Ömer Lekesiz: Kendindeki imkanınmahkumudur insan...

cns
cns

Dünya merkezli olarakkonuşursak ilk gidenKabil’dir. Habil’i öldürmesininbir vicdan ükünedönüşmesiyle, Yemen’egitmek zorunda kaldığı rivayetedilir. Kimi kaynaklardademirci anlamıyla Kaindiye anılır ki, onun gidişibir yanıyla insanın dünyayadağılmasına, zanaatındoğmasına doğru bir gidiştir.

“İnsan gitmekten yapılmıştır” diyoruz bu ay Ömer Abi. Ne dersiniz? Dünyaya bile gitmek için geliyoruz.

Gitmek, hareketi ifade ettiğine ve hareket de bölünmeyeceğine göre, gitmenin insana bitişik olduğunu söylemek mümkün elbette.

Dolayısıyla bu yargıyı belirtmekle failin her fiili gitme’nin içine çekilebilir: Doğmanın büyümeye, tahsilin ilme, bekarlığın evliliğe, anne-baba olmanın çoğalmaya, fakirliğin zenginleşmeye, hazzın sevince, acının üzüntüye, ihtiyarlamanın ölmeye... gitmek olması gibi.

Nefsin en önemli özelliği merak’tır. Yolda atılacak yeni bir adımda ne olacağı merakı nefiste yerleşik olduğundan, onun bu arzunun peşinden gitmesi beklenir.

Bunları söylediğimizde, aslında zamanı söylemiş oluruz ki, hareket dediğimiz şey de zaten zamanın ta kendisidir. Zaman, ancak hareketler(in ölçülebilmesi) yoluyla varlığını kavrayabildiğimiz ve kendimizi içinde an’lar sayesinde onun oğlu olarak konumlandırdığımız şeydir: İbnü’l-vakt olmak dediğimiz şey yani. Evlat babanın sırrı olduğuna göre, zamana gitmek fiiliyle bitişmenin sırrı, pekala ondan yapılmış olmayı benimsemeye de götürebilir bizi.

Bu manada dünya bir handır. “Bile” nitelemesi fazladır çünkü gitmek bir gideni ve gitme yerini gerektirdiği için dünya failin filinin yerini ifade eder ki, han olduğu her şekilde sabit olan bu yer, gitmenin koşulu haline gelir.

Gitmenin mekanı olarak yol, bir arketip, bir ayn-ı sabite, Hindî söylenişiyle bir karma’dır çünkü.
Gitmenin mekanı olarak yol, bir arketip, bir ayn-ı sabite, Hindî söylenişiyle bir karma’dır çünkü.

İnsan gitmeye mi meyilli? Kalmaya çalışmak gerçekten kötü bir fikir mi?

“İnsan gitmekten yapılmıştır” deyişinize göre, bunun bir meyil meselesi değil, ontolojik bir hakikat olması gerekir. Gitmenin mekanı olarak yol, bir arketip, bir ayn-ı sabite, Hindî söylenişiyle bir karma’dır çünkü. Bu manada kalmak, gitmenin değerini ortaya koyan şey olmasıyla değerlidir sadece. Çünkü, düşünmesi güzel olsa da uygulanması imkansızdır.

Öte yandan yine Hindî bir yaklaşımla söyleyecek olursak, kalmak, yolu kendi içinde bir mekan kılarak, kendi kendinde yol almak bakımından, gitmek’e giydirdiğimiz bir nispet elbisesinden başka bir şey de değildir zaten.

Bu bağlamda zikredilmesi mümkün bir başka husus şu olabilir: Nefsin en önemli özelliği merak’tır. Yolda atılacak yeni bir adımda ne olacağı merakı nefiste yerleşik olduğundan, onun bu arzunun peşinden gitmesi beklenir. Bunun aksi nefsin terbiyesiyle ilgilidir ki, bu da başka bir gitmenin konusudur, malum.

Yol, dünya edebiyatının neredeyse her sayfasında düşünülmüş bir gitme biçimi. Getirmesi umulan maceraları mı, öğretmesi beklenen hikayeleri mi onu bu kadar çekici kılıyor?

Yol’u, Arapça söylenişiyle tarik’i, İsfahani, ayakla tark edilen yani vurulan şey olarak açıklıyor. Tarık ise, bir yola giren kişi, yolcu demek. Yine İsfahani bu kelimenin yaygın kullanımında gece gelen’e tahsis edildiğini söylüyor. Tarık Suresi’nde bunun bir yıldız olarak ifade edildiğini belirtiliyor. Muhammed Esed, bu yıldızı, sezgisel bir aydınlanma, hatta İlahi vahyi ifade eden bir mecaz olarak niteliyor. Konuyu buradan alışım, yol ve yolculuk (gitmek) fikrinin her şeyden önce İlahi kelamda bir karşılığa sahip olmasındandır.

  • Din, doğal olaylar ve cinselliğin edebiyatın üç temel konusu olduğunu hatırladığımızda, yol ve yolculuğun / yolcunun kadimliği düşüncesine ulaşırız. Bu manada onların edebiyatta süreklilik taşıyan bir genişliğe sahip olması da normaldir.

Kışkırtıcılık! Evet ama ben nefsin en önemli özelliği olması bakımından yukarı ‘merak’ kelimesini kullanmayı tercih ettim.

Macera ve hikaye kelimelerini de hayal’de birleştirecek olursak, sahili olmayan bir umman olarak hayalin, onu takip edecek olanları nereye sürükleyeceği malum hale gelir.

Hayalde sınırsızlık olmasına rağmen, insanın onu kendi mizacı, yeteneği doğrultusunda belli yerlerde, temalarda teksif etmesi mümkündür. Bu durumda gitmek fiili, yol ve yolcu-luk fikri seçimlik hale gelebilir ki, herkesin bunlardan muradı, kastı ve fiili de onun için özel bir yol oluşturur. Kimi macera derdindedir, kimi hikayeler biriktirmek ve anlatmak derdinde... Bunlardan bize kalan da zenginleşmiş bir bilgidir.

‘Gitmek fikri’, gitmekten daha heyecan verici sanki...
‘Gitmek fikri’, gitmekten daha heyecan verici sanki...

‘Gitmek’e, gidenden mi yoksa kalandan mı bakmak gerek?

Bunlar iki ayrı düzey ve iki ayrı gerçekliktir. İki manada da biri diğerinden üstün değildir. Gidenin, kalana bıraktığı en önemli şey: yokluğudur; kalanın da gidenden aldığı en önemli şey: yokluk! Yokluk merkezli bir bakışta, bakanın düzeyinin ve temsil ettiği geçekliğin bir farkı yoktur ki, farklı bir yorum tahakkuk edebilsin.

Şu da var: ‘Gitmek fikri’, gitmekten daha heyecan verici sanki?

Teorik kurgu, pratikten her zaman daha büyüktür. Hatta teoriyi hayal hazretiyle, uygulamayı da mevcut imkanla ya da imkansızlıkla birlikte düşündüğümüzde ilki bir sığınağa, kaçış yerine, korunma, saklanma merkezine dönüşebileceği gibi, mevcut durumunu değiştirme, alışkanlıklarının dışına çıkma, darlıktan genişliğe erişme duygu ve düşüncelerinin öznesi haline gelebilir.

Cemal Şakar’ın, Cemil Kavukçu’nun ilk öykülerinden bunun güzel örneklerini görmek mümkündür. Her ikisi de taşrada sıkılan, bir yerlere gitmekle ancak bundan kurtulacaklarını sanan kişilerdeki gitme fikrinin, gitmekten çok daha heyecan verici olduğunu anlattılar öykülerinde. Bu hususun ontolojik karşılığından habersiz olduğumuzda söz konusu anlatımlara vereceğimiz isim, gotik şeklinde olacaktır. Ancak bizim insanımızın gotikle bir ilişkisi yoktur; onunla (hikayesiyle) ilgili dikeylik aslında yatay gidişe bir itiraza, daha açık bir söyleyişle İlahi bir esinle gönül darlığından kurtulmaya, içsel genişlemeye ve ruhsal yükselmeye tekabül eder. Bundan hareketle düşündüğümde ise bana da sizin tespitinizi benimsemek düşer.

Neden ‘gitmek’ istiyoruz peki? Her insanın içinde bir yerlerde var olan bir fikir bu.

Hareketin doğasıyla, daha açıkçası sünnetullah ile kayıtlı bir durum bu. İnsanın mikro-kozmos olduğunu söylediğimiz yerde, doğadaki hareketlere bir göndermede bulunuruz.

  • Bulutlar neden giderler? Güneşin gelişi ve gidişi nedendir. Yıldızların kayarak gitmeleri neden hiç bitmez? İnsanın kozmosu kendine temsil eden olarak, içindeki bulutların, güneşlerin, yıldızların hiç eksilmeyen gidişlerini hal ve hareket olarak, duyu, duygu ve düşünce olarak dışında tutması, engellemesi mümkün müdür?

Dolayısıyla insan kendi içindeki sürekli gidişlerin mekanı olmak bakımından içerdiklerinin hakikatlerine de tabi olmak zorundadır. Öyleyse, gitmek onun tarafından hep istenen şey olacaktır. Bu manada kendindeki imkanın mahkumudur insan.

Gitmek, ‘uzaklık’ fikrinin önemini de gösteriyor bize aslında. ‘Sevgiliden gitmek’ yahut ‘sevgiliye gitmek.’ Uzaklık işe yarar veya işi bozar bir etken demek ki. Mesafe de önemli gibi… Ne dersiniz?

Gitmek her insana mahsus bir duygu ama bu aynı zamanda mizaçlara göre özelleşmek suretiyle insanın amaçlarını, inançlarını ya da inançsızlıklarını da açık eden bir duygu. Yani herkes gitmekle maluldür ancak birileri şu ya da bu nedene bağlı olarak gitme biçimini kendi kimliği haline getirebilir. Diğer bir söyleyişle, herkes yolcudur ancak müminler O’nun yolcu-su-dur.

Bu manada uzaklık belirttiğiniz iki yönde birden etkili olsa da, gerçekte bir metafor olmaktan öteye gidemez. Örneğin, sevgilinizle bir araya gelirsiniz, elinizle onun saçı arasında on santim vardır fakat siz ona dokunamazsınız. Öyleyken bu on santim, elinizle saçı arasında oluşuveren on vadiye karşılık gelir. Uzaktaki sevgili üzerinden düşünecek olursak durum farklılaşabilir. Çünkü aranızdaki mesafenin uzaklığı nedeniyle onu daha yoğun düşünürsüz ki, sureti hep gönül gözünüzün karşısında durur. Bu durumda yanımızda olup da aramızda vadiler açılan sevgili mi, yoksa uzakta olup da sureti aklımıza bitişen sevgili mi bize daha yakındır diye sorabiliriz. Her iki durumda da elimizde olan şey mesafe adına bir metafordan ibarettir.

Herkes yolcudur ancak müminler O’nun yolcu-su-dur.
Herkes yolcudur ancak müminler O’nun yolcu-su-dur.

Gitmek fikrinin tarih boyunca ki yolculuğu hakkında ne söyleyebiliriz? Aynı yerde durmamış sanırım ‘gitmek fikri?’ Şekil değiştirmiş, amaç değiştirmiş…

Dünya merkezli olarak konuşursak ilk giden Kabil’dir. Habil’i öldürmesinin bir vicdan üküne dönüşmesiyle, Yemen’e gitmek zorunda kaldığı rivayet edilir. Kimi kaynaklarda demirci anlamıyla Kain diye anılır ki, onun gidişi bir yanıyla insanın dünyaya dağılmasına, zanaatın doğmasına doğru bir gidiştir.

Şimdiki gidişler ise, mekan görmeye şartlandırılmış son derece steril şartlarda gerçekleştirilen gidişlerdir. Haliyle bu gidişlerde insanla temas yoktur bilakis insanlardan kaçınmakla korunmanın bir gezi şartına dönüştürülmesi söz konusudur.

Peygamberlerin gidişleri gelir ardından. Tebliğ amacıyla, şeriatın kurumlaşması kastıyla, Hz. İbrahim’in (as) gidişlerindeki gibi belli merkezlerini tertemiz oğullar ve kızlarla şenlendirmek için yapılan gidişler. Peygamber Efendimizin (sav) hicreti var, unutmamamız gereken. Mekkeli müşriklerin zulümlerinden bir uzaklaşma, Müslümanlar için huzur ve esenlik mekanı oluşturabilecek yeni bir beldeye göç etme ve elbette çıkış yerine fetihle dönme... Bunları takip eden zamanlardaki gidişler ise kelimenin tam anlamıyla seyyahlık kastıyla gidiştir. Şimdi bizler için nostaljik değerlerde taşıyan gidiş bu gidiştir. Çünkü türlü imkansızlıklara rağmen gerçekleşen bu gidişler aslında insanlarla tanış olmaya, arkadaşlık, dostluk kurmaya, yardımlaşmaya, hayal kırıklıklarına uğramaya doğru bir gidiştir. Bu yanıyla da insanidir, insan içindir. Şimdiki gidişler ise, mekan görmeye şartlandırılmış son derece steril şartlarda gerçekleştirilen gidişlerdir. Haliyle bu gidişlerde insanla temas yoktur bilakis insanlardan kaçınmakla korunmanın bir gezi şartına dönüştürülmesi söz konusudur. Öte yandan yine bu gidişler sürprizlere kapalıdır yani hiçbir macera içermez. Çünkü evinizden çıkarken nerede, kaç gün, hangi ortamda, hangi hava şartlarında, nasıl kalacağınız bellidir. Elbette gitmek / yol / yolculuk merkezli olarak işin özü aynıdır ama formu artık tamamen farklıdır.

Gitmek, daha çok öznenin kendisi için yaptığı bir eylem. Başkası için değil gibi.

Amaçsız bir amaçla yapılan gitmeler için bu doğrudur. “Ben oradaydım, sen değildin” deme yollarından biridir bu. Yani bir tür hava atmanın, fark belirtmenin, daha üstün bir sosyal role ya da daha geniş imkana sahip olma vurgusunun karşılığıdır. Ancak, gitmek bazen yukarıda da kısmen söylediğim gibi uzaklaşmak suretiyle yakınlaşmak (yakınlık durumunu akli bir sürece dönüştürmek) amacını da taşıyabilir. İşte bu durumda sizin söylediğiniz şey gerçekleşir. Daha doğrusu gitmek yoluyla giden, aslında gidişiyle kendin(d)e gitmeyi hedeflediğinden, kazanımı da salt kendisi adına olur ve bu çoğu zaman duygusal ve düşünsel bir zenginleşmeye yol açar.

Siz de yoldasınız. Ne vakit baksak Ömer Lekesiz bir yerlerdedir. Neye bakmaya gidiyorsunuz?

Bu soruyla, sohbetimizde beni felsefeyle gitmenin zorluğundan kurtarıp güncel olana yönelttiğiniz için size peşin peşin teşekkür edeyim önce. Evet, şükürler olsun son on yıldır hep bir yerlerdeyim. Ama bir yerlerde oluşum, oralardan bir şeyler getirme düşüncesine bağlı olduğundan, gitmeyi, getirmekle sınırlandırıyor. Bir çalışma, kitap filan için de değil, İslam sanatlarını üreten Müslüman bir zihnin ve kültürün, nasıl kurulduğunu ve işlediğini öncelikle kendi merakımı giderecek şekilde anlama çabamın bir sonucudur o gidişlerim. Bu manada, Bali’den Kurtuba’ya, Buhara’dan Berat’a Müslümanlardan kalan maddi kültürel değerlerin en meşhur olanlarını görmeye niyetlendim. Benim yol-culuk hikayemin özeti budur. Özeti budur diyorum, bundan ibarettir demiyorum elbette.

Mesela Tebriz’e de gittiniz, Paris’e de. İkisine de İstanbul’dan gittiniz. Her şehre aynı olarak ve o her şehirden aynı kalarak mı döner insan?

İslam coğrafyasındaki şehirlerden hangisi olursa olsun, oraya giderken, şimdi farklı bir devletin sınırları içinde bulunuyor olsalar da, yabancılık hissetmeden giderim. Bu manada bizim şehirlerimiz eşittir ama elbette İstanbul daha da eşittir. Hele nereye gidersem gideyim sonuçta İstanbul’a dönme düşüncesi beni kuşatan hatta sağaltan bir özelliğe sahiptir. İslam coğrafyasının dışında kalan şehirlere giderken ise yabanda olma ve yabancı olma duygusu yakamı hiç bırakmaz. Bu yüzden bir iç sıkıntısı taşır, oralarda onunla dolaşır ve bundan ancak İstanbul’a dönmekle kurtulurum.

Her iki durumda da yapmadığım ve yapmamakta kararlı olduğum bir şey vardır: Gittiğim şehir hakkında bilgi toplamamak, dolayısıyla oraya başkalarının verdiği bilgilerden oluşmuş perdelerle gitmemek. Göreceğimi yerinde kendisinden görmek, öğreneceğimi yerinde kendisinden öğrenmek. Ancak bunun yine de en azından kendi inancımdan, tarihi bilgimden, bakış açımdan ve siyasi kanaatlerimden bağımsızlaşmaya yol açtığını söyleyemem. Örneğin, sorduğunuz manada Kudüs’e giderken, oranın işgal altında olması, Müslümanların orada çok zor bir hayatı sürdürüyor olmaları hep dikkatimde olur. Peki aynı kalarak mı dönerim? Aslında evet. Gördüğüm yerler, kişisel hayat yapbozumun, inanç haritamın parçaları olarak kendi yerine yerleşmiş olurlar.

Yol, yolcuyu çağırır o vakit...

Duyana hitap edilir, görene gösterilir. Bundan hareketle yol, yolcu- luk fikrinin de ancak onun kendi varlığıyla ilişkisini, hikmetini, hakikatini bileni, merak edeni mekan edineceğini söyleyebiliriz.

Örneğin Kâşânî, sâlik’in Allah’a yürüyen ve seyr halinde bulunduğu sürece mürit ile vasıl olan arasında orta bir yerde duran kimse olduğunu söyler. Haliyle salik olmayı kabul etmek, bir yolun çağrısını duyarak orada, onunla süluka yönelmek demektir.

Rabbanî yol, hidayete layık olanı kendine çeker; yol onun görüşü için güzelleştirilerek görmesine açılır; böylece davet yerini bulmuş, yolcu yola düşmüş olur.