Mustafa Şen: MGV elbette bir melekti...

​Mustafa Şen: MGV elbette bir melekti...
​Mustafa Şen: MGV elbette bir melekti...

Bize düşen Ahmet Yesevi’nin hikmetlerini gündelik hayatın Türkçesine aktarmaktır. Bunun daen kolay, en akılda kalıcı, en işlevsel yolu Türkülerdir. Bunu Türküler, İlahiler, deyişler şeklindegünlük hayatımızın diline kazandırmak zorundayız. Yani Divan-ı Hikmet kütüphane meraklılarınınarada bir bakacağı bir kitap değil. Orada derin hikmetler var.

Mustafa Abi, biz seni daha çok MGV il başkanlığı yaptığınız dönemden tanıyoruz. Hatta MGV’nin ‘son reislerinden’ birisiydin. Bunun cevabı ancak buradan çıkar. İlk sorumuz şu olsun: MGV bir melek miydi?

Evet, melek gibiydi gerçekten. Meleği masumiyet olarak tercüme edersek, bir masumiyet tarafı vardı MGV’nin. O açıdan beni çok duygulandırdı bu soru. Hesapsız bir kitleydi MGV kitlesi. Gerçekten salt Allah rızası içine ne yapılır, nasıl yapılır gibi bir örnekliği vardı MGV’nin. Bir başka özelliği de Türkiye’de her kesimden ailenin rahatlıkla çocuğunu emanet edebileceği bir yer olmasıydı. Diyelim beş tane çocuk bir arada oturuyorsa MGV’de, birisinin babası CHP’li, öbürünün Refah Parti’li, ötekinin MHP’li, bir diğerinin diyelim ki liberal, diğerinin muhafazakâr olması mümkündü. Bu toprakların çocuklarının bir hareketiydi o teşkilat.

Şimdi pek çok gençlik teşkilatı var ve MGV’nin sahip olduğu imkânlardan çok daha geniş imkânlara sahipler. Aynı aşkı, aynı şevki -belki kilit cümle- herkesin çocuğunu emanet edebileceği bir yer… Böyle bir yapı görüyor musun?

Birebir yok görünüyor ama daha çok mesafe kat etmesi gerekiyor olsa da ben Türkiye Gençlik Vakfı’nı bir ölçüde bunu denemeye ve başarmaya çalışan bir yapı olarak görüyorum doğrusu.

Sosyolojik tabanı itibariyle bu toprakların çocuklarının hareketiydi dedin reis. Hem radikal hem ılımlı iki uçtan da savrulmaya imkân vermeyecek bir orta yol üzerinde, çok geniş tabanlı ve en uzun gençlik hareketlerinden biriydi MGV. Tüm bu özelliklerle Türkiye’de nerdeyse karşılığı yok diyoruz. Tılsımı neydi hikâyenin?

Tılsımı bizden önceki kurucularının, başta Erbakan Hocamız olmak üzere onların, içinde samimiyetten başka bir şey olmayan kalpleriydi.

Tılsımı bizden önceki kurucularının, başta Erbakan Hocamız olmak üzere onların, içinde samimiyetten başka bir şey olmayan kalpleriydi. Onun getirdiği bir bereketti o. Onların asıl başlıkları herkesten çok önce ve çok doğru belirlemiş olmalarıydı.


Onun getirdiği bir bereketti o. Onların asıl başlıkları herkesten çok önce ve çok doğru belirlemiş olmalarıydı. Bir: Sırat-ı müstakim üzerine olacaksın. İki: Vasat ümmet olacaksın. Üç: Bu toprakların çocuğu olacaksın, sadakatın bu topraklara olacak. Dört: Bu toprakları besleyen gelenekten besleneceksin. MGV’yi kurarken şu masada oturduğumuz gibi oturup bunları sıraladılar mı bilmiyorum ama incelediğiniz, analiz ettiğiniz zaman bu çıkıyor ortaya. Bir MGV’li öyledir. Mesela bu FETÖ meselesinde yüzbinlerce MGV’liden, takip edebildiğim kadarıyla, sadece birkaç kişi o tarafa kapılmış. On taneyi bulmaz sayısı yani. Bu muazzam bir şey. Bir MGV’liden FETÖ’cü çıkmıyor işte. Ama bir MGV’liden bir şucu bir bucu da çıkmıyor. MGV’li bu toprakların sağında solunda, aşağısında yukarısında, uzağında yakınındaki herhangi bir ülkeyle aidiyet ve sadakat ilişkisine girmiyor. Büyük insanlık âlemi içerisindeki insanlık ilişkisinin dışında bir ilişki kurmuyor. Sadakatini bu topraklara koyuyor ve onda ısrar ediyor. Dolayısıyla kimyası diğer şeylerin kimyasıyla uyuşmuyor. MGV’liden bir yamuk çıkaramıyorsunuz işte, çıkmıyor.

Ben mesela Abdullah Sevim ağabeyi ya da Bülent Yıldırım’ı ya da seni gördüğümde ‘reis’ diyorum doğrudan. Bu köklerime duyduğum saygıdan da kaynaklanıyor… Bu reis olma bahsi üzerinden sormak istiyorum. Kimdir reis, kime reis denir? Mesela bir sürü insan niye sana reis diyor?

Bizde reisliğin birlikte anılabileceği, dolayısıyla reisin temayüz ettiği üç dört tane çok temel kavram var. Bir tanesi güçlü bir iman. Yani hiçbir şeyin ötesine berisine bakmadan Cenab-ı Hakk’a tam teslimiyet. İkincisi onun bir tezahürü olan ahlak. Yüksek ahlak sahibidir MGV’de reisler. Hiçbirisinin ahlakına dair olumsuz bir şey göremezdin. Örnek teşkil ederlerdi. Bir diğer şey büyük teşkilatçıydılar. Yani MGV’de reislerden rastgele birini çek, şu galaksiler arası bir teşkilatlanma yapacağız de -biraz iddialı oluyor ama öyle- sana bir ay süre de ona, sana söyleyecek olduğu şey şu: “Reis paralel evrene de bakıp gelelim mi o arada? Orayı da teşkilatlandıralım mı?” der. Demez ki “Elimiz de uzay aracı yok, nasıl bunu yapacağız.” Diyecek olduğu bir adım ötesidir en az. Bu büyük teşkilatçılık demek. Bir diğer şey de sadakat.

Kime?

Hakikate. Birinci kapıyı hakikat kapısı olarak görüyorum. Hakikat kapısı ve hakikate sadakat başta geliyor. Ondan aşağısı hakikate sadık olanlara sadakat şeklinde geliyor. Reisler böyleydi.

Bizde reisliğin birlikte anılabileceği, dolayısıyla reisin temayüz ettiği üç dört tane çok temel kavram var. Bir tanesi güçlü bir iman.
Bizde reisliğin birlikte anılabileceği, dolayısıyla reisin temayüz ettiği üç dört tane çok temel kavram var. Bir tanesi güçlü bir iman.

Bir kehribar tesbihle 68 terörist

15 Temmuz gecesi yazışma grubumuzda bir mesaj geldi senden ve dedin ki “Reis hayatta herkes sokağa.” Mustafa Şen’in 15 Temmuz gecesini merak ediyorum. Reis derken kimi kastettiğini hepimiz derhal anladık ve sokağa indik. Ben kendi adıma senin çağrınla sokağa indim. Senin 15 Temmuz gecen nasıldı ağabey?

Bosnalı bir şehit annenin kızlarından birisi bizim süt kızımız. O gece onun ve ablasının kına gecesiydi. İkisi aynı gün evleniyor. Hanım ve büyük kızım onların kına gecesindeydi. Oğlum Anadolu yakasındaydı. Ben de küçük kızımla ev taraflarındaydım. Meseleyi görünce ilk aklıma gelen, ‘her şeyden önce reise saldıracaklar, onu öldürürlerse her şey daha kolay yapacaklarını düşünecekler.’ Dolayısıyla ben önce reisin peşine düştüm.

  • Reisi buldum. Önce Bilal Bey üzerinden hareket ettim. Aradaki iletişim mekanizmamız koptu. Sonra Berat Bey üzerinden devam ettim ve reise ulaştım. Reisin emniyette olduğunu gördüm. O sırada da gruba meseleyi tam anlatmamız lazım. Meseleyi anlayınca da gruba meydanlara, sokaklara diye mesaj attım.

Sonra ne yaptın abi?

Elimde bir kehribar tespih vardı. Kızımı bırakacak yer aradım. Kızımla ayrılırken bana şunu söyledi: “Baba ya gelmezsen?” Şimdi 16 yaşındaki bir kız çocuğu… Şehrin dışında bir yerdesin, bir yere emanet edeceksin ve gerçekten geri dönemeyebilirsin, çünkü o ruhla gidiyorsun. Karşında neticede bir çocuk var. Dedim ki “Kızım eğer gelmezsem bil ki şehit oldum ve sakın ağlama. Bununla gurur duy. Sen bir şehit çocuğu olacaksın.” Gözleri dolu dolu bana sarıldı. “Peki, baba” dedi öyle ayrıldık. Sabaha kadar sürdü operasyonumuz. O tespihle 68 tane Pensilvanya askerini derdest ettik.

Aha! Nerede oldu o derdest olayı abi?

Karargâh olarak Ak Parti il binasını seçtim. Çünkü ora düşerse ilçeler düşer, ilçeler düşerse koordinasyon yapılamaz hiçbir şekilde. Bir taraftan o soytarıları teslim almaya çalıştık. Öbür taraftan da teşkilatları kritik yerlere yönlendirdik. Fethi Ahmet Balin, Fuat Günday, Markar Eseyan gibi birkaç yönetim kurulu üyesi arkadaşla beraberce bir yeri geri aldıysak diğer yerlere yönlendiriyorduk insanları. Ben biraz dışarıda biraz içeride hareket ediyordum.

Sabah olduğunda, sabah namazı vakti onları emniyete teslim ettik. Sabah namazını kıldım. Seccadede oturup biraz düşününce “Aman Allah’ım biz ne yaptık” dedim.

Çünkü tam teçhizatlı bir katil sürüsünün karşısında elinde sadece bir tespihle bulunuyorsun. Bir kehribar tespih. Gazidir o. Kaybederim korkusuyla onu evden çıkarmamaya çalışıyorum.

Neler düşündün peki o gece?

İnsanın aklından her şey geçiyor. Bunun bir gaza, bir cihat olduğunu görüyorsun. Bir anda vurulabilirsin -ki yüksek düzeyde kan sulandırıcı kullanıyordum- vurulmaya gerek yok zaten, bir yerim çizilse kan kaybından gideceğim. Bütün bunlarla birlikte hep gözümün önüne senden benden önce şehit olmuş insanlar geliyor. Rahmetli kardeşim. Büyük babam İstiklal gazisi. Kurtuluş Savaşı bittiğinde, 9 Eylül itibariyle benim ailemde yetişkin üç erkek sağ kalmış, üçü de gazi. Biri büyük babam, biri ağabeyi, biri büyük babamın babası. Geri kalan hepsi şehit. Onlar geliyor gözümün önüne… Diyorsun ki “Sen onlara yaraşır bir evlat olmalısın. Sen Ali’nin abisinin, rahmetli kardeşinin.” O da PKK gazisidir. Onlar geliyor göz önüne. Sonra bunun Kurtuluş Savaşından, Malazgirt’ten Viyana’dan farkı ne diye soruyorsun. Hatta bu daha ileri bir şey. Çünkü onların hepsinde bir gâvur, bir düşman vardı. Ordular, saflar, mesafeler vardı. Savaşın zamanı biliniyordu, belirliydi. Burada hiçbir şey yok. Onlarla kıyasladığında diyorsun ki “Ben de aynısını yapardım. Onlardan aşağı kalmamalıyım.” O ruh hali içerisinde sabah oldu.

İnsanın aklından her şey geçiyor. Bunun bir gaza, bir cihat olduğunu görüyorsun.
İnsanın aklından her şey geçiyor. Bunun bir gaza, bir cihat olduğunu görüyorsun.

O sırada oğlum motosikletliler grubundakilerden birisiydi. Önce Kısıklı’ya gelmişler. Oradan parti il binasına, oradan borsa binasına, birinci köprüye, oradan A Haber’e, TRT’ye, Telekom’a… İnsan gurur duyuyor. Sonra hanım ve büyük kız gelmişler böyle enteresan bir durum. Sonraki her gece ve her gün birlikte koruduk meydanları. STK’lar olarak birkaç gün sonra bir araya geldik. Başkomutan “görev sona ermiştir” demeden önce meydanlar sönmeye başlarsa bunun tedbirinin hazır olması lazım diye bir karar aldık. İstanbul’un bütün caddelerini paylaştık. Herkes buralara sahip çıkacak diye bölüştük.

İbrahim Kalın’la düet yapacak mısın abi?

İbrahim Kalın çok az kimsenin yaptığı bir şey yapıyor. Yani bağlama çalanlar bir yerlerde var elbette ama o kademede, o rütbede, o işlerle ilgilenenler içerisinde çok az kişinin yaptığı bir şeyi yapıyor. Kendisini gerçekten tebrik ediyorum. Düet her zaman olur.

Peki, hanginiz daha iyi?

Hadi ben şöyle diyeyim: ikimiz de virtüoz değiliz. (Gülüşmeler) Herhalde o daha iyidir.

Türkçeyi İslamlaştıran Yesevi'ydi

Saz çalmayan tel kadrini ne bilsin diyorlar abi. Peki, telin kadri nedir?

Hikmet.

Nasıl bir hikmet? Sazın hikmeti nedir?

Bağlama bazılarınca işret aleti olarak görülmüştür ama aslında bir hikmet aletidir. Birleşmiş Milletlerde bir bağlama dinletimiz olmuştu. Konya divanı ve bağlamanın imkânlarını gösterebilmek için bir şelpe eser icra ettim orada. “Ben ve bağlamam şimdi size şunları icra edeceğiz.” dedim. Bağlamamı orada özne olarak ifade ettim. O anlamda çalmasını bilenler için bağlama canlı bir şey. Bir bağlamayı elime aldığım zaman biz bununla bir şey yapabilecek miyiz, yapamayacak mıyız diye önce bir bakarım. Bazı bağlamaların beni kabul etmediğini görüyorum. Diyorum ki “Arkadaşlar çalamayacağız. Kusura bakmayın.” Onu hissediyorsunuz. Bağlamanın ruhuyla senin ruhun arasında bir imtizaç olması lazım. Hikmet oradan başlıyor zaten. İsmet Özel, Karacaoğlan’ın “Güzel sever diye bühtan ederler / Benim haktan özge sevdiğim mi var” dizelerini okuyup şöyle demişti bir televizyon programında: “Bu iki dize bir edebiyat fakültesinde bir dönemlik derstir.” Doğrudur, öyledir.

  • Şimdi bağlamadaki ya da türkülerdeki ya da o dünyadaki hikmetin mertebesini buradan görebilirsiniz. Kopuzla bunu Dede Korkut’a da bağlamak mümkün. Ama kopuzsuz bir şekilde bu türküleri, Yesevi’ye de bağlayabilirsiniz. Onun hikmetlerine bağlayabilirsiniz.

Ahmet Yesevi besteliyorsun. Bu sebeple mi?

Evet. Bu bir cüret meselesi. Benim haddim değildir bu, çok farkındayım. Ahmet Yesevi bestelemek bana düşmez. Fakat ne acıdır ki bana düştü. Bu beni üzüyor gerçekten. Büyük ustalarımız var. Onların bunu yapmış olmasını beklerdim. Baktım ki olmadı, o zaman birisi başlasın diye bir cüret etme meselesi var burada. İleride çok daha iyisini yapacaklar çıkacaktır mutlaka.

Bu neden önemli?

Şunun için; bu topraklardaki Müslüman damarı besleyen en önemli insanlardan bir tanesi Ahmet Yesevi. Kök birkaç isimden birisi. Yapmış olduğu şey çok stratejik. Diğerlerinde olamayan bir şey bu. Şunu fark ediyor. Türkler Müslüman olacak ama dilleri Müslüman dili değil. Türkçeyi İslamlaştırıyor önce, sonra Türkler İslamlaşıyor. Onun döneminde Türklerin yarıdan azı Müslüman. Gündelik hayatın dilini İslamlaştırıldıktan sonra daha büyük bir dalgalar halinde Türkler İslamlaşıyorlar. Biz tam burayı yakalamalıyız. Biz de onun hikmetlerini gündelik hayatın Türkçesine aktarmalıyız. Bunun da en kolay, en akılda kalıcı, en işlevsel yolu Türküler. Bunu Türküler, İlahiler, deyişler şeklinde günlük hayatınızın diline kazandırmak zorundayız. Yani Divan-ı Hikmet kütüphane meraklısının arada bir bakacağı bir kitap değil. Mesela Yunus Emre birebir oradan çıkmıştır. Aynı dizeleri dörtlüklerinde kullanmıştır. Sebebi şu:

Kendisi oraya bir dize yazamaz olduğu için değil. Bir geleneği devam ettiriyor. Bir hikmeti devam ettiriyor, onu taşıyor. Bizim de aynı taşımayı yapmamız lazım.

“Ey benim sarı tamburam” diyor ya Yunus Emre; bağlamayla kurduğun ilişkiyi anlatınca siyasetle de benzer bir ilişki kuruyor musun sorusu geliyor akla?

O kadar deruni değil. Ama şunun fakındayım. Siyasete pek çoklarının baktığı şekilde bakmıyorum. Biraz İmam Gazali’nin baktığı şekilde bakıyorum. İhya-u Ulumi’d Din’in girişinde bir yerde şöyle der: “Müslümanlara siyaset yapmak farz-ı ayndır.” Müslümanlar mutlaka siyaset yapacak. Müslümanlar, Müslümanlar tarafından yönetilecek mutlaka. Çünkü işin ucu ‘La ilahe illalah’a çıkar. Her şeyden oraya çıktığınız gibi siyasetten de oraya çıkarsınız. O zaman Ulûhiyetin tevhidi gereği bir Müslüman olarak ben mutlaka siyasetle ilgilenmek zorunda hissederim.

Erbakan hocamızın çok güzel bir sözü vardır. “Siyaseti önemsemeyen Müslümanları, Müslümanları önemsemeyen siyasetçiler yönetir.” Biz bu tuzağa düşmemeliyiz, düşmeyeceğiz. MGV zaten bunu veriyor. Bu manada yüksek seviyeli bir ilişkim var siyasetle ama müzikle, türküyle, Divan-ı Hikmet’le ya da Divan-ı Hz. Yunus Emreyle kurduğum ilişki gibi bir ilişki değil bu.

Ya da şöyle diyeyim: Bilemiyorum.