettirirdi.

Möttüber yengemin kahkahasını daha evin avlusuna girmeden duyardınız. Onu çalışmazken, biri hakkında kötü konuşurken, sinirlenirken hiç görmedim.

Yataktan kalkıp yüzümüzü yıkarken “İrbaam” dayımın gür sesini duyduk. “Möttübeeer, baba yimiyesice, uşaklar galktı mı?”

Yengemim telaşlı cevabı kulaklarımızın dibinden verildi: “Geliyok paşam, geliyok.” Bu arada bir yandan söyleniyor: “Kele hiç de bekliyemez anam, nörecaase ecik beklese! Hemen de herslense…”, bir yandan da sessizce bizi odaya doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Bizi görünce sofranın başköşesine bağdaş kurmuş vaziyette kurulmuş olan dayımın gözünün içi güldü. “Ah babam akh! Vay gözünüze gurban olurum sizin. Gopun gelin oturun. Ciğerinizin yağını yirim. Sufra beklemez goçlarım. Oturun hele. Ekmaa yidikten sonra sizi güleşdirecaam haa.”

Ben mahmur gözlerle, iştahı kabarmayan bir şehirli çocuk olarak nazlı nazlı cevap verirdim: “Dayıı, canım istemiyor. Ben tereyağı yiyemem. Noolur, yemesem?”

“Yokh olmaz. İştah dişiyin dibinde oğlum, hele bi başla gerisi gelir. Şurdan bi gaşık tereyağını yut gorün. İlk sokumu ağzına bi dık! Ha yavrum, ha goçum. Şööyle (eliyle de gösterirdi) yuka ekmaa dürecaan, omacı ağzına atacaan. Bak, bu omacın tereyağı has has. Bek tavatır olmuş. Yengen zabahanan sütü sağar, ağşama tereyağını hazır eder. Bu tereyağını şaerde bulaman Faati. Bak bizim davar yazıda yayılıyo. Gış gelince de buraların otunu yiyo.”

Dayım, bir yandan bize zorla kahvaltı yaptırmaya çalışırken diğer yandan da gün içinde ne yapacağımızı söylüyordu: “Ekmaanizi yiyin, sizi bek iyi yerlere götürecaam. Şıhların Ahmet Efendi’yi duydun mu yavrum?”

“Duymadım dayı.”

Yengemim telaşlı cevabı kulaklarımızın dibinden verildi: “Geliyok paşam, geliyok.”
Yengemim telaşlı cevabı kulaklarımızın dibinden verildi: “Geliyok paşam, geliyok.”

“Bek muhterem insandır gurban olduğum. Adamın hasıdır. Allah dostu. Böyle insanları yalnız bırakmamak lazım. Sonra onlar da seni saapsız bırakmazlar.”

Kahvaltıdan sonra dayımın yengeme seslendiğini duyduk yine: “Möttübeer, şu asbabımı ver de geyiniyim.” Dayım giyindi, yola çıktık. Yengem arkamızdan bağırıyordu:

“İrbaam Baa, ne faat dönecaaniz? Gobellere mukaat ol!”

Dayım bakmadı bile, yürüdük gittik. Yozgat merkeze geldik. Merkeze dönen kavşakta sağa dönüp Çamlık’a doğru tırmanmaya başladık. Yozgat şehir merkezine hâkim bir tepe olan Çamlığın eteklerinde küçük bir mescid, market ve pınarın bulunduğu bir yerde durduk. Dayımın tembihini duyduk:

“Gurban olduklarım, şu sudan için de bi Fatiha okuyak. İçeri girince sessiz olun ha… Apteslisiniz le?”

Kafamızı salladık, abdestli olduğumuzu ifade etmek için. Pınardan su içmeye kalktık. Kalktık diyorum, çünkü hava buz gibiydi. Yozgat’ın soğuğunu bilirseniz, yüzümüzün soğuktan yandığını, ellerimizin donduğunu anlayabilirsiniz. Su buz gibiydi. Ellerim dondu. Yine de iki yudum içtim. Mevsim yaz olsa suyu yüzüme de çarpardım ama bu sefer öyle yapmadım. Hemen elimi kurulayıp ısıtmaya çalıştım.

  • Mescitten içeri girince doğrudan bir ibadethane göreceğimi sanıyordum ama ilk girişte solda merdivenlerle çıkılan, taştan yapılmış, bir kapı ve iki penceresi olan bir yüksek girişli mekân vardı ki, dikkatle bakınca oranın türbe olduğunu anladım.

Merdivene çıkmaya yeltendim dayım izin vermedi. Gözüyle ona uymamız gerektiğini anlattı bize. Baktım, o heybetli dayım küçüldü, üstüne bir mahzunluk, bir sessizlik ve bir garibanlık hali çöktü. Ellerini önünde bağladı. Ayaklarını birbirine yaklaştırdı. Başını sol yanına eğdi. Önce gözlerini kapatıp bir müddet öyle durdu. Sonra ellerini açıp dua etti. Biz de onu taklit ediyorduk. Duasını bitirince merdivenlerden yavaşça çıktık. Camdan içeri baktım. Duvarlarda Arapça dualar vardı. Allah yazıyordu. Odanın ortasında iki kabir vardı. Örtüleri yeşil, baş taraflarında sarık ve önlerinde isimleri yazıyordu: Birinde “Büyük Şeyh Hacı Ahmed Efendi (Terkiya)”, sağdakinde de “Şeyhzade Ahmet Efendi”. Dua ettik. Dikkat ettim, duadan sonra dayım pencerenin demirini öptü ve oradan ayrılırken kabirlere arkasını dönmeden aşağı indi. Büyüyünce ben bunun edepten olduğunu anladım. Mescide geçiş için bir kapı vardı. Oradan geçtik ve dayımın kılavuzluğu ile namaz kılıp türbeyi terk ettik. Dayım daha sonra bizi şehrin merkezine, Saat Kulesinin bulunduğu meydana getirdi.

“Gelin gelin, size barnak çörek alıyım.” Parmak çöreği ısıra ısıra Lise Caddesinde yürüdük. Biz yürüyüp, sağa sola bakarken, dayım bir yandan bize “dölek durun” diyerek hâkim olmaya çalışıyor, diğer yandan da kendince bir müjde veriyordu: “Gurban olduklarım, aaşama yengeniz Arabaşı yapacak. Hemi de culuk etinden, Bakakh bağalım hangınız daha çok yutacaanız? Faati, sen hiç arabaşı yutmadın ellaam?”