Mülksüzlüğe ve gezginliğe melankolik bir övgü: Yersiz yurtsuz

Mülksüzlüğe ve gezgi̇nli̇ğe melankoli̇k bi̇r övgü: Yersiz yurtsuz.
Mülksüzlüğe ve gezgi̇nli̇ğe melankoli̇k bi̇r övgü: Yersiz yurtsuz.

Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) filmi, yönetmen Agnès Varda tarafından çekildi. Hikâye, Fransa’nın taşrasındaki bir genç kızın etrafında gelişiyor/ geçiyor. Açılış sekansı, hikâyenin sonundan başlıyor. Başkahraman Mona, filmin ilk sahnesinde, bir tarlada işçiler tarafından ölü halde bulunuyor. Bir hendekte bulunan cesedi, kimsesizler mezarlığına doğru gitmek için yola çıkarken, filmdeki bir dış ses, Mona’nın son iki haftasını anlatmaya girişiyor.

  • “…Fakat bana sanki ‘denizden gelmiş’ gibi geldi.”

Kim olduğunu, geçmişini, bir ailesi olup olmadığını bilmediğimiz bir genç kızın ölmeden önceki son on beş gününe, Varda’nın gözünden tanıklık ediyoruz. Cesedini gördüğümüz sahneden sonra tanıklıklar başlıyor ve Mona’yı ilk olarak bir denizden çıkarken görüyoruz. Daha sonra otostop çekerek yola çıkıyor. Filmde karşılaştığı insanlar ağırlıklı olarak Fransa’nın taşrasında yaşayan ve düşük sosyal statülü insanlar. Agnes Varda’nın bu bakış açısı Fransa toplumunun çürümüşlüğüne doğru da bir yola çıkarıyor bizi. Batılılaşmış, evrensel değerlere boğulmuş Mona’nın ‘özgür’ yalnızlığı.

Cesedini gördüğümüz sahneden sonra tanıklıklar başlıyor ve Mona’yı ilk olarak bir denizden çıkarken görüyoruz. Daha sonra otostop çekerek yola çıkıyor.
Cesedini gördüğümüz sahneden sonra tanıklıklar başlıyor ve Mona’yı ilk olarak bir denizden çıkarken görüyoruz. Daha sonra otostop çekerek yola çıkıyor.
  • “– Bunalımda mısın? – Hayır, kamptayım.”

Filmin özgürlük ve yalnızlık fikrinin sınırlarında dolaştığını görmemek deyim yerindeyse imkânsız. Mona’nın film boyunca izlediğimiz yalnızlığını özgürlükle ilişkilendirdiğini görüyoruz. Bu yalnızlık bize insan ilişkilerini, kuvvetli bağları da sorgulatıyor. İnsan kendi başına anlam ihtiva eden bir varlık olabilir mi? Yoksa başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerle mi anlam kazanırız? Mona’nın rollerden ve mülkiyetten sıyrılmış bir karakter oluşu, bir şeye sahip olmayı, bir yere ait olmayı reddedişi de kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin dışında durmak istediğini gösteriyor.

  • “Sonsuz özgürlüğü seçmişsin ama sonsuz yalnızlık elde etmişsin.”

Film Fransa’nın taşrasında akıp giderken, Mona’nın kendisini bağlayacak kişisel ilişkilerin hiçbirine dalmaması, eleştirmenlerin de tabiriyle ‘feminist bir serserinin’ güncesini izlediğimizi gösteriyor bize. Ama yalnızlığın ve özgürlüğün övgüsünden çok ‘doğal’lığını, melankolik bir övgüsünü işaret ediyor. İzleyici, Mona’nın neden böyle bir kimsesizlik içinde olduğunu da bilmiyor. Esasen film hikâyeden çok bir kesit duygusu sunuyor izleyicilerine. Öldüğü sahneyle başlayıp, öldüğü sahneyle bitiyor. Kendiliğinden, yalnız, bağsız, kusursuz bir aidiyetsizliğe ışık tutuluşunu izliyoruz.

Peki biz bu filmi neden sevdik;

Yaşayamadığımız duyguyu bir kesit, bir zaman parçası daha kuvvetli şekilde verebiliyor.
Yaşayamadığımız duyguyu bir kesit, bir zaman parçası daha kuvvetli şekilde verebiliyor.

Çünkü filmde, Agnès Varda’nın tabiriyle feminist bir öteki olan kimsesiz kızın, özgürlükle ilişkilendirdiği yalnızlık fikrini tüm çıplaklığıyla izleme şansı yakalıyoruz.

Çünkü bazen hikâyenin tamamında yaşayamadığımız duyguyu bir kesit, bir zaman parçası daha kuvvetli şekilde verebiliyor. Filmde kim olduğuna dair bir fikrimiz olmayan bu kızın, son on beş gününe yolculuk, evsizlik ve yalnızlık fikri üzerinden tanık oluyoruz.

Çünkü Batı değerleri dediğimiz, hep makyajlı yüzünü, süslü yanını, güzel taraflarını gördüğümüz o hengamenin altında nasıl da bağsız, köksüz hisseden; özgürlüğü hiçlikle, hatta insanlara verecek bir ‘adının’ bile olmamasıyla ilişkilendiren dünyanın çürümüş olduğunu anlatıyor.

Çünkü Mona’nın karşılaştığı insan topluluklarının, kişilerin aslında ‘Batılı’ olmaktan kaynaklanan bireyselci değerlerin kişilerin birbirine açılması, birbirleriyle düzgün ilişkiler kurmasını engellediğini gösteriyor. Mona’nın iletişim kurduğu insanlardan birkaçı hariç çoğu Mona’ya soğuk ve mesafeli yaklaşıyor.

Çünkü film, her ne kadar yönetmeni feminist olsa da, bir yanıyla o ‘evsiz feminist’in buruk bir öyküsünü sunuyor.
Çünkü film, her ne kadar yönetmeni feminist olsa da, bir yanıyla o ‘evsiz feminist’in buruk bir öyküsünü sunuyor.

Çünkü film, her ne kadar yönetmeni feminist olsa da, bir yanıyla o ‘evsiz feminist’in buruk bir öyküsünü sunuyor. Mona’nın kendini dış dünyaya kapatma şekli, gerçekten dış dünyadan kendimizi soyutlayarak korunabildiğimizden emin miyiz? Sorusunu da salık veriyor.