Neden Bekir Sıdkı Sezgin

Bekir Sıdkı Sezgin
Bekir Sıdkı Sezgin

Mûsiki ile uğraşmaktan çocukluğunu bile yaşayamamıştır Bekir Sıdkı Sezgin. Ancak hiçbir şeyden pişman değildir, çünkü âşıktır. Âşıklığını, okuduğu eserlerde rahatlıkla hissedersiniz.

Bir dünya görüşünü ve medeniyet tasavvurunu somutlaştıran, fakat buna rağmen de en soyutlarından biri olan mûsikiye karşı ilgim üniversite yıllarımda başlamıştı. Bu yıllarda Osmanlı-Türk mûsikisinden örnekleri hem dinliyor hem de bu mûsikinin arkasındaki anlamı öğrenmeye çalışıyordum. Mesela yine bu yıllarda talebesi olduğum değerli hocam Udi Necati Çelik’in meşkhanesinde gördüğüm bir levhada merhum Cahit Gözkân’ın, hocası Ahmet Mükerrem Akıncı’dan naklettiği mûsikinin anlamına dair şu ifadeler dikkatimi çekmişti: “Evlâdım, eslâf (bizden öncekiler) ilm-i şerif-i mûsiki(- şerefli müzik ilmi) diye tesmiye etmişlerdir(isimlendirmişlerdir). Mûsiki, tezhib-i ahlâk (ahlâkı süslemenin) ve i’tilâ-yı ruhun (ruhu yüceltmenin) vâsıtasındandır. Bihakkın (hakkı ile) erbâb-ı mûsikiden fenâ kimse zuhur etmemiştir(çıkmamıştır)…”

İlkelere ve anlama dair öğrendiklerimin yerli yerine oturabilmesi için bu özellikleri taşıyan sanatkârları tanımam gerektiğini düşünüyordum. Öyle ya mesela Osmanlı mimarisinin veya divan edebiyatının özellikleri üzerine pek çok okuma yapabilir, konuşma dinleyebilirsiniz, fakat bir Süleymaniye’yi gezdiğinizde veya bir Su Kasidesi’ni incelediğinizde her şey yerli yerine oturmaya başlar. Sadece güzel sesi olan, güzel eser icra eden değil, müziğimizi tüm boyutlarıyla özümsemiş gerçek müzik erbâbını da yakından tanımak istiyor, nasıl bir eğitimden geçtiklerini, müziği nasıl anladıklarını ve müziğin hayatlarına nasıl etki ettiğini merak ediyordum. Bu merak ekseninde sorduğum sorulara gerek hocamdan gerekse diğer üstadlardan gelen yanıtlar birçoğunun da bizzat tanıdığı bir isim etrafında yoğunlaşıyordu: Bekir Sıdkı Sezgin.

Kendisini, dostlarından, talebelerinden, ailesinden, kendi kayıtlarından dinledikçe ve hayatını öğrendikçe bu yoğunlaşmanın bir rastlantı olmadığının farkına vardım. Peşinen söylemeliyim ki Bekir Sıdkı Bey’in hayatında, bir genç olarak beni en çok etkileyen şey adanmışlığı, kendi deyimiyle ömrünü musikiye vakfetmiş olmasıdır. Vakıf, Arapça “durmak” anlamına gelen “vakafe” fiilinden gelir. Vâkıf olmak, yani bilmek için o şey üstünde durmanız gerekir. Kendisi de mûsiki üzerinde bir ömür durmuş, onu öğrenmiş, sonrasında da bir vakıf insan olarak öğrendiklerini aktarmıştır. Aktarmaya, çok çeşitli formlardaki besteleri, yazıları, söyleşileri ve kayıtlarıyla hâlen devam etmektedir. Adamaya kendini bildiği yaşlardan itibaren “bir besmele ve sübhaneke” ile başlamış, kendi deyimiyle çocukluğunu bile yaşayamamıştır. Ancak hiçbir şeyden pişman değildir, çünkü âşıktır. Âşıklığını, okuduğu mesela bir sabâ ezanda, mevlid-i şerifte, şarkıda veya klasik eserde hissedebileceğiniz gibi “hep aşkla yaşadım” derken gözlerinde beliren parıltıda da görebilirsiniz. Adanmışlığın gereği olarak başta babası Hâfız Hüseyin Efendi’den olmak üzere çok iyi bir mûsiki eğitimi almış, geleneksel mûsikimizin hemen her formunda o formun en iyi hocalarından eserler meşk etmiştir. Bununla da yetinmeyip konservatuvar ve radyoda eğitimlerine devam etmiştir. Tüm bu eğitimleri tamamladıktan, hâfız ve çok iyi yetişmiş bir sanatkâr olduktan sonra bile 6 yıl boyunca kendi deyimiyle “bütün gecelerini sabahlarına bitiştirerek” mûsikiyi öğrenmeye devam etmiş olması ise başlı başına bir adanmışlık örneğidir.

Bekir Hoca ilmini kendine saklamamış gerek konservatuvarda gerekse özel meşklerde hocalık yapıp sayısız öğrenci yetiştirerek ilminin zekâtını fazlasıyla vermiştir ki bu özelliği geleneği özümsemiş olmasının bir yansımasıdır aslında. Geleneğin bu özelliği sayesindedir ki mûsiki ve gelenekli tüm sanatlar günümüze kadar gelebilmiştir. Kısıtlı imkanlara rağmen “Sanat ve Kültürde Kök” adlı derginin yayın yönetmenliğini yaparak kültür hayatımıza önemli bir katkıda bulunmuş olması, müzisyenliğinin ötesinde bir kültür ve dava adamı da olduğunun göstergesidir.

Bu noktada şu soruyu sormadan geçmemeliyiz: Bekir Bey ömrünü mûsikiye vakfetmişti fakat hangi mûsikiye? Şüphesiz, basit bir eğlence aracı olan değil, şerefli bir ilim olan, aşkın ifadesi olan mûsikiye. Yani Yunus Emre’nin dediği gibi kendini (ve dolayısıyla Rabbini) bilmeye yarayan bir ilim olan, bir edep yolu olan mûsikiye.

Nitekim Bekir Bey de edep ve ahlâk sahibi olmadan sanatınızda insanları hayretlere düşürecek kadar iyi olsanız da bir anlamı olmayacağını ifade ediyordu. Bu anlayış, Osmanlı mûsikisinin günümüze kadar gelmesini sağlayan bir öğretim yöntemi olan meşk sistemine ilişkin meşhur deyişi bize hatırlatıyor: “Aşk olmayınca meşk olmaz”. Bekir Bey de fem-i muhsin yani güzel ağız sahiplerinden sadece eser değil edebi ve aşkı da meşk etmiştir. İlaveten, buradaki ahlâk ve edep anlayışının, belirli alanlara hapsedilmiş olan, parçalı modern etik anlayışının aksine bütünsel olduğu unutulmamalıdır. Edep sahibi olan sadece sanatında değil işinde, söyleminde, eyleminde kısacası hayatının her anında edep içinde hareket eder, tıpkı Bekir Bey gibi.

Bekir Sıdkı Sezgin, meşk yoluyla aktarılan mûsiki geleneğimizin durağan değil dinamik ve kendini yenileyen bir yapıda olduğunu bize göstermektedir. Nitekim mûsiki üstadlarının da tespit ettiği üzere mûsiki icrâsında kendi tavrını, yorumunu, ekolünü oluşturabilmeyi başarmıştır. Ancak tüm başarılara rağmen asla “oldum” dememiş, ömrünün sonunda bile “henüz hiçbir şey öğrenmediğimin farkındayım” demiştir. Bugün özellikle gençler olarak gelenekten beslenerek geleceğe yürüyebilmek için merhum Bekir Bey gibi güzel sanat icrâ eden güzel insanları tanımaya ve bilmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

  • Bekir Bey ömrünü, şüphesiz, basit bir eğlence aracı olan değil, aşkın ifadesi olan musikiye adamıştır.