Osmanlı şehirciliği neden yamaca yöneldi ve ovadan uzak durdu

…Denebilir ki Osmanlı bir bakıma varlığın kuvvetler hiyerarşisini incelemiş. Mesela, dağların biçimini ben değiştiremem, demiş. Dolayısıyla ben, şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyorsam, ayrıca yamaçların serin rüzgârlar aldığını da biliyorsam, insanımın uzak ufuklara bakmasını istiyorsam ve aynı zamanda insanımın ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdarsam; onlara ev yaptığımda yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, ta karşı dağları seyretmek, hatta o aralıklardan ovaları, yer yer başka güzel şeyleri seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir İlahî hikmet ürünü olduğunu görme imkânı da sağlamak istiyorsam; o zaman tabiî ki ovada olmak yerine, yamaçta olmak daha iyi. Yamaç da bir bakıma dağ.
Dağı biçimlendiremeyeceğime göre, yaptığım sokaklarda yağmur sularının kolay akması, insanların kimi zaman 45 derece meyilli yerlere tırmanmak, kimi zaman dümdüz yollarda gitmek yerine, daha kolay, daha homojen meyilli yollarda yürümelerini istiyorsam, o zaman, yamacın tesviye eğrilerine uygun yollar çizerim, öyle inşa ederim, diye düşünüyor. Böyle inşa edince yollar düz olmuyor. Yollar cetvelle çizilmiş gibi olmayınca, her ev, farklı istikametlere doğru ilerleyen bu yolda, farklı istikametlere bakma imkânına sahip oluyor. Yahut değişen istikametlere dönük bulunduğu için, zaman zaman yolun verdiği istikamet ile evin aradığı istikamet arasında bir farklılaşma gündeme geliyor. Bu şartlar altında yol lan cetvelle çizmek mümkün değil. (Cihangir gibi, yangından sonra cetvelle çizilen bir semt inşa edildiğinde, 60 derece meyilli merdivenleri çıkmak mecburiyeti de doğuyor.) Velhasıl Osmanlı şehri, topografyanın insan gücüyle değiştirilmesinin anlamsızlığını müdrik olarak, realiteyi göz önünde tutarak vücuda getiriliyor. Bu, çok önemli bir şey. Topografyanın biçiminde onu yaratan ilah! iradenin tezahürü var. İslâmî düşünce, “her şart altında, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız uymak” diye tarif ediyor bunu. Gene İslam inancına göre, “varlığın her veçhesinde Allah’ın tezahür ettiği” de biliniyor. Allah, yarattığı varlığın her noktasında bulunuyor. Yani bir bakıma Uzakdoğu Tao telakkisi gibi, “gökte olan-yerde olan” gibi bir ayrım yok. O zaman o iradeye uymak çözüm oluyor. Yine bir ayet-i kerimede “Biz, sizin dininizi kolay yaptık” deniyor. İslam’da “din ilmi, amel ilmi” inancı var. Yani, din bilgisi “yapılan işi düzenleyen bilgi” olduğu için, işleri kolay yapmaya imkân veren bilgi haline geliyor. Dağın biçimini değiştirmek zordur, ama dağa uyduğunuz zaman iş kolaylaşır. Dolayısıyla şehir, İslamiyet’e çok yabancı olmayan Hıristiyan Ortaçağ şehirlerinde de olduğu gibi, insan ölçeğinde, çeşitli istikametlere yönelmiş yollardan oluşuyor…
…Gazalî’nin İhyâu Ulumi’d-Din isimli kitabının ikinci cildinde anlattığı çok önemli bir olay var: Meşhur Hatemu’l-Esamm, Herat’tan çıkıp hem hac vesilesiyle hem de bir kısım yeri görmek üzere bir seyahat yapıyor. Bu seyahatte nereye gittiyse, sorular soruyor, dolayısıyla birçok tartışma açıyor. Medine’ye geliyor, şehrin kapısında muhafızlara soruyor: “Burası neresidir?” “Medine-i Münevvere’dir” diyorlar. “Olamaz! Burası Firavun’un şehri olmalıdır” diyor. Muhafızlar kızıyorlar: “Sen nasıl mübarek Medine şehrine Firavun şehri dersin!” “Öyleyse, bu şehirde bana Peygamber’in sarayını gösterin!” diyor. “Peygamber’in sarayı yoktu” diyorlar. “O zaman burası Firavun’un şehri” diyor, velhasıl tartışma devam ediyor. Onu alıp valinin önüne götürüyorlar, orada da aynı tartışma cereyan ediyor. “Peki Peygamber ve ashab nerede oturuyordu?” diye soruyor yeniden. “Flaa! Onlar topraktan, ahşaptan ve kamıştan yapılmış evlerde oturuyorlardı” diyorlar. Bunun üzerine yeniden aynı sözleri tekrarlıyor: “Firavun’un yaptığı gibi, taştan ve kireçten yapılmış bu şehir, Peygamber’in değil, Firavun’un şehridir.” Hz. Peygamber ve ashabı geçici malzemeden yapılmış ve kolaylıkla değişmeye imkân veren yapıda evlerde otururken, şehirde değişmeye direnen bir yapıda, Firavun gibi değişmemeyi, ebedî kalmayı amaçlayan ve mutlak hükmeden bir iradenin ürünü olan evler inşa ediliyor. Hatem’in tenkidi bunadır.
…Modern şehirde, insan hayatını sürekli birbirine benzer duvarlar arasına hapseden, dünyaya sırtını dönen, ona karşı duyarsız olan, hatta duyarsız olması da önemsiz sayılan bir insan telakkisi görüyoruz. Buna karşılık Osmanlı şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti değişen evlerin arasında büyük abidelerin bulunduğu yerleri, büyük abidevî ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının sarkan dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insan için vücuda getirilmiş bulunuyor. Burada önemli bir mesele var; birçok insan bu muntazam olmayan yol şebekesini kargaşa olarak görüyor. Oysa Osmanlı şehrinde bir taraftan sürekli değişmeyi yaşarken, bir taraftan da ‘değişme’den hiçbir rahatsızlık duymadan, onu tadı alman bir güzellik olarak görebiliyorsunuz. Bunu ne temin ediyor? Saraybosna’dan Hicaz’a kadar, evlerin pencereleri hep aynı biçimde. Yani Tunus’a, daha da öteye, Macaristan’a kadar... Aynı pencere, camilerde biraz daha büyük, evlerin pencereleri biraz daha küçük. Hatta evlerin detayları da aynı. Koskoca devletin her yerinde bütün pencerelerin adeta aynı olmasını temin eden bir irade var. Tabiî mimarînin bütününe standart bir unsur hâkim. Mimarînin bu standart unsuru, tüm şehre hâkim bulunuyor. O pencere 1, 2 yahut 3 çeşit oluyor, 5 tane oluyor en fazla. Fakat bugün İstanbul’da olduğu gibi, ne kadar ev varsa o kadar pencere biçimi yok.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.