On bir yıl sonra Ayşe Şasa’nın sesi neden hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor?

On bir yıl sonra Ayşe Şasa’nın sesi neden hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor?
On bir yıl sonra Ayşe Şasa’nın sesi neden hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor?

Onun sesini de yazmam gerekir özel olarak. Sıcak, sımsıcak bir sesi vardı. Fakat o ses aynı zamanda yoğun, yorgun ve kelimenin en geniş anlamıyla derin bir sesti. Kulaklarımda bugün bile hâlâ yankılanan o ses tonu, asil bir hüzün ve ağır bir çile yüklüydü. O ağır sesten, çektiği ıstırabın büyüklüğü taşardı adeta.

Altı yıldan daha uzun bir süre, neredeyse her gün veya gün aşırı konuştuk onunla ama maalesef yüz yüze hiç görüşemedik. Telefon üzerinden kurduğu o “derin, geniş ve sınırsız iletişim” ağının içine beni de dahil etmişti, lütfederek. Arar, bir soru sorar, bir kitap, film ya da dergi önerir, bir dosttan söz eder ve kapatırdı. Bazen çok uzun konuşur, bazen de sadece bir selam verirdi. Özellikle merhum Ömer Tuğrul İnançer Efendi’yle yaptığımız uzun soluklu televizyon ve radyo programları vesilesiyle bana farklı ve özel bir alaka gösterdiğini hissederdim. Belki de bana öyle gelirdi. Belki de herkese kendisini özel hissettirirdi, bilemiyorum; ama Ömer Tuğrul Efendi’yi çok severdi, biliyorum, gönülden ve hesapsız bir şekilde bağlıydı ona. Tüm konuşmalarımızda muhakkak ondan söz eder, halini sorar, hürmetlerini arz ettiğini iletmemi isterdi. Bazen de yaşadığı bir hâli, gördüğü bir rüyayı veya bir duygusunu, düşüncesini ona arz etmemi rica ederdi.

Onun sesini de yazmam gerekir özel olarak. Sıcak, sımsıcak bir sesi vardı. Fakat o ses aynı zamanda yoğun, yorgun ve kelimenin en geniş anlamıyla derin bir sesti. Kulaklarımda bugün bile hâlâ yankılanan o ses tonu, asil bir hüzün ve ağır bir çile yüklüydü. O ağır sesten, çektiği ıstırabın büyüklüğü taşardı adeta.

Onun sesine sorulardan, kaygılardan çok, tatlı bir huzur hakimdi. İtimat telkin ederdi muhatabına. Ruhunun engin macerası ve med-ceziri son bulmuş, on yıllarca aradığını sonunda bulmuş bir insanın dinginliği, itminanı ve huzuru vardı o seste. Tasavvufun sahil-i selametinde durulmuş, sükûn bulmuş bir sesti telefonda duyduğumuz.

Kemal Sayar Ağabey vefatının ardından şöyle yazmıştı: “Ne ki telefonumuz bir daha onun diriltici sesiyle açılmayacak." Çok haklıydı. O ağır ama sükûnet veren, bir taraftan çilesini hissettiren öte yandan daima moral ve güç veren, çoğunlukla hüzün dolu yorgun sesini bir daha duymayacaktık. O özel sesi bir daha duymayacak olmak da gerçekten çok büyük bir kayıptı bizim için. Çünkü o acılarıyla, tanıklıklarıyla, bilgeliğiyle ve yaşadığı eşsiz tecrübeyle bir çınar, sarsılmaz bir dağ gibiydi bizim için. Varlığı bizlere ilham ve güven verirdi, ruhlarımızı diriltir, umutlarımızı yeşertirdi. Mahrumiyetimiz çok büyüktü. Ah, ah!

Ağır ilaçlar aldığı dönemlerde konuşmakta güçlük çekerdi. Ama bir-iki kelime de olsa konuşabilecek takati kendinde bulur bulmaz hemen telefonun başına geçer, oradan etrafına hikmet ve marifet tohumlarını dağıtmaya devam ederdi. Kim bilir o tohumlar nerede ve nerede yeşerdi, kim bilir… Arkasından yazılanlara baktığımızda dünyanın her tarafına bu tohumları saçtığını görebiliyoruz. Hiç ummadık ve beklenmedik ilişkiler kurmuştu. Birçok insanın arasında köprü olmuştu adeta.

Onu ziyaret etmeye çok kez niyetlendim ama hep bir mâni çıktı, bir türlü görüşmek nasip olmadı. Şu kadarını söyleyebilirim ancak: Kader böyleydi demek, onu görmemem gerekiyordu. Ona bu kadar yakın ama onu dünya gözüyle görememiş olmak ne büyük bir nasipsizliktir benim için. Ve bu, bir ukde olarak kaldı içimde.

Vuslat haberini aldığımda sadece şunu diyebilmiştim: “Çilelerin son buldu, artık sana acı, keder yok.” O vakitler merhum babamın vefatının üzerinden tam olarak altı ay geçmişti. Çok benzer bir acıydı.

Yeşilçam Günlüğü, Delilik Ülkesinden Notlar, Şebek Romanı, yazdığı çok önemli metinlerdir kuşkusuz. Ama kendisiyle yapılmış bir nehir söyleşiden oluşan ve çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını sansürsüz bir şekilde ve detaylı olarak anlattığı Bir Ruh Macerası kitabı mutlaka okunmalı. Özellikle “cehennemi bir hayat” olarak tavsif ettiği, Batılı mürebbiyelerin hegemonyası altındaki çocukluk döneminde yaşadıklarının, narin ruhunda nasıl onarılması güç yaralar bıraktığını orada görüyoruz. Şunu da okuyoruz orada: Yaşadığı manevi buhranlar neticesinde hayattan kopar ve bir ara, uzun boylu bir yapıda olmasına rağmen yemeden içmeden kesilerek kırk kiloya kadar düşer.

“Beyaz Türk” bir ailenin bir ferdi olarak gözlerini dünyaya açar. Zengin, batılı, cemiyet hayatının gözdesi olan bir aile. Ama o, çocuklarını modern ve seküler bir hayat tarzıyla yetiştirmek isteyen anne babanın ilgisinden ve sevgisinden mahrum kalmanın acısını bir ömür boyunca yaşayacaktır maalesef. Bir yönüyle de modernleştirme macerasının deneklerinden ve kurbanlarından biridir o. Yaşadıkları da bu gayriinsani projenin bir insanı nasıl cinnetin sınırlarına getirdiğinin güçlü bir belgesidir aslında. Aynı zamanda, batılı mürebbiyelerin korkunç ve dehşet saçan “eğitimleri” ile geçen çocukluk döneminde yaşadığı o ağır travma şu cümleleri kurmasına da sebep olacaktır: “Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti.” Çocukluğunda yaşadığı bu acı tecrübeler, ruhunda derin bir iz bırakacak ve hayatı boyunca peşini bırakmayacaktır maalesef. Bundan dolayı da insanlar geleceğe doğru hayal kurar ve yolculuk yaparken o, belki de yaralarını sarmak için, sürekli geçmişe dönük hayaller kuracaktır. Kırılmış, incinmiş, yaralanmış çocukluğunun ve adeta heba edilmiş gençliğinin peşine düşecektir.

Onun arayışı ciddi ve sahiciydi. Ömrü boyunca varoluşuna sahih bir neden arayıp durduğunu ifade eder, bir konuşmasında. Bundan dolayı da çok ağır bedeller ödeyerek hakikate ulaşabildi ancak. Hakikat kırıntılarını gördüğü ya da orada olabileceğini umduğu her şeye, her yere ve herkese büyük bir merak ve samimi bir ilgi duydu. Sinemayı hakikat arayışının bir aracı olarak gördü. Bu heyecanla senaryolar yazdı, sinema üzerine çok değerli teorik/kuramsal metinler ortaya koydu. Sosyalizme bu samimi duygularla yaklaştı. Kemal Tahir’e bu umutla tutundu. Bülent Oran’a bu aşkla bağlandı. Sonra İbn Arabi’yi, o uçsuz bucaksız ummanı, belki de kendi “kibrit-i ahmer”ini keşfetti. Daha sonra, “İslam’a ve İslam tasavvufuna yönelmemi, bütünüyle, bir tek kaynağa, Hazret-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi’ye borçlu olan biriyim.” diyecek o büyük zat için. Yine İbn Arabi’nin eşsiz himmetiyle on sekiz yıl boyunca pençesinde kıvrandığı ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtulduğunu ifa edecektir. Onunla hem imana hem şifaya kavuşmuştur. Yani bir ba’su ba’de’l-mevt, yeniden diriliş oluyor tasavvuf onun için. O artık geçmiş birikiminin de katkısıyla varlığı, insanı, eşyayı tasavvuf zaviyesinden okuyan bir derviştir. Hayattan kopmuş, neşesini kaybetmiş bir insan iken tasavvuf, onu hayata bağlayan bir tutamak oluyor adeta.

Derdini bir cümleyle şöyle özetlemişti, kendisine yaraşır bir asalet ve özgünlükle: “Kıyamet günü Yüce Yaratıcı’ya anlamlı ve onurlu bir hikâye anlatabilmeliyim.” Çalkantılı hayatının ve kesintisiz arayışının temelinde hep bu büyük dert vardı. Yüce Yaratıcı’nın huzuruna selim bir kalple varmayı varlığının anlamı ve gayesi kılmıştı. İnşallah bunu başarmış, muradına ermiştir. Bir ömür boyu çektiği acılar ve çileler de günahlarının kefareti olmuştur.

Bu yazıyı, onun çok yakınında olmama rağmen, hakkında bugüne kadar hiçbir şey yazmamış, belki de yazamamış olmanın mahcubiyetiyle ve bir vefa borcu olarak kaleme aldım. Rahmete ve duaya vesile olmasını niyaz ederek, vuslatının on birinci yıl dönümünde mümine ve saliha kul Ayşe Şasa Hanımefendi’yi minnetle, özlemle ve muhabbetle yâd ediyorum. Umduğunu bulmuş, korktuğundan emin olmuştur inşallah diye dua ediyorum. Allah Teala’dan onu, çok sevdiği Efendimizin sancağı altında, sevdiği diğer dost ve büyükleriyle cem’ eylemesini niyaz ediyorum. Mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.


Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım