Muhtarın kahvesinde

Yarım marım, mercimek tanesi kadar akıl olsun adamda, sevdalanmak için yeter de artar bile.
Yarım marım, mercimek tanesi kadar akıl olsun adamda, sevdalanmak için yeter de artar bile.

Kahkaha sesini oldu bitti sevmezdi Âdem. Gürültü yapandan, yüksek sesle konuşandan öyle ki davul zurna sesinden bile hiç haz etmezdi. Şimdi herkes öksüre tıksıra yüzüne karşı kahkaha attıkça oturduğu sandalye dahi kaba etlerine batmaya başlamış, iyice huysuzlanmıştı. Ama yapacak bir şey yok, mademki lafın ilerisini gerisini bilmeden atıldı ortaya, şimdi küsüp de gitmek yakışık almazdı.

- O kadar güzel gözleri vardı ki; böyle kocaman, yusyuvarlak. Nah şu deredeki kaymak taşlar gibi.

Bülbül Sülo derler; gençten, esmer kavruk bir oğlan. Tafsilatına girmeyelim, konu uzar. Hemen her gün, güneş boyunu devirip kızıllaştığında köy meydanındaki muhtarın kahvesine gelir. Muhtarın kahvesi dediysek herifçioğlu yirmi sene önce muhtarlık yapmış, sonra kimi kanserdi kimi veremdi der, ölmüş gitmiş. Şimdilerde oğlu işletiyor burayı ama adı "Muhtarın Kahvesi" kalmış. Neyse, kahveye gelir aha bu çardağın altına oturur, o kalın parmaklarıyla sigarasını sarar, başlar anlatmaya. Gece vakti tarlada cinleri mi kovalamamıştır, ceviz dikeceğim diye toprağı kazarken mühürlü küpler mi bulmamıştır, daha neler neler… Kimin yazdığı belli olmayan değişik değişik hikâyeler. Hâl böyleyken bakmışlar bu oğlan bülbül gibi şakıyor, geveze ama rahatsızlık vermiyor, e "bülbül" deyivermişler. Adı Süleyman ama çok konuşana da öyle uzun uzun Süleyman demek zaman kaybı, kestirmeden "Sülo" demişler, olmuş sana "Bülbül Sülo". Daha babasının koyduğu, hocanın okuduğu isme ne hacet?

Neyse konuya dönelim. Bizim Bülbül, almış eline sazı biraz da dertli telden döktürürken, Âdem de ilişti masaya. Alaman Âdem canım. Babası Alamancıymış, bu da orda doğmuş falan. Öyle pek ehemmiyetli bir hikâyesi yok yani. Babası biraz Mark biriktirince, e köyde de bağ bahçe var, elin gâvuruyla uğraşacağıma gider tarladaki -haşa huzurdan- öküzle uğraşırım demiş, bizim Âdem daha kundakta bebeyken, çıkmış gelmişler köye. Âdem de gelince kadro tamamlandı. Biraz geç kaldı, lafın başını kaçırdı ama kesmedi Sülo'yu. Cebinden tabakasını çıkarttı, akşamdan sarıp hazırladığı sigaralardan bir tanesini seçip dudaklarının arasına yerleştirdi. Elinde sürekli çevirdiği kibrit kutusundaki kendince en uzun olan kibriti çıtırtılar eşliğinde yaktı. Derin bir nefes çekti sigarasından ve dumanını, altında oturdukları çardağın yapraklarına doğru üfledi. Yeşil yaprakların arasından ince belli nazik bir kız gibi süzüldü dumanlar.

- Yalnız gözleri mi? Yürüyüşü, gelişi, gidişi… Her biri ayrı güzeldi. Beni gördü müydü, o güzel gözleri nemlenirdi hemencecik, diye devam etti Sülo anlatmaya. "Ama sen duur, ben sorarım bunun hesabını elbet. Ulen Çepel Hayri (Sülo sinirlenince babasına hep böyle derdi), sen gör bakalım bundan gayri ha bu yuvarlak dünyanın kaç kenarı varmış. Her birini teker teker belleteceğim sana." "Len Bayram, nerde kaldı bizim çaylar!" diye bağırdı Sülo ocağa doğru. Sinirlenince ayarı kaçar, gökte uçana, yerde yürüyene bulaşıp dururdu. Masadakiler biraz şaşkın, biraz da sitemkâr yüzüne bakınca; "Ne kaynamaz suymuş bu arkadaş." diye mırıldandı kendi kendine, özür diler gibi. Âdem muhabbetin başını bilmediğinden, sonundan da pek bir şey anlamadı. "Bu yarım akıllı Sülo sevdalanmış, orası tamam." dedi kendi kendine. "Yarım marım, mercimek tanesi kadar akıl olsun adamda, sevdalanmak için yeter de artar bile. Hükümetteki memur, nikâhı kıyarken aklın var mı demez, gönlün var mı der ya, o hesap. E bizim Aksak Enişte de yetmişinden sonra evleneceğim diye tutturmadı mı? Adama enişte diyoruz, hınzır herif alttan girdi üstten çıktı, bi de bizimkileri dünürcü saldı aşağı köye." Âdem masada konuşulanları bırakıp kendi kendine söyleşmeye dalmıştı. "Neyse ne, bu Sülo sevdalanmış; orası belli. Çepel'in Hayri de olmazlanmış o da belli. Zaten aksi, ters adamın tekidir. Kimseyle uyuşamaz. Hoca camide Elham'ı okur, "daa"yı az uzattın der, tavlada mars olur, zar tuttunuz der, çamura yatar. Yahu geçen gün anamgil aşure götürmüş, bu Çepel'in karısı, az kaynatmışsınız da hep sulu sulu kalmış mübarek nimet, demesin mi. Karıyı da kendine benzetmiş iyiden iyiye."

- Bu çaylara para yok Bayram, ne ulen bir bardak çay vereceksin, yarım saattir peşine dolanıyoruz! "Al işte, babasının oğlu." dedi Âdem yine kendi kendine. Çaylar masaya dağıtılınca kısa süreli bir sessizlik oldu. Çay kaşığı tıngırtılarını, kurumuş tütün çıtırtılarını sesten saymazsak tabii. Âdem, dirseğiyle etraftakilere çaktırmadan yanında oturan Sarı Osman'ı dürttü, sol gözünü hafif kısıp "Ne anlatıyor bu gevşek?" der gibi baktı. Osman, yüzünde yılışık bir gülümsemeyle dudaklarını uzatarak sus işareti yaptı. Çare yok sustu Âdem de. Zaman sonra masadakiler inceden inceye Sülo'yu süzmeye başladılar yine göz ucuyla. "Sevda çekmenin de bi' yolu yordamı var." diye konuştu Âdem yine kendi kendine. "Her şey iyi hoş da; yavuklunun gözü, güzelliği, gelişi-gidişi; kahvede, bu kadar herifin içinde anlatılacak şey mi? Hiç edep adap kalmamış bu Sülo'da. Dertli insan susar da içine atar, bizim gevşeğin çenesine vurmuş sıkıntısı, ar edep bilmez olmuş konuştukça konuşuyor."

- Geçen derenin kenarında oturduk biraz; dizimin kenarında dizlerini kırdı, bana da bi sırnaşması vardı ki, görecektiniz. Hiç naz niyaz bilmezdi yosma. Âdem dayanamadı artık. Olduğu yerde duramaz olmuştu iyiden iyiye. Bu Sülo ne zaman böyle utanma arlanma bilmez olmuştu. Önünde duran yarı içilmiş çay bardağını iki parmağının tersiyle itti. Sigarasının külünü dökecekken vazgeçip komple bastı tablaya.

- Yahu Sülo, dedi. İnsan ağzından çıkan lafı bu kadar mı bilmez. Herif adam dediğin, keyfini anlatmaz, derdini de bu kadar meydana vurmaz. Az edebini takın! Akşam namazından çıkan ihtiyarlarlar yavaş yavaş masaları doldurmaya başlamışlardı, o yüzden son cümleyi biraz sessizce söyledi Âdem. Sülo gözlerini şaşkınlıkla Âdem'e dikti. Avucu, masanın ortasında bir önceki anlattığı cümleden tabak şeklinde kalmıştı. Kısa bir an, ne diyeceğini, utansa mı yoksa kızsa mı, ne yapacağını bilemedi. Masadakiler de en az Sülo kadar şaşkın ve tepkisizdiler.

- Ne dersin sen Âdem, diye söze başladı zaman sonra. Ne edepsizlik yapmışız, de bakalım. Alaman gâvurundan öğrendiğin edebi bize mi satacaksın burda? Âdem, bu son cümleye çok sinirlenmişti. Hopladı yerinden, gözleri seğirtmeye başladı. Bu kendini bilmez yılışık herifin bir de zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışması iyice asabını bozmuştu. Parmaklarının arasında evirip çevirdiği kibrit kutusunu ezmeye başladı.

- Ulen devamsız, sabah beri sevdalandığın kızı anlatıp duruyon. Yok şöyle güzel, yok böyle nazlı. Yakışıyor mu delikanlı adamın ağzına böyle laflar? Köylük yer burası gardaşım, kim bilir kimin bacısı, kızı lafını ettiğin. Âdem güzel konuşmuştu, e haklıydı da zaten. Her şeye eyvallah; ama alenen terbiyesizlik yapıyorsa bir insan ona da haddini bildirmek gerekirdi. En sonunda ağzının payını vermişti Sülo'ya da. Tüm bunları düşünerek, etraftaki ihtiyarların duruma uyanıp uyanmadığını kontrol ettikten sonra yavaşça arkasına yaslandı.

- Ne sevdası len, dedi Sülo; kalın dudaklarını iki yana hınzırca yayarak. O cigaranın içine ufalıyon mu oğlum sen inceden, biz ne anlatıyoruz sanıyon iki saattir? Âdem durakladı bir an, şaşırmıştı. Daha diyeceği çok şey varken, Sülo'nun vereceği cevaba bakmadan onu bir güzel paylayacakken, şimdi ne söyleyeceğini bilemeden masadakilerin suratlarına boş boş bakıp duruyordu.

- Ulen Âdem çok saf adamsın Allah'ıma, dedi Sülo. Yahu benim sıpadan konuşuyoruz, eşek len eşek eşek. Dert oldu içime kaç gündür. Canına yandığımın Çepel'i evvelsi gün cambaza sattı onu. Ya sen ne sandın; Bülbül sevdalanmış da kahvede yavuklusunun kaşını gözünü anlatıyor bunca adama haa.Bütün kahve, namazdan çıkıp yatsı ezanını kollayan ihtiyarlar; hatta içerde, musluk başında bardakları yıkayan ocakçı bile Âdemlerin masaya dönüp baktı. Çünkü Sülo son cümleyi kurduktan sonra büyük bir kahkaha kopmuş, Âdem'den gayrı herkes katıla katıla gülmeye başlamıştı. Kahkaha sesini oldu bitti sevmezdi Âdem. Gürültü yapandan, yüksek sesle konuşandan öyle ki davul zurna sesinden bile hiç haz etmezdi. Şimdi herkes öksüre tıksıra yüzüne karşı kahkaha attıkça oturduğu sandalye dahi kaba etlerine batmaya başlamış, iyice huysuzlanmıştı. Ama yapacak bir şey yok, mademki lafın ilerisini gerisini bilmeden atıldı ortaya, şimdi küsüp de gitmek yakışık almazdı.Sesler yavaş yavaş kesilmeye başlayınca "Niye sattı?" diyebildi Âdem sadece. Aslında bu soruyu neden sorduğunu kendisi de bilmiyordu. Alacağı cevap hiç umurunda değildi. Konu değişsin, ortamın havası biraz dağılsın istemişti galiba. Uzun süre yutkunma bile yutkunamadığından sesi hırıltılı çıkmıştı. "Niyesinin içine tüküreyim," dedi Sülo. Son birkaç dakikadır yaşadığı keyif bitmiş, babasına olan kızgınlığını tekrar hatırlamıştı.

- Niye olacak, cep telefonu alacağımış haspam. Her derdimiz bitti de bi' o eksik kaldı sanki. Düneyin aldı geldi şehirden koştur koştur. Yahu arkadaş nasıl yaşadın sen bu yaşına kadar telefonsuz, ne büyük eksikmiş meğer. Akşama kadar elinden düşürmez oldu. Fırt o yana dön bi resim, fırt bu yana dön bi resim. Şipşakçı oldu başımıza bu yaştan sonra. Anlatacakları bitmiş gibi sustu Sülo. Çayından bir yudum daha aldı. Karanlık iyiden iyiye çökmüş, çardağın yaprakları arasından sızan sokak lambasının ışığı sarı bir loşluk oluşturmuştu masanın üzerinde. Âdem bir an önce kalkmak istiyordu; ama bir araba laf etmeden, gülüp eğlenmeden göndermezleri onu evine. "Ulen düştük bu gevşeklerin diline." diye hayıflandı içten içe. Sessizliği yine Sülo bozdu. Unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi konuşmaya başladı:

- Bak bu saat oldu hâlâ ortalıkta yok bizim Çepel. İlkokulun etrafında dolanıyor sabahtan beri. Orda internet varmış ya, okulun hademesinden allem etmiş kullem etmiş şifresini neysini almış. Herkes baktı keyfine de olan benim sıpama oldu. Âdem baktı ki sıpa muhabbeti tekrar açılacak, "Bana müsaade beyler, hadi hayırlı akşamlar." deyip hemen seğirtti oracıktan. Arkasından bir iki kıkırdama duydu ama pek kulak asmadı. Ne de olsa Sülo birkaç güne kadar konuşacak başka mesele bulur, dedi kendi kendine.