Nuh'un gemisine almadıkları

Elde var bir ve o birin içindeydi zaten ne varsa.
Elde var bir ve o birin içindeydi zaten ne varsa.

Büyük sözler fazla bekletildiklerinde intikam alırlar. Büyük sözler hayata karışmadıklarından adamı yer bitirir. Büyük sözler kururlar ve anlamlarını terk ederler. Yine de büyük sözler hatıralar yaratırlar.

“Gençtim şiire hevesim vardı

Büyük sözlerden utanmıyordum henüz

Alnım kırış kırıştı daha o yaşta

Bir nalbant çırağı kadar sıkıntılıydım

Atların toynaklarını yonta yonta

Çöl gemileri yapıyordum

Uçan gemiler”

Nuh’a Gemi Resimleri

Cahit Koytak

98 kışında, Âdem’in odasında, İslamcı gençlerin sesleri dışarıda kalmışken, komünist tramvaylar dememişken henüz, gırtlağımda bir şiirle dünyaya ilerlerken, Dergâh dergisinin eski sayılarından birinde… Aklından geçenleri kâğıda dökememek sanırım dökmekten daha iyidir. Ne anlatmak istediğini bilip bunu yazamamak… “Topkapı minibüsleri yuttu onları” Günlerdir bu dizeyle boğuşuyorum. Kalbimde eski çarpıntıları sürekli yenileyen bir şeye dönüşüyor. Mehmet Efe yeniden görünmeye başlıyor, Mızraksız İlmihal’i avucumda buluveriyorum. Bundan bir kaçış umuyorum. Bu dizenin zamanın çatlağından bana çok eski güneş ışıkları iletmesini bekliyorum. Ve bu oluyor. Dizeyi her gün tekrarlıyorum ve oluyor.

“Topkapı minibüsleri yuttu onları” Günlerdir bu dizeyle boğuşuyorum.
“Topkapı minibüsleri yuttu onları” Günlerdir bu dizeyle boğuşuyorum.

80’lerde İstanbul’da yaşayan bir İslamcı olsaydım, Topkapı minibüslerine ayaklarım düşseydi sık sık ve bir takım yaz hatıraları ve eski vapurlar ve Bozdoğan Kemeri ve Beyazıt ve Beylerbeyi resimlerim olsaydı canlı ve alışveriş merkezleri ve internet ve cep telefonu olmadan yaşanan hayatların biri de ben olsaydım ve Kieslowski Dekalog’ları çekmeye başlamışken ve İslamcı genç sakallarım olurken, İsrail bayrakları meydanlarda alev alev yanarken ve küçük bir pilli radyodan haberleri ya da radyo tiyatrosunu dinlerken ve Fatih’te bir çay ocağında gazete okuyup güzel çaylardan güzelce içerken ve bir şeyhe selam verirken...

  • Marmara daha aydınlık, gökyüzü daha ince, Çamlıca daha tenha ve Bayrampaşa’da bir evin kokuları bana tebessümler yağdırırken… Eğer bunlar olmuş olsaydı belki daha sesli anılarım olurdu. Bunların hiç biri olmadı.

Ama neden yaşamışım gibi bir doluluk dolduruyor ve çarpıtıyor ve güzelleştiriyor okuduğum şiiri? “Büyük sözlerden utanmıyordum henüz” Büyük sözler fazla bekletildiklerinde intikam alırlar. Büyük sözler hayata karışmadıklarından adamı yer bitirir. Büyük sözler kururlar ve anlamlarını terk ederler. Yine de büyük sözler hatıralar yaratırlar. Sen ve sokaklar büyür. Ağaçlara bir bilgelik siner bundan. Taşlar daha da ağırlaşır. YAŞAMAK BİR TAKINTI HÂLİNE GELİR. Nuh daha da gençleşir. Divanyolu’ndan bembeyaz bir gemi geçer bir sabah. Ve yine:

Divanyolu'ndan bembeyaz bir gemi geçer bir sabah!

Bağırdığım duyulmasın diye bu yazıyı yazıyorum. Hayatı ıskalarken daha fazla hayat dolsun odaya diye yazıyorum. Kaçıyorum bir gemi hayaletine kadın ayakkabılarıyla, matbaa kokularıyla, eski gazetelerle, annelerle, bahçelerle, camları buğulanan hayat ölüleriyle, varan otobüsleriyle, kadife ceketimle, babamın 30 yaşıyla, Kubbealtı yayınlarıyla, Çengelköy’de bir sokakla, Henüz bembeyaz ve boş cilt cilt sayfalarla, sayfalarla, sayfalarla Kalbimde mürekkep lekeleriyle! Zarifoğlu’nun cenazesiyle, Düne doğru görülmüş-görülmemiş-görülememiş bir rüyayla, Gömülmüş! Bir rüyayla… Yazılmamış bir romanla.

Aynada sonsuz

Bakın siz yarın da buralarda eşyaların arasına sıkışıp bana doğru umuyorum çeşit çeşit Marmaralardan eserek…
Bakın siz yarın da buralarda eşyaların arasına sıkışıp bana doğru umuyorum çeşit çeşit Marmaralardan eserek…

Yarın diye bir şey var. Sonra yarın… Gene yarın… Bir yarın daha var… Var yarın… Yarın… Birikir aşarsın geçersin yarın… Yarın sıfırdan olursun… Sıfırlarsın yarın… Geçtin sanırsın ama artmış sonraki yarına… Koltukta üstünden atladığın bir yarın daha… Güçsüzlük sanılanı gücün hâline getirip daha kaç yarın çıkarırsın… Bu senin gücündür. İnsanları ve hayatı sevmek mesela… Derlenir, toplanır, sıkışır, sıkıştırır. Aaaa kelimeler… Siz miydiniz? Canlı mısınız? Ben mi üfledim size o ruhu? Hayır, hep vardınız da kendinizi mi hatırlattınız?

Kimlersiniz? Beklemek, mutluluk, küçük şeyler, renkler, nefes, umutsuzluk, inanç, yeni romantizm, katı hava, ıslak bulut, merhaba da içinde, güneş saf, sade yalnızlık, öyle, öteki, sesin ne kadar yakın sesin ne kadar uzak… Bakın siz yarın da buralarda eşyaların arasına sıkışıp bana doğru umuyorum çeşit çeşit Marmaralardan eserek… Yarın… O zaman kendine yeniden, yenilen kendine… Her şeyi sev ki bir şeyi sevebilesin… Evet, ben her şeyi, evet her şeyi demek ki sevebilmeyi beceriyorum…

Sendeki umudu kim alabilir?
Sendeki umudu kim alabilir?

Sendeki umudu kim alabilir? Yola düşen soğuktan bile, en kasvetli anın bütün enerjisinden, ben neler diyorum, hayır onlar beni konuşturuyo, sessizce sonra yarın bir sonraki şiire tüm hayatım yedeğimde ve sadece o anın içinde eriyerek,

Bağırdığım duyulmasın diye bu yazıyı yazıyorum. Hayatı ıskalarken daha fazla hayat dolsun odaya diye yazıyorum. Kaçıyorum bir gemi hayaletine kadın ayakkabılarıyla, matbaa kokularıyla, eski gazetelerle, annelerle, bahçelerle, camları buğulanan hayat ölüleriyle...

ererek dalgın ve şiddetli bir çıkışla, kalkışmayla ve ben dünyanın yani eğer dünyada ne varsa ve varsa dünyada bir tek şey bile ben onu duyarım, gider gider bulurum onu… Dün ve yarın bunu ben hep yaparım… Önce her şeyi seveceksin ki bir şeyde her şeyi görebilesin. Tamam, o tamam, o diyelim ki tamam… O tamam her yerde… Yarın bin türlü düşünce kılığında duygu, duygu kılığında düşünce ve sessiz telefon kanseri… Konuşacak çok şeyi olanların gürültülü sessizliğiyle notasız, ahenksiz, sende varsa eksikliğini aramadığın, bulduysan denkleştirmeye çalıştığın ve nasıl bir ayarlamayla göklerden ya da kaderin bir görünüp bir kaybolmasından oluşan… Bazen elle tutulacak kadar yakın, çoğu kez hep kaybettiğin bir şeyin içinde yitip giden… Öyle çok bakıldı ki artık var kılmak zorunda kaldı kendini…

Yarın eşyalar, koltuk, masa, parmaklar, kelimeler, anımsamalar, heyecanın hece ölçülü parlamaları… Allah var, yarın Allah’ın varlığı daha da güçlenecek, sonraki gün daha da… Şimdi bu anın zembereği kopmadan, bazı pembelerin yalancı ışıklarına yasla cümlelerini, sökün edişlerini için acıyarak izle… İzle kaderinin bu ana sığan parçacıklarını… En yakını en uzak, en uzağı yakın yapan bu devridaim, bu ev menekşesi, hayali büyüyüşüne dua ver, su ver, sessizlik ver, sabır ver… Kokusu gitsin bulsun onu… Sen bulduğuna inan… Buna inan… Önce inan, sonra inan, bir kere daha inan, yarın da inan, yarından sonra da inan…

Elde var bir. Elde var bir ve o birin içindeydi zaten ne varsa. O zaman bu her şeydir. Menekşeye inip ona sığmış bütün kâinat. Ben o kâinatı o çiçekte nasıl dolu dolu görüyor ve işitiyorum anlatamam. Öyle güzel anlatamam ki. Ama öyle güzel ki bu yüzden de anlatamam. Ben bunu susabildiğim kadar susarım. Sessizliği işitilebilecek hâle gelmiş bir. Bende var bir!