Ortadakikuyu

Her gün dünyalar kurup dünyalar yıkıyoruz küresel köyün kıraathanesinde, laf yetiştirip, trolleniyoruz hep birlikte.
Her gün dünyalar kurup dünyalar yıkıyoruz küresel köyün kıraathanesinde, laf yetiştirip, trolleniyoruz hep birlikte.

Aslında bu deliliğin başlangıcınıbenim yaş kuşağıma icq’danumara verirlerken anlamalıydım.Programlama dili 1 ve 0’dan ibaretti,o dilde hepimize sıfıra denk düşennumaralar verdiler. Sonra da köfteyiçakmayalım diye onları nickname’lereçevirdiler. Messengerlar filan, hepinizordaydınız, hepiniz şahitsin!

6 Temmuz 2009 tarihinin hayatımda bir dönüm noktası olabileceğini nereden bilirdim ki? Bir gayya kuyusuna taş atıp, başından ayrılamayacağımı nasıl tahayyül edebilirdim ki?

Ama oldu ve o günden beri kuyunun etrafında dolaşıp duruyorum. Kuyunun ağzı genişliyor, onla beraber çizdiğim daire de büyüyor ve ben bunu kendi dünyamın genişlemesi olarak algılıyorum: Yalan! Yok öyle bir şey. Gözüm hep o kuyuya atılan taşlarda…

Kimse bana Neo’ya sunulan şansı da uzatmamış, “Mavi mi kırmızı mı olsun?” diye sormamıştı. Ben direkt kırmızıyı seçmişim ya da maviyi mi artık o sizin ezoterik okumanıza kalmış.

İlk attığım taş “working and working in İstanbul.” Nasıl da saçmalamışım. Twitter arşivimi indirip, ilk attığım bu tweeti gördüğümde, başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Şöyle bir 10 dakka kendime gelememiştim. Sanırım, “bir arkadaşa bakıp çıkacağım” demenin sosyal medyaca hali bende böyle yankı bulmuştu. Mars’tan gelsem sanırım daha iyi bir şeyler söyleyebilirdim, “Selam Dünyalı, ben Mars’ın yukarı abc bölgesinden xyz; ben dostum!” Hâlbuki bir dünyalı olarak kuru bir “working and working in İstanbul.” atıvermişim. Şaka gibi! Bir Marslı kadar bile olamamışım o gün. Acı tatlı bir hikâyenin başlangıcı.

Kimse bana Neo’ya sunulan şansı da uzatmamış, “Mavi mi kırmızı mı olsun?” diye sormamıştı. Ben direkt kırmızıyı seçmişim ya da maviyi mi artık o sizin ezoterik okumanıza kalmış. Sonuçta bu bir kaşık değil! Evet, tavşan deliğinden yuvarlanmadım, dediğim gibi kuyunun çevresini kendime mesken tuttum. Tek deli ben değilmişim ki, her geçen an, çevremde birileri belirdi: “Dünya burası dostum!” Yeni gerçeklik kurgulanırken, ben de rolümü oynamak için oradaydım. Yanlış anlaşılmasın, buradan ahkâm kesecek, “kahrolası sosyal medyanın bin bir kötülüğü”nden size bahsetmeyeceğim. Bu bir muhasebe, o kadar…

Nerde kalmıştım…

Ha, işte o delikten düştüm ben. Pardon, hala kuyunun çevresinde dolanıyorum, delik yok kapı da yok. Dünya’yı ve Türkiye’yi oradan “okumaya” başladım. Külliyen yalan! İşte followlaşmalar, mention atmalar, unfollowlar, “ya şu da beni takip etse” keşke diye içinden geçirmeler. (Hepimiz insanız, kendimizi kandırmaya gerek yok. Ben yürümedim, hepsi bana geldi gibi bir iddiada bulunacak değilim.) Güzel insanlarla, güzel sandığın insanlarla karşılaşmalar, sonrasında gelişen dostluklar, büyük hayal kırıklıkları ya da tamamen dumura uğramalar. Türkiye'nin yakın tarihini sosyal medyadan takip ettim, iyi bir şey olduğunu zannediyordum.

İşte followlaşmalar, mention atmalar, unfollowlar, “ya şu da beni takip etse” keşke diye içinden geçirmeler.
İşte followlaşmalar, mention atmalar, unfollowlar, “ya şu da beni takip etse” keşke diye içinden geçirmeler.

One Minute’ı, Mavi Marmara’nın tüm dünyanın gözü önünde nasıl katledildiğini, Arap Baharı’nın başlangıcını ve adım adım nasıl suikaste maruz kaldığını, Türkiye’nin fırtınalı 5 yılını, Gezi Parkı Olayları’ndan, 17-25 Aralık Darbe Girişimine kadar, ilmik ilmik kurulan ittifakları, duruma göre alınan pozisyonları, alınmayan pozisyonları, sahte kahramanları, Don Kişotları gördüm. Kardeşin kardeşi unfollow ettiği, blockladığı günleri, gözünde büyüttüğün insanların 140 karakterde nasıl kendilerini heder ettiğini, insanın ruhunun karanlık dehlizlerini Dostoyevski'ye gerek kalmadan canlı canlı tecrübe ettim. “İnsan ne kadar kötü olabilir ki?” diye sormuyorum artık, çünkü yeterince kötülüğe şahit oldum.

Timeline’ıma düşen çocuk bedenleri, şiddetin pornografisine her an maruz kaldığım o kuyu, karanlık ve ölüm kokuyor, ceset parçaları... Her gün kurulup yıkılan dünyanın kahrolası dengeleri ve bir avuç insanın bu dengede hafif sapma için girdikleri mücadele... Her gün onlarca kez deja vu’ya maruz kalıyorum, yüzlerce Mevlana, Malcolm X, Necip Fazıl ile rastlaşıyorum. Kullanışlı bir sözün, resmin ve fotoğrafın nasıl olup da hala ilk günkü heyecanla paylaşıldığının şahidiyim.

  • Çok mu abartmış olurum, bilmiyorum ama sosyal medyada bir gün içinde paylaşılan tüm gönderilerin ancak % 10'u yeni bir şeye aittir. Belki bu bile iyimser tahmin. Bazen sanki çamura saplanmışta, patinaj çekiyormuşuz gibi geliyor. Sağdan say 10 kişi soldan say 10 kişi farklı olaylara aynı tepkiyi veriyor ve bunu analiz diye yedirmeye çalışıyorlar. Geçiniz efenim geçiniz!

Her gün dünyalar kurup dünyalar yıkıyoruz küresel köyün kıraathanesinde, laf yetiştirip, trolleniyoruz hep birlikte. Bu gönüllü bir kurbanlık hali. Yanlış anlaşılmasın bu İsmailce bir tavır değil. Kimse bizi kalın diye zorlamıyor ama biz her geçen gün, etrafında dolaştığımız kuyuların sayısını artırıyoruz. Kendimizde ne var ne yok veriyoruz kuyunun etrafında dolaşıyoruz.

Hz. Yusuf’u kuyudan çekip almışlardı, bizi kuyunun çevresinden çekip alacak el nerede?

Ne ölüyoruz ne diriliyoruz, sadece dolanıyoruz. Cebimizdeki zaman kırıntılarını harcaya harcaya, nefsimizi tatmin ediyoruz. “Abi geçen şu adama bi mention atmışım, olay oldu, bilmem kaç RT, fav aldı.” 15 dakikalık ünlüler dünyasını geride bıraktık, artık tek tweetlik ünlülerin dünyasını yaşıyoruz.

İlk taşı attığım andan bugüne, sıkı durun, yüzkırkaltıbinüçyüzyirmidokuz (146.329) tweet geçmiş. Kaptanın seyir defteri, twitter tarihi 19 Aralık 2015, taş atmaya devam ediyorum. Bu satırları yazarken bile aklımda tweet atmak var. Deliliğimin derecesini görün diye yazıyorum. 6,5 yıl olmuş, sosyal medyayı aktif olarak kullanmaya başlayalı.

Daha doğrusu hayatımı sosyal medyaya göre ayarlayalı. Aslında bu deliliğin başlangıcını benim yaş kuşağıma icq’da numara verirlerken anlamalıydım. Programlama dili 1 ve 0’dan ibaretti, o dilde hepimize sıfıra denk düşen numaralar verdiler. Sonra da köfteyi çakmayalım diye onları nickname’lere çevirdiler. Messengerlar filan, hepiniz ordaydınız, hepiniz şahitsiniz!