Ölümler ölümlere ulanmakta ustadır

Kâbil, Habil’i öldürdüğünde ilk defa ölümle yüzleşti insanoğlu.
Kâbil, Habil’i öldürdüğünde ilk defa ölümle yüzleşti insanoğlu.

Kâbil, Habil’i öldürdüğünde ilk defa ölümle yüzleşti insanoğlu. Ölüm, “ölümü anlamlandıramayan” bir insanın, bireyin elinde silah olmaktan başka bir şey değildi Kâbil için. Mülk suresi, hayattan önce ölümün yaratıldığını söylüyordu. (Ellezi haleka’l-mevte ve’l-hayate) “O ki önce ölümü yarattı, sonra hayatı). İnsan için önce ölüm vardı kuşkusuz. Ölümün başladığı yerde hayat başlayacaktı. Hayata anlamı verecek olan da aslında ölümün ta kendisiydi.

Tarih boyunca insanlar hayatı ve ölümü hep bir anlam dünyasına taşımak istediler. Semavî dinler özellikle hayattan önce ölüme bir anlam vererek başladılar. Her şey ölümle başladı ve bir ölümle bitirildi. Bu yazıda ölüme genel bir bakış atıp, Dostoyevski ve Tolstoy’un roman karakterleri üzerinden farklı ölüm türlerini inceleyeceğiz. İsmet Özel’e de sıkça atıf yapacağız başlıkta olduğu gibi. Çünkü fark ettik ki ölümler ölümlere ulanmakta gerçekten ustaymış.

Mülk suresi, hayattan önce ölümün yaratıldığını söylüyordu. (Ellezi haleka’l-mevte ve’l-hayate) “O ki önce ölümü yarattı, sonra hayatı.” İnsan için önce ölüm vardı kuşkusuz. Ölümün başladığı yerde hayat başlayacaktı.

“Eğer onu öldürdüysem kanı nerede?

Kâbil, Habil’i öldürdüğünde ilk defa ölümle yüzleşti insanoğlu. Ölüm, “ölümü anlamlandıramayan” bir insanın, bireyin elinde silah olmaktan başka bir şey değildi Kabil için. Mülk suresi, hayattan önce ölümün yaratıldığını söylüyordu. (Ellezi haleka’l-mevte ve’l-hayate) “O ki önce ölümü yarattı, sonra hayatı.” İnsan için önce ölüm vardı kuşkusuz. Ölümün başladığı yerde hayat başlayacaktı. Hayata anlamı verecek olan da aslında ölümün ta kendisiydi. Bizler birini öldürdüğümüzde onun kanı dava edilir. “Kan davası” diye dilimize geçmiştir bu. Kan davası bize Habil ve Kâbil’den kalmıştır. Tanrı kardeşini öldüren Kabil’e: “Kabil, kardeşin Habil’i göremiyorum, O nerede?” diye sorunca Kabil, “Nereden bileyim ben onun bekçisi miyim?” der Kitab-ı Mukaddes’te. Bunun üzerine Allah, “Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor; kardeşini niçin öldürdün?” der; Kâbil de, “Eğer onu öldürdüysem kanı nerede?” diye karşılık verir. Bundan sonra Allah yeryüzüne kan emmeyi yasaklar. Toprak kanı emmediği için o kan ölümün delili olarak hep açıkta kalacaktır. Ve biz nerede kan aktığını görürsek orada bir kardeşimizin öldüğünü anlar onun akan kanını dava ederiz. Çünkü toprağa insan kanı emmek haram kılınmıştır. Toprağın üstündeki kan, ölümün soluğunu işitmemizi sağlar.

Tarih ya da başkalarının ölümü

Homeros, tarihi ölümle başlatır. Truva’nın yıkılışıyla. Hektor’un ve Aşil’in; soyluluğun iki kardeşinin birbirlerine kılıç çekmesiyle başlar insanlığın hikâyesi. Yunanlılar ile Truvalıların, aynı tanrılara inanan, aynı dili konuşan iki kardeş halkın birbirini boğazlamasıyla…

“Bize ne başkasının ölümünden demeyiz / çünkü başka insanların ölümü / en gizli mesleğidir hepimizin / başka ölümler çeker bizi / ve bazen başkaları / ölümü çeker bizim için.” (İsmet Özel)

Kâbil, Habil’i öldürdüğünde ilk defa ölümle yüzleşti insanoğlu.
Kâbil, Habil’i öldürdüğünde ilk defa ölümle yüzleşti insanoğlu.

Başkalarının ölümü niçin bizi bu kadar ilgilendirir? Tarih biraz da başkalarının nasıl öldüğü değil midir? Tarih boyunca ölüm hakkında yazılmış belki en etkileyici şiir İsmet Özel’in “Üç Frenk Havası”ydı. Üç bölümden oluşan şiirde, birinci bölüm tarihin ve toplumun ölümünü ele alıyordu. Ölüme dışarıdan bakıyordu ölümlüler. İkinci bölüm bireyin, benin ölümüydü. Üçüncü bölüm ise ölümün bize bakışıydı. Ölümün, bireyin ve toplumun ölümü için yazdığı dua idi; “requiem”di. 35 yaşında hayata gözlerini yuman Mozart’ın en muhteşem eseri, kendi ölümü için bestelediği Requiem’dir. Deha, bu eseri yazdığında ölecektir. Gerçek anlamda dinleyen herkesin tüylerini diken diken eder bu eser. Bir dehanın ölümüne yazılmıştır zira. Platon, (İbn-i Sina da alıntılamıştır) bir eserinde “Bir müzik parçasının nağmelerini kemaliyle dinleyen kişi o an ölüverir” der. Peki ya besteleyen? Dinleyen bile hemen oracıkta ölüverirse ya besteleyen? Mozart, yazdığı son ve en büyük bestesiyle bu sözü kanıtlamıştır. Her insan kendi hayatının bestesini ölümüyle yazan bir sanatçıdır. Biz öldüğümüzde, hayat boyu bestelediğimiz müzik neyse artık o çalmaya başlar kıyamete dek. Ölüm, dünyanın en maharetli orkestra şefidir.

Rusların ölümü

  • Dostoyevski, henüz çocukken oyun arkadaşının gözleri önünde ölmesiyle karşılaşır ölümle, Fedya, o masum kız çocuğu artık nefes almıyor, konuşmuyor, koşmuyor, oynamıyordur... Küçük Dosto, hayatı tanımadan ölümü bütün haşmetiyle tanır ve hisseder.

Tolstoy ailesinin, anne babasının, kardeşinin, savaş meydanlarında binlerce askerin, sevdiklerinin, masum insanların ölümüyle sarsılır. Her yerde hükmünü icra ettiren ölüme başkaldırır Tolstoy. Prometheus gibi tanrılara isyan etmenin cezasını ciğerleriyle ödeyecektir. Ölümü zatürreden olur. Yoksul bir tren istasyonunda, nemli, rutubetli duvarların arasında, küçük, köylü, mütevazı bir ölümle tanışır Tolstoy.

Elinde Dostoyevski’nin ölümü en güzel anlattığı Karamazov Kardeşler vardır. Daha sonra annesini kaybeder Dostoyevski, aynı yıl en sevdiği Rus şairi Puşkin’i. Babasını şaibeli bir ölümle kaybeder. En büyük destekçisi Mihail’i de yitirir. İlk karısı zatürreden ölecektir. Her ölüm, onu ölüme biraz daha yaklaştırdı… Ve bir gün üç çocuğunu da kaybettiğinde, ölümün her türlüsünü tattığını anlar. Oyun arkadaşını, annesini, babasını, kardeşini, aç mujikleri, karısını ve üç çocuğunu henüz daha küçücükken ölüme veren Dostoyevski, ölüm türlerini yazmaya başlar.

Başkalarının ölümü niçin bizi bu kadar ilgilendirir? Tarih biraz da başkalarının nasıl öldüğü değil midir?

Toplum ve bireyin ölümü

Tolstoy’un hangi eserini açarsanız açın, Anna Krenina, Savaş ve Barış, Diriliş, İvan İlyiç’in Ölümü, Kreutzer Sonat, eser sizi hemen ölüm vadilerinde ağırlar. İvan İlyiç’te daha ilk sayfada bir ölüm haberi vardır: “Beyler, İvan İlyiç ölmüş!” hepsi bu kadar. Diriliş’te genç ve yakışıklı prensin eski sevgilisi bir tüccarın ölümüyle suçlanır. İvan İlyiç’in nasıl öldüğünü ise gerçekte asla bilemeyiz. Çünkü Tolstoy’da her ölüm tek kişiliktir. Yazar yalnızca onun ölümüne dair olası tüm yönleri anlatmaya çalışır. Pişmanlıklarını, ailesinin ve dostlarının onun ölümünden hiç hisse çıkarmadığını, onun ölümünün bozuk para kadar değersiz oluşunu... Budala’da Dostoyevski, aynı denemeyi Tolstoy’dan çok önce bir idamlık mahkûmun ağzından yapmıştır. Dostoyevski’nin büyüklüğü birkaç sayfada bize aynı hissi vermiş olmasından ileri gelir. O birkaç sayfa, Tolstoy’un koca bir roman boyu işleyeceği “his”tir. Kreutzer Sonat’ta başkalarının ölümü, İvan İlyiç’te ise kendi ölümümüz vardır.

Budala’da Dostoyevski, aynı denemeyi Tolstoy’dan çok önce bir idamlık mahkûmun ağzından yapmıştır.
Budala’da Dostoyevski, aynı denemeyi Tolstoy’dan çok önce bir idamlık mahkûmun ağzından yapmıştır.

Anna Karenina, başkalarına karşı öldürür kendini, Kreutzer Sonat’ta ise kendimiz için başkalarını öldürürüz. İvan İlyiç’inki başkalarının gözünden bireyin ölümüdür. Üç Frenk Havası’nda olduğu gibi. Suç ve Ceza’da çok fazla ölüm teması vardır. 1-Tefeci kadın ve kardeşi, 2- Boyacı Mikolka (intihar etmek üzere kurtarılır) 3- Marmeladov, 4- Marmeladov’un eşi, 5- Svidrigaylov. Her ölümün nedeni ve sonucu farklıdır. Tefeci kadın ve kız kardeşini gerçekte öldüren toplumdur. Tefeci kadının ölümüne “evet” dediğimiz an, hak etti dediğimiz an, kendimizi hukuk, kanun, adalet gördüğümüz an, tefeci kadını artık biz yani toplum öldürmüştür. Bu yüzden Raskolnikov’a kızamayız. Yazar ısrarla işlenen bu suçla toplumu ortak etmiştir. Boyacı Mikolka’yı ölüme götüren toplumun bireye uyguladığı baskıdır. Mahalle baskısı. Mikolka, işlemediği bir suçtan ötürü hüküm giyeceğini düşündüğü için ölüme koşar. Marmeladov’u öldüren Tanrı’nın şefkatine karşı duyduğu umuttur. Pasif anarşist tutumudur. Umut, onu Tanrı’nın şefkatine ulaştırır fakat acı bir sonla ölmesine engel olamaz.

  • Marmeladov’un eşini öldüren, kaderdir. İçinde doğduğu ve yaşamak zorunda bırakılan bir dünyadır. Ancak bu dünya Katerinalar tarafından anlamlandırılan dünyadır. Yarattığı dünya sonunda onun başını yemiştir. Svidrigaylov ise Dostoyevski kitaplarındaki ilk intihar vakasıdır. Neden ilk dedim? Çünkü bir takım çevresel faktörler etkisiyle değil, aslında bambaşka bir hayat yaşama şansı ve gücü varken, maddi durumu yerindeyken bile isteye ölümü tercih eder Svidrigaylov.

Reddedilmişliğin verdiği teselli ile ölecektir. Svidrigaylov, reddedilmişliğin verdiği öfke ve acıyla, bedeni bir hazzın peşinde, dünyaya ulaşamadığı için öldürmez kendini. Bu çok eksik bir okumadır. Aksine Svidrigaylov nice dünyalar satın alacak güçtedir ve karakteri mecnunvarî bir aşk için hiç müsait değildir. Peki neden? Neden Svidrigaylov intihar etmiştir? Reddedilmişliğin tesellisi ile… Teselli... İnsanı tatmin eden duygudur. Hayat onu yeterince tatmin etmeyince, ölüm böyle bir iştahı ancak doyurur hâle gelir. Reddedilmek, toprağın kan emmeyi reddetmesi gibi güneş ışığının da reddidir.

Ölümle eşitlenme çabası

Karamazov Kardeşler’de intihar eden Baba Karamazov’un hem gayri meşru çocuğu, hem gerçekten babasını öldüren kişi, evin uşağı Semeryakov’un ölümünü nasıl anlamlandıracağız? Semeryadkov neden intihar etmiştir ve neden intihar ederken gerçeği ilan etmemiştir? Mâdem ki canına kıyacaktır ve gerçeği açıklamak ona bir zarar vermeyecektir öyleyse neden gerçeği açıklamamış, ufak bir pusula bile bırakmamıştır? Neden? Semerdyakov, ancak ölümüyle bütün aile fertlerinden, onu uşaklığa ve piçliğe mahkum eden tüm insanlardan intikam alabilirdi. Semerdyakov şiddetin en büyük göstergesi olan aleniliği böyle sağlayabilirdi; ölerek. O ölür ve sır mezara giderdi. Babası ölmüş, Dimitri 20 yıla mahkum olmuştu. Abisi İvan vicdan azabından delirmiş, kardeşi Alyoşa ise başsız, sahilsiz kalmıştı. Ancak kendi canına kıyarak herkesle eşitlenebilir, onları kendi seviyesine çekebilirdi.

Ölüm, en büyük eşitleyici değil miydi? Verdiklerini almak için değildir çoğu zaman şiddet, kaybettiklerini kazanmak için değildir. Çoğu kez birlikte kaybetmek içindir… Birlikte yaşayamayanların birlikte ölebilmesi pek mümkündür.

Geçmiş ve gelecek arasında; arafta ölüm

Peki, Budala’daki ölümler? Nastasya Filippovna’nın ölümü. Ölümü kendisine kader olarak seçmiş bir ölümlünün ölümü. İki canlının arasında, geçmiş ve geleceğin arasında sıkışmış bir ceset değil midir Nastasya? Rogojin, Nastasya’nın terk edemediği geçmişidir. Prens Mışkin ise olmak istediği geleceği. Araf’takilerin yaşamasıdır ölüm bazen. Ölüm bazen, köşeye sıkışan farenin kedinin suratına can havliyle saldırmasıdır. Nastasya, Rogojin’le gittiğinde, Prens Mışkin’in peşinden geleceğinden emindi. Ama geçmişle gelecek aynı anda yaşayamazdı. O ne geçmiş ne gelecekten vaz geçti. O “an”dan, “şimdi” den, kendinden vazgeçti. Sonunda iki erkek arasında cansız bir beden olarak aynı yatakta yatacaktı.

Ölümün meşrulaştırılması

“Benden sonrası tufan” diyerek okkalı bir metin kaleme alan ve sonrası için mesaj bırakan ve o mesajın etkisini henüz yaşarken görmek adına mektubu intihar etmeden herkese okuyan İppolit? “İntihar, geride kalanlara yönelik çok ağır bir suçlamadır” demişti İsmet Özel bir röportajında. İppolit bu suçlamayı yapmak adına karar almıştı. Ancak İsmet Özel’e “Peki neden intihar etmediniz?” diye sorduklarında “Toplumda bu mesajı anlayacak kimselerin olmadığını düşündüm” demişti. (Hürriyet) İppolit, mesajı kimsenin anlayıp anlamayacağını öğrenmek için ölmeden herkese okumak istedi. Tam da İsmet Özel’in dediği oldu. Kimse mesajı anlamadı bir deliden başka. Herkes onu cahillikle, şov yapmakla, blöfle suçladı. Romanda İppolit tedavisi mümkün olmayan ağır ve sancılı bir hastalıkla baş etmektedir. Ve inancı yoktur. Hans Holbein’in tablosundaki İsa’yı gösterir, “Tanrı diye taptığınız İsa’ya bakın, yara bere içinde, kan revan bir halde… Bu İsa için mi iki haftacık ömrümü acılar içinde dolduracağım?”

Tolstoy’un koca bir roman boyu işleyeceği “his”tir. Kreutzer Sonat’ta başkalarının ölümü, İvan İlyiç’te ise kendi ölümümüz vardır.
Tolstoy’un koca bir roman boyu işleyeceği “his”tir. Kreutzer Sonat’ta başkalarının ölümü, İvan İlyiç’te ise kendi ölümümüz vardır.

İki hafta ömrü kalan İppolit, bunca acıyı çekmektense ölmenin en meşru ve gerekli yol olduğunu ifade eder. Ölümün meşrulaştırılmasıdır İppolit’in çığlığı. Dostoyevski’nin İppolit’i karikatürize etmeden, tüm özgünlüğü ile sunması bizi yanıltmamalıdır. Her şeye rağmen ölüm, Dostoyevski metinlerinde meşru bir yol olarak gösterilemez. Yaşamak, “uçurumun kenarında, sonsuz karanlıklarla çevrili olsak da” yaşamak düşer biz insanlara… Budala’da hayatı elinden alınmış, ölüme hüküm giymiş idamlık mahkûmun, yaşamak için çıldırmasıyla, henüz hayatta ve fakat ölüm için çıldırıp duran İppolit karşı karşıya konur. Dosto’nun dehası şudur ki siz kimin tarafında olacağınızı kolayca seçemezsiniz. Kimin tarafındayız? Ölümün mü hayatın mı? İdamlık mahkûm gibi ölmek mi İppolit gibi yaşamak mı? “İşte” der Dostoyevski, “bazı suallerin cevabını sadece Tanrı verir…” Ve susar. Susmak onun en kuvvetli cevabıdır. Karamazovlar’da Kardinal’in soruları karşısında susan İsa gibi... Bu yazıda birbirine ulanan ölümleri tartışmaya çalıştık. Umarım bir başka yazıda karşı karşıya konan hayatları da mercek altına alırız.