Ölümün en uzun yüzyılı

Ölmek bir kabiliyetti bizim için. Nefes aldığımız her an onu biz şekillendirirdik.
Ölmek bir kabiliyetti bizim için. Nefes aldığımız her an onu biz şekillendirirdik.

Ölmek bir kabiliyetti bizim için. Nefes aldığımız her an onu biz şekillendirirdik. Atını mitralyözlerin üzerine süren adama aptal denilmezdi. Bu en büyük felsefi sorun da değildi. İman vardı, inşallah yürürlükteydi. Poliçe nedir bilmeden camideki en ön safı terk ederdi ihtiyarlarımız. Terk etmek ehil işiydi. Allah hayırlı bir ölüm versindi.

İlk kez, odanın ortasında melodik çıtırtılarla yanan sobanın görüş açısını kısıtladığı ekranda görüp, yorganın altından çaktırmadan seyretmiştim. Yaşayan ölüler dönüyordu! Nereden gelip, nereye döndüklerini anlayamadan, “Bu ne pis şeymiş” diyen babamın gece ajansına bağlanması ile bende huzursuz uykuma geri dönmüştüm. Çok sonraları Yahya Kemal’den başka türlü bir “yaşayan ölüler” öğrendim.

Yetmedi, “dersini almış da ediyor ezber” diyerek girdi sürmeliye Nida Tüfekçi. Hayat bana yeni ölüler de verdi. Zaten Nida Tüfekçi de öldü. Allah rahmet etsin…

  • Batı, yaşayan ölüleri ağzından salyalar akan, aksayarak yürüyen ve garip sesler çıkaran bir takım şeyler olarak piyasaya sürdü. Evet, şeyler. Bu arada, ben artık, bir muhatap, hasım, karşıt, imleç, nişan ya da hedef olarak “Batı” kelimesinden fena halde sıkıldım. Ginsberg gibi Molok mu desek? Yeni bir şey bulana kadar, en azından bu yazı boyunca, ben izninizle Batı’dan Molok olarak bahsedeyim.

Molok, ölümün yaşamla ilişkisini yeniden üretmeye kalktı. Ölümün, sınırladığı ve hizaya soktuğu haz pazarındaki payını arttırması gerekiyordu. “Ölüleri yaşayan” bizlere, “yaşayan ölüleri” sundu. Bazılarımız güldük, bazılarımız korktuk. Fakat istisnasız hepimiz ölümün bu efektli ve makyajlı halinden gözlerimizi alamaz hale geldik.

Amaçsızca, yaşama doğru ayaklarını sürükleyerek gelen ölü canlar güzel alış veriş yapıyordu. Sistemin çarklarını yağlamaları için, modern cinayetler ve et yetiyordu.

Yaşamak yeniden tanımlandı. Ölmek doğuya has, otantik ve anlaşılmaz bir şey haline geldi.

Molok, terk etmeyi bilmez. Yüzüstü bırakır. Ortada bırakır. Viran bırakır.
Molok, terk etmeyi bilmez. Yüzüstü bırakır. Ortada bırakır. Viran bırakır.

Molok’da kimse eski usul ölmüyordu.

Bizde “ölmeden önce ölünüz” düsturu hakimken, Molok “yaşamak için ölünüz” dedi. Biri nefsi öldürmeyi öteki ise can suyu vermeyi seçti. Sonra biri diğerini doğrudan öldürmeyi daha mantıklı buldu.

Böylece bizim “Afganistan’dan Çeçenistan’a, Bosna’dan Filistin’e” zincirlerimiz oldu. Her yıl zincir biraz daha büyüdü. Irak eklendi, Suriye ilave edildi. Ölümün en gerçek halini boynumuza taktılar.

İzbe bir bodrum katında yaşayan ölüler tarafından köşeye sıkıştırılan genç kızın çığlıklarını, kapıya gelen pizzacı bölmese mutlaka yardıma koşacak yakışıklı sahneye girecekti. Kapıyı açmak için gömüldüğü koltuktan kalkan adam ise ayaklarını sürükleyerek koridor boyunca ilerledi. Beslenmesi gerekiyordu. Molok’da ölüm, yaşamanın belirsiz risklerini, insan ruhunun coşkunluğunu minimuma indiren bir antidepresandır. Ayaklarını sürükleye sürükleye eczaneye gidersin. Gündelik ölümden bir doz… Fazlası gerçekten öldürür. O kadarını istemeyiz.

  • “Solon, oğlunun ölümününe ağlarken biri ona “ Bununla eline bir şey geçmez,” dediğinde, cevabı şu olmuş: “Asıl buna, elime bir şey geçmeyeceğine ağlıyorum.” Solon ağlaya dursun, Molok bununla eline bir şey geçirebileceğini öğrendi. Ölüm gösterinin en önemli parçası oldu.

Sahneyi türlü türlü duyarlılıklar, son anda gelen kurtuluşlar, kanseri yenen cevval insanlar, ölmeden önce son şakasını yapan kahramanlar aldı. Tabi bu sırada kara derili çocuklar şaka yapmadan ölüyordu, en iyi fotoğrafı çekene de verilecek bir ödül, gerçek ile sanal arasında bir kırmızı halı daima bulunuyordu. Molok böyle iyiydi, semirmiş ve halinden memnun.

Devam filmleri peşi sıra vizyona girdi. Biz “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” derken, Molok üçünü bir arada sundu bize. Ayrıldık, yoksullaştık ve öldük. Kıyıya bile vurduk. Kalp ölümü gerçekleşen bir düzenin akıl oyunlarıyla kıyasıya bir mücadele başladı. Onlar yaşamın yerini değiştirdikçe, bizim ölümümüz de değişti. Çünkü cinayet insandan ölümünü çalar. Bizden ölümümüzü çaldılar.

Ölmek bir kabiliyetti bizim için. Nefes aldığımız her an onu biz şekillendirirdik.

Ölmek bir kabiliyetti bizim için. Nefes aldığımız her an onu biz şekillendirirdik. Atını mitralyözlerin üzerine süren adama aptal denilmezdi. Bu en büyük felsefi sorun da değildi. İman vardı, inşallah yürürlükteydi. Poliçe nedir bilmeden camideki en ön safı terk ederdi ihtiyarlarımız. Terk etmek ehil işiydi. Allah hayırlı bir ölüm versindi.

Molok, terk etmeyi bilmez. Yüzüstü bırakır. Ortada bırakır. Viran bırakır. Doymaz, tatmin olmaz. Ne gidebilir ne de kalabilir. Molok bir biçimsizliktir. Vakti geldi mi yaşamı terk etmeyi bilmez. Bütün tasavvurunu canavarlaşmış bir ölümsüzlüğe sarf eder. Bizde ise terk ehli olmak vardır. Fazla yemeyi, fazla konuşmayı, fazla uykuyu terk etmek. Nasibin varsa dünyayı ve nefsini… Obez, geveze ve uykucu Molok bunu anlayamaz, anlamak da istemez. Karlı değildir çünkü.

Molok için ölüm yaşamın artığıdır. Sterilize edilmesi gerekir. Ambalajlanması ve tüketilmesi lazımdır. Yeni bir yaşammış gibi sunar, satar.

Bizse modern cinayetler kumpanyasında katili değil, cinayetin nasıl işlendiğini soruyoruz artık! Çünkü hayatımızı değil ölümümüzü kaybettik...