Nazar manzarayı oluşturur

Nazar manzarayı oluşturur.
Nazar manzarayı oluşturur.

Filistin’i ele alış biçimimiz, ilerleyen dönemde yeniden kriz ile karşı karşıya kaldığımızda etki kabiliyetimizi de ortaya koyacak.

İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği saldırılar artık aylarla ifade edilecek bir geçmişi geride bıraktı. Yaklaşık 4 ayı geride bıraktığımız bu süreçte; neyi nasıl yapmalının sınavını verdiğimiz, boykot ile, saha eylemleri ile, konferans ve seminerler ile, sosyal medya hareketliliği ile Filistin için farkındalık iklimi oluşturulmaya çalışıldı.

İlgi ve hassasiyetin yoğunluğu, İslam dünyasının içinde olduğu bir kriz döneminde daha hem iyilik hareketinin bir parçası olmak hem de konuyu derinlemesine anlamak ve anlatmak adına bizler için hayır ve bilinçlenme kapısı oldu. Filistin, ayet ve hadislerin işaret ettiği ve tarih tecrübesinin gösterdiği şekliyle gündemimizde yer etmeye devam edecek. Dolayısıyla konuyu ele alış biçimimiz, ilerleyen dönemde yeniden kriz ile karşı karşıya kaldığımızda etki kabiliyetimizi de ortaya koyacak. Bu sebeple alınan aksiyonlar ve toplumsal reflekslerin değerlendirmelerini yapma mesuliyetimiz bulunmaktadır.

7 Ekim’den bu yana farklı vesileler ile mezkûr farkındalık çalışmalarının içinde yer almaya, kimi zaman anlamaya kimi zaman da anlatmaya gayret ediyorum. Bu süreçte özellikle dikkatimi çeken hususlardan biri sözü tesirli kılmak adına ifade edilen konuda ölçüden uzaklaşmak oldu. Halbuki bugün bile etkilerini hissetmeye devam ettiğimiz Arap Baharı süreci gözlerimizin önünde duruyor. Hakikati sağlıklı değerlendirmelere tabi tuttuğumuz filtreler üzerinden okumadığımız ya da dinlemediğimiz takdirde hassasiyetlerimiz de zedelenebiliyor. Sözün tesirli kılınması adına ortaya konulan beyanları elbette iyi niyetin tezahürü olarak görmekteyiz. Ancak zihinlerde dağınık ve bilgiden uzak bir Filistin tablosu, bu beyanlar ile daha da karmaşık hale gelebiliyor…

İdeolojik ön yargılar da bu süreçte dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus olarak göze çarpıyor. “Nazar manzarayı oluşturur” derler. Filistin’e olan nazarımızda seçicilik ve istediğimiz kalıpta konuyu yoğurma gayreti istemsiz tartışmaları körükleyebiliyor. Mazlum ve yıllardır abluka altındaki hayatlar dahi bu seçiciliğin parçası olabiliyor. Bu sorunun en temel sebebi, bölgeyi bir bütün olarak okumak eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Yaklaşık 36 yılı geride bırakmış bir direniş hikâyesinin elbette kırılma anları ve değişimleri olacaktır. Hele ki Ortadoğu’daki genel değişimi düşündüğümüzde mikro ölçekte hareketlerin bundan etkilenmeme şansı yoktur. Özellikle direniş ve İran sürecinin altını burada çizmek isterim. Suriye savaşının ilk günlerinden itibaren rejime ve katliamlara net biçimde karşı çıkarak irade ortaya konulduğu net olan genel tablonun içerisinden, sadece bazı anların heybeye konulduğu bir anlatı pek insaflı değil.

Burada yaşanan derin travmaların üzerinden vicdanların sineye çekilmesi de benzer ideolojik yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Kalacak bir evi, içecek suyu, giyecek giysisi, yiyecek yemeği ve yakacak ateşi kalmayan insanlara yer ve yön tayin edebiliyoruz. Atom bombalarına eş bombardıman yaşayan insanların nerede kalıp kalmamasına da onlar adına karar veriyoruz. Üstüne bir de oradaki izzet hikâyelerini meta haline getirmekten kaçınmıyoruz. Bilhassa genç kuşakların tüketim anlayış ve davranışlarına dikkat çekerken, hassasiyetlerimizi tüketim malzemesine çevirdiğimizi görüyor muyuz acaba? Genelde bu soruna acı karelerin yaygınlaştırılmaması üzerinden dikkat çekilir ancak sorun sadece acı bir kareden ibaret değil diye düşünüyorum.

Peki reçete nedir? Metodolojik olarak bölge nasıl ele alınmalı, bunun çözümünü nerede bulacağız? Bunun için çalışmalarını ilgiyle takip ettiğimiz Tuba Kor hocanın “Ortadoğu’ya Yaklaşımımızda Temel Problemle” başlıklı çalışmasına kulak verilmesi gerektiği kanaatindeyim. Zira oradaki her bir başlık İsrail sorununu da ihtiva ediyor. Birkaç madde ile bu çalışmayı hatırlayacak olursak, ilk sıradan başlayalım.

Güncel gelişmelerin başlangıç noktası 7 Ekim olsa da sorunun kökenleri çok daha öncesine dayanmakta. Yıllardır abluka gölgesinde yaşayan Gazze’yi ve İsrail’in yerleşim-işgal-Yahudileştirme politikalarını öncelemeden, süreci sadece 7 Ekim üzerinden okumak eksik kalacaktır. Bu sebeple mevcut krizler dünü, bugünü ve yarını ile ele alınmalıdır. İşgalin neredeyse 100 yılı bulan bir geçmişi var. Geçen zaman zarfında değişen ve dönüşen yapılar var. Ama en temelde bir toplum psikolojisi ve sosyolojisi var. Gazze’de yaşamak ne demek acaba hiç düşündük mü? Her gün kaldığın yerden devam etmek zorundayken kalacak bir yerin dahi olmadığı hikâyelerin bulduğu çözüm her ne ise, bunu iyi anlamak ve değerlendirmek zorundayız.

Bakış açımızı sınırlı bir bölgeye indirgememek de metodolojik olarak kıymetli olacaktır. Filistin, İsrail tarafından parçalanan bir coğrafya. Aynı zamanda nüfusunun yarısından fazlası diasporada yaşamakta. Bu parçalılık halinde yalnızca belirli bölgelere odaklanarak yapılan Filistin okumaları, muhtemel krizleri görmekten bizleri alıkoyabilir. Nitekim bugün Gazze’deki durumun sinyalleri Batı Şeria’da da veriliyor. Ya da İsrail’in nüfusunun yüzde yirmi beşi Filistinlilerden oluşuyor. Bu nüfus, 2021 yılında İsrail’in geri adım atmasının ardındaki en büyük belirleyicilerinden biri oldu. Ancak Türkçe’de ne yazık ki burada yaşayan topluluk üzerine yapılan araştırmaların sayısı çok az. Oysa İsrail için bu nüfus, tehlikeyi bizzat kalbinde hissettiği bir gerçeklik ortaya çıkarıyor.

Süreklilik arz eden çalışmaların kıymeti de bu süreçte yeniden anlaşılmış olmalı. Zira hayatımızın her daim içinde yer alan ve alacak bir konu Filistin meselesi. Sadece kriz zamanı yapılacak çalışmalar elbette çok kıymetli olmakla beraber; sürdürülebilir, sistemli ve disiplinli çalışmalar olmaksızın konuyu bir bütün olarak etki etmenin olanakları azalmaktadır. Boykot konusu önemli göstergeler sundu bize bu süreçte. Geçmişteki çarşaf listelerin yerini veriye dayanan, sorunun ne olduğunu ifade eden, gerçekleştirilebilirlik ilkesini önceleyen boykot mekanizmaları aldı. Belki de ilk defa boykot bu ölçüde etkili oldu. Ürünsel boykotun yanına boykotun diğer alt başlıkları da eklendiğinde önemli bir farkındalık sahasında daha ilerlemeye kaydedilecek. Hadis-i Şerif’te de buyurulduğu üzere: “Allah katında amellerin en makbulü az da olsa devam üzere yapılanıdır…” Bu hadis, bizler için önemli bir rehberlik sunmaktadır. İyilik ve bilinç çalışmalarının özünde de muhakkak bu ölçü yer almalıdır. Sürdürülebilir çalışmalardan uzak yaklaşımlar, enerjinin dağılması sonucunu da beraberinde getirecektir.

Bu süreç, sadece Filistin özelinde değil İslam dünyasına dair derli toplu bir genel birikim sahibi olmamızın da ne kadar kıymetli olacağını yeniden hatırlattı. Zira kriz bir bölge özelinde baş gösterse de politikalar ve süreç yönetimi İslam dünyasının geleceğine dair de önemli ipuçları sundu. İslam İşbirliği Teşkilatı üzerinde somutlaşan bu görünüm, hal-i pür melalimizi de gözler önüne seriyor. Rekabetlerin, zayıflığın, angaje politikaların yoğun etkilerini üzerinde hisseden İslam dünyası, bu süreçte başarılı bir irade ortaya koyamadı. Yardımların ulaştırılması ve İsrail’e karşı verilmesi gereken tepkiler beklenilen düzeyde değil. Bu durumun üzerine biraz daha kafa yormak gerekiyor.

7 Ekim süreci, İsrail’in zayıf karnı olan konuları da ön plana çıkardı. Yerleşimci konusu, etnik bölünme, dini tartışmalar İsrail adına daha fazla ayyuka çıktı. Muhtemel çözülme noktaları olarak da göze çarpan bu unsurların üzerine daha fazla yoğunlaşmalı.

Filistin konusunda temel bilgi eksikliği de göze çarpan unsurlardan biri oldu son dönemde. Yıllar önce “Mescid-i Aksa neresi, Kubbet-üs Sahra neresi?” bilmiyoruz diye hayıflandığımız konu ve soruların yerinde bugün “topraklarını sattılar”, “arkadan vurdular” iddiaları yer alıyor. Türkiye’nin yakın geleceğinde yeni bir problem olarak karşımıza çıkacak olan İslam’dan arındırılmış milliyetçi yaklaşımların da etkisiyle artan bu sorulara karşı temelden ve anlaşılır bir dil inşa etmemiz gerekiyor. Bir şekilde anlatmamız gereken mesuliyet alanlarımız bunlar. Zihinlerde şüphe bırakmayacak şekilde bu soruların cevaplarını kendi tercih edeceğimiz ifade kanalları ile aktarmamız gerekiyor.

Bunlar yapılırken elbette en temel ölçüt “samimiyet” olmalı. Programların içini doldururken, yola çıkarken, meydanların sesi olurken bu hissi “kurumsal” çerçevelerin ötesinde birbirimizle buluşturmalıyız.

Son olarak Ortadoğu özelinde 7 Ekim krizi, bölgenin ekonomik ve coğrafi öneminin yanında dini ve kültürel öneminin ne kadar baskın olduğunu hatırlattı. Kuran-ı Kerim’in ve Siyer-i Nebi’nin işaret ettiği hakikatleri daha yakından gözlemlediğimiz bir dönem oldu. Bu gerçeklikler bizler için önemli bir yol haritası sunmakta. Elimizdeki kaynakların ihtiva ettiği gerçeklikleri nazarımız haline getirirsek, manzaramızın murad ettiğimiz bir tablo olacağında kuşku yok.