Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Balkan göçleri nasıl yaşandı ve yönetildi?

H. Yıldırım Ağanoğlu
H. Yıldırım Ağanoğlu

Hristiyan Avrupa, özellikle Osmanlı içinde yaşayan gayrimüslim unsurları el altından kışkırtarak, bağımsızlıklarını sağlamak için "Osmanlı sizi eziyor, ağır vergilerle bunaltıyor" gibi çeşitli yaklaşımlarla ya da dinî saiklerle onları kışkırtarak Osmanlı'ya karşı isyanlar çıkardı.

Osmanlı tarihinde Balkanlar ve Balkan göçleri üzerine yaptığı araştırma ve çalışmalarıyla bilinen H. Yıldırım Ağanoğlu ile Balkan göçlerini, Osmanlı'da Göç olgusunu, göç ve muhacirlik kavramları etrafında ülkemizdeki göç hareketlerini konuştuk.

Balkanlar'dan başlayan göç hakkında konuşalım istiyorum hocam. Nasıl bir süreç içerisinde ve hangi koşullarda bu göç gerçekleşti?

Daha önce yayınlamış olduğum kitabıma "Balkanların Makûs Talihi: Göç" ismini vermiştim. Neden makus talih? Bunun ilk başlangıcı 1683-99 arasında gerçekleşen Osmanlı-Avusturya savaşlarıydı. İlk defa bu savaşlarda Avusturya ordusu Üsküp'e kadar ulaştı ve Üsküp'ü Avusturya generali yaktı. Oradan ilk nüfus İstanbul'a göç etti. Yani 1690'lı yıllarda Osmanlı'nın göç hikâyesi Balkanlardan başladı. 300 yıllık bir makûs talih bu. Bunun da sebebi biraz önce sorduğun gibi savaşlardı. Sonrasında bu süreç hiç bitmedi. 1829'daki Yunanistan'ın bağımsızlığıyla birlikte Mora'da büyük katliamlar yaşandı. Elli bin Müslüman kılıçtan geçirildi. Buradan birtakım göçler yaşandı. Ondan sonra bu kaybettiğimiz topraklarda sistematik bir metot hâline geldi. Hristiyan Avrupa, özellikle Osmanlı içinde yaşayan gayrimüslim unsurları el altından kışkırtarak, bağımsızlıklarını sağlamak için "Osmanlı sizi eziyor, ağır vergilerle bunaltıyor" gibi çeşitli yaklaşımlarla ya da dinî saiklerle onları kışkırtarak Osmanlı'ya karşı isyanlar çıkardı.

1800'lü yıllarda Sırp isyanları, daha sonra yine Karadağ isyanı, Bulgaristan'daki isyanlar, neticede bu konudaki en büyük mesele 1853'te Kırım Harbi oldu. Kırım Harbi'nde de Osmanlı topraklarına doğru Kırım'dan bir göç yaşandı. Bu o zamanlar için en yakın coğrafya olan Romanya ve Bulgaristan topraklarına oldu. Bununla birlikte önemli bir miktar da Anadolu'ya göçler oldu. 1877-78'de ise Osmanlı-Rus harbinde en büyük göç sayısına ulaşıldı ve bir buçuk milyona yakın Müslüman bu savaşta göç etti, yine o sayıya yakın katledildi göç yollarında, hastalıktan açlıktan ya da katledilerek yok oldu. Sonrasında Balkan Harbi'ni anabiliriz burada... 1912-1913 Balkan Harbi Osmanlı'nın Rumeli'deki sonu ve hatta Osmanlı Devleti'nin de aslında sonu sayılabilir. Balkan Harbi'nde de yaklaşık dört yüz bin insan göç etti. Altı yüz otuz bin civarında nüfus da Balkan Harbi esnasında ve sonrasında katledildi ya da yollarda hastalıktan, açlıktan öldü. Cumhuriyet döneminde de Balkanlardan göçler devam etti. Bu şekilde özetleyebiliriz.

Oradaki Türk toplulukları dışında kalan diğer dinlere mensup kişiler bu savaşlar çıktığında Müslümanlarla nasıl bir iletişim hâlindeydi? Birlikte yaşanılan asırlar birden unutulup halklar birbirleriyle çatıştı mı?

Yani, isyanların niteliği önemli burada. Çünkü özel olarak incelediğimizde hepsinin; çıkış sebepleri, yayılması, aldığı sonuçlar vs. hepsi farklıdır. Ama genel olarak şunu söylemek lazım Osmanlı Devleti, "Millet Sistemi" ile idare ediliyordu. Millet kavramı günümüzde anladığımız İngilizce "nation" değildir. Millet kelimesinin Arapça asıl manası din demektir. Dolayısıyla Osmanlı'da da Müslüman milleti, Ortodoks milleti, Yahudi milleti ve Katolik milleti vardı. Yani bizim anladığımız manada ırk manasında değildi. Buna göre yönetiliyordu ki Müslüman milletinin başında halife var, Ortodoks milletinin başında Fener Rum Patrikhanesi'ndeki Patrik vardı. Diğerleri de Yahudi Hahambaşı ve Katolik Milletbaşı gibi kişiler tarafından idare ediliyorlardı. Bu sistem uygulandığı zaman, herkesin adil bir yönetim altında yaşadığını görüyoruz. Hatta bu konular konuşulurken hoşgörü kavramı çok kullanılıyor...

Bence yetersiz bir tabir, doğrusu herkes kendi hak ve hürriyetlerini yaşıyordu. Bir gayrimüslim olarak vergini verdikten sonra devletin seninle hiçbir problemi olamaz. Çünkü askerlik yapmadığınız gibi, mesleğiniz, dininiz ve hayatınızda serbestsinizdir. Nikahınızı papaz kıyar. Cenazenizi papaz hâlleder. Kilisenizde rahatça ibadet edersiniz. Dolayısıyla devletle ilgili vergi dışında hiçbir sorununuz olmaz. Yanlış bilinen başka bir konu daha var. Osmanlı, Balkan milletleri arasından bazı halkları zorla Müslüman yaptı diye. Tam tersine; Osmanlı zorla niye Müslüman yapsın? Zorla yapsa iktisadî geliri azalıyor, yani aldığı vergi ortadan kalkıyor. Dolayısıyla Osmanlı'nın böyle bir derdi yok. Fakat Osmanlı devleti bölgede büyüyen bir güç hâline geldikten sonra tabii ki Avrupa'daki büyük güçlerin, özellikle de sömürgeciliğin ortaya çıkmasıyla beraber iştahını kabartan bir pasta hâline geldi. Herkes pastadan bir pay kapma çabasına girişti.

Özellikle bu petrolün keşfinden ve çıkarma çalışmalarının başlamasından sonra, Arap coğrafyasında bunu çok sık görüyoruz, yine ondan önce Balkanlar multi-etnik yapısı sebebiyle tam böyle kaşınacak ve karıştırılacak bir coğrafyaydı. Yabancılar da bunu çok iyi yaptılar. Burada özellikle Rusya'nın Slavları kendi hegemonyasına almak için yaptığı çalışmaları zikredebiliriz. Keza İngiltere de özellikle Yunanistan'ın bağımsızlığını destekledi. Osmanlı'yı da vahşi Müslümanlar olarak göstermek istedikleri için, bu isyanları organize edip destekledi. Mesela Mora isyanının çıkmasında İngiltere'nin payı büyüktür. Savaşın olmadığı zamanlarda toplumlar arasında bir problem yoktu, herkes kendi evinde kendi ibadethanesinde yaşardı. Osmanlı için huzur çok önemliydi. Bir yerde huzursuzluk çıksın istemezdi, hiçbir devletin istemeyeceği gibi.

Kaybedilen topraklardan içlere doğru başlayan göç nasıl karşılandı Anadolu'da?

Bununla ilgili ilk kayıtları Kırım göçlerinde görüyoruz. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'nden sonra, Osmanlı savaşın sonuçlarını içerde hissetmeye başlıyor. Kars-Ardahan Rusların eline geçiyor, Rumeli'de de Romanya Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığını ilan ediyor. Bulgaristan iç işlerinde bağımsız dış işlerinde Osmanlı'ya bağımlı hâle geliyor ve Rumeli'de Sultan II. Abdülhamit döneminde tam manasıyla milyonlarca göçmen meselesi ortaya çıkıyor. Muhacir kelimesi bizim evraklarımızda zaten hep yer alıyor. Bu arada rahmetli annemin de sözünü hatırlatayım "Biz göçmen değiliz evladım muhaciriz" derdi. Kelimenin sadeleştirilmesi gibi görünse de, Rasulullah efendimizin de muhacir olduğunu hatırlarsak bazı kelimeleri niçin yaşatmamız gerektiğini daha iyi anlayabiliriz. Nedense günümüzde göçmen diyoruz. Annem bir de şuna kızardı, "biz kuş değiliz ki evladım niye göçmen olalım" derdi.

1950li yıllarda yeni yeni girmeye başlamıştı göçmen kelimesi bizim literatürümüze. Onun öncesinde gerek Cumhuriyet döneminde gerek Osmanlı döneminde hep muhacir kelimesi kullanılırdı ki zaten bu göçlerin çoğunluğu ekonomik sebeplerle değil dini baskılar ile birlikte can emniyeti sebebiyleydi. Osmanlı toprak kaybettikçe geri çekildikçe oradaki insanlar hemen Osmanlı elindeki ilk topraklara yerleştirildi. Hazır değildi ama Abdülhamit döneminde kurulan muhacir komisyonları bunu sağlamaya çalıştı. İskân-ı Muhacirin komisyonları kuruldu. Her vilayette en üst yönetici olan valinin başkanlığında Muhacirlerin iskânı için elinden geleni yaptı ama milyonlarca göçmeni yerleştirmek, toprak vermek, kendilerine yeter hâle getirmek çok güçtü. Buna rağmen birtakım tedbirler uygulandı. İki sene vergiden, altı sene askerlikten muaf tutularak onların üretici hâle gelmeleri sağlandı. Kısaca bunu söyleyebilirim. Devlet hazırlıklı değildi ama komisyonlar kurarak bunları aşmaya çalıştı.

Hepsini bir önceki durağa yerleştirdi yani.

Evet evet. Aynı şekilde mesela Sırbistan kaybedilince, buradan gelen muhacirler günümüz Kosova veya Makedonya şehirleri veya köylerine yerleştirdi ve bu 1912'ye kadar bu şekilde devam etti. Bir de deniz yoluyla ulaşım sağlanacak yerler ile demir yolu varsa demir yoluyla ulaşım sağlanacak yerlere dikkat etti. Çünkü o zaman en büyük sorun karayoluydu ki 1930'ların Türkiye'sinde bile Konya'dan İzmir'e kolayca buğday taşımak mümkün değildi. Ve biz buğdayı Amerika'dan satın alıyorduk Konya'daki buğday İzmir'e gelip Türkiye'ye dağılamıyordu. Bu örnekle sürecin muhacir naklinin zorluklarını da anlatmak istedim.

Balkanlardan gelen halkla Anadolu'da yaşayan Müslüman halk arasında kültürel veya sosyolojik farklar var mıydı? Oradan gelen herhangi bir topluluk buraya adapte olabiliyor muydu? Bu nasıl gerçekleşiyordu?

Şimdi genel olarak böyle bir farktan söz edemeyiz ufak tefek farklar var ama aynı şekilde yaşıyorlar aynı şekilde ibadet ediyorlar. Bir kere Balkanlarda yaşayan Müslümanlar temelde üçe ayrılır; bunların birinci kısmı Türklerdir, ikinci kısmı Arnavutlardır, üçüncü kısmı Boşnaklardır. Bir de daha küçük azınlıklar var Müslüman Çingeneler gibi. Yedikleri içtikleri bölgesel farklılık gösterse de aşağı yukarı aynıdır. Yüzde doksanı Ehl-i Sünnet itikadındaydı. Arnavutluk ve Bulgaristan'daki küçük bir Bektaşî azınlık dışında ibadet şekilleri de aynıydı. Dolayısıyla çok büyük bir farktan söz edemeyiz. Ancak iklimsel farklar, coğrafî farklar, bölgesel zenginlik farklılıkları vardı. Mesela bir yer verimlidir tarım çok iyidir, orta Anadolu ise çoraktır bir şey yetişmez bu tür farklılıklar var. Onun dışında mesela Ege adaları ve Girit'teki Müslümanlar zeytin tarımı, portakal limon üretimi yaparlardı. Bunlar İç Anadolu topraklarına geldikleri zaman bunu bulamayabilirler. Ancak Ege'ye yerleştirildiler ise bulabilirler.

Bir de dediğim gibi Türk, Arnavut, Boşnak aynı lisanı konuşmaz. Devletin resmi dili Türkçe'dir. Eğer şehir insanıysa Arnavut, Boşnak, Arap Türkçe bilir, ama ana lisanı farklıdır. Arnavutçadır, Boşnakçadır. Eğer ki Anadolu'ya yerleştirilen bir Türk ise daha kolay uyum sağlar. Türklerin arasına yerleştirilmiştir. Ama yerleştirilen Arnavut ve Boşnak ise bunlar biraz daha 20-30 sene gibi zaman dilimlerinde entegre olabilirler. Ama tebaa olarak Osmanlı; Arap'ı, Arnavut'u, Türk'ü, Boşnak'ı ayırmazdı 1912 Balkan Harbine kadar. Sonra mecburi ayrım başladı. İlk defa Türkçülük akımı ortaya çıktı. Bununla birlikte birçok akım daha çıktı tabii. Ama bu aydınların bir problemiydi. Halkın böyle bir yaklaşımı yoktu. Şunu da belirtmek gerekir ki savaşların yaşandığı bu dönemde en son milliyetçilik yapan insanlar Türkler olmuştur. Diğer toplumlar gibi ırkçılığa kayan çok az örnek görülür. Bizim milliyetçiliğimiz en geç milliyetçiliktir. Biz milliyetçilik yaptık ve diğer topluluklar bu yüzden bizden ayrıldı denemez yani. Öyle bir algı var Türkleri suçlayan. Halbuki Arap milliyetçiliği bana göre daha sorunludur çünkü Halifeye isyan eder, dini açıdan da problemlidir ve Müslüman kardeşine silah sıkar Arap milliyetçisi. Öldürdüğü kişi Müslümandır. Arkasındaki güç İngiliz'dir. Ama Türkler öyle değil. Bizde bazı memur ve idarecilerin sebep olduğu kısmi, spesifik olaylar vardır Araplara veya Arnavutlara karşı. Ama bu genel olarak devletin izlediği bir siyaset değildir. Böyle bir genel uygulama yoktur. Dolayısıyla biz Türkiye insanının içi rahat olsun bu konuda. Bizi kimse faşistlikle suçlayamaz.

Muhacirlerle yerleşik olarak yaşayan insanlar arasında kayıtlara geçen herhangi bir sorun yaşanmış mıydı?

Tabii ki yaşandı, ama lokaldi. Genelde tamamen yerleşilen bölgenin halkıyla ya da yönetici veya memuruyla ilgilidir bunun da sebebi. Mesela kendi karnını zor doyuran fakir bir İç Anadolu köyüne Osmanlı memuru oranın valisinden aldığı emirle on hane muhacir almış köyün muhtarına götürmüş, "sana bunları teslim ediyorum bir ay boyunca yemesini içmesini karşıla, ben sonra geleceğim devlet bunlara yardım edecek" demiş bir daha da uğramamış. Şimdi oradaki köylünün durumunu düşün. Kendi boğazını zor doyuruyor, on tane muhacir hanesi gelmiş. Diyelim ki her birisi beş ila on nüfustan oluşuyor, köy nüfusu birden elli kişi arttı. Tabii bu huzursuzluğa sebep olur. Ama bu memurun suçudur. Oranın valisi gereken yardımları ve kontrolü yapmadıysa böyle sıkıntılar olabiliyor. Çünkü devlet emir veriyor diyor ki her muhacire iki tane öküz vereceksin, ekeceği araziyi vereceksin, ev yapmak için kereste vereceksin. Muhacir bunları nereden bulsun, zaten parasız geliyor. Bunu devlet vermemişse ondan dolayı da burada köylüler bu ağır yükü karşılamışlarsa orada geçici sorunlar yaşanır.

Sonra kültürel farklılıklardan dolayı da sorun yaşanıyor. Mesela bazı Girit Müslümanlarının anadili Rumcadır. Onlar yerleştirildiğinde yerel halk, tabii iletişim imkânları yok gazeteler yok, gelenleri önce gâvur olarak nitelemiş çünkü lisanlarını anlamıyor. Halk gelenleri gâvur olarak niteliyor. Fakat bakıyor ki ezan okununca aynı camiye gidiyor o zaman "haa bunlar Müslüman" demişler. Bir tanışma olmuş ama böyle garip durumlar yaşanmış. Çok trajikomik hadiseler de yaşanmış. Mesela Nevşehir bölgesinde yerli Rumlar yaşıyor bir de mübadele sebebiyle gelen Rumca konuşan Müslümanlar var. Yerel halktan bazıları Hristiyan Rumları, Rumca konuşan Müslümanlara tercih etmiş. Bunlar bizim gavurcuklarımız onlar başka gavurlar şeklinde garip isimlendirmeler ve bazı dışlamalar da yaşanmış. Dediğim gibi hiç kötü örnek yok deyip, steril bir tablo çizmemek gerekiyor. Bunun yanında çoğunluk ahâli, ekmeğini kırıp odasının birini muhacirlerle paylaşmış. Netice de fakire, fukaraya, yolcuya, muhacire bakmak Rasulullah efendimizin sünneti. Böyle de on binlerce örnek var.

Yanlış bilinen başka bir konu daha var. Osmanlı Balkan milletleri arasından bazı halkları zorla Müslüman yaptı diye. Tam tersine Osmanlı zorla Müslüman niye yapsın? İktisadî geliri azalıyor yani aldığı vergi kalkıyor.
Yanlış bilinen başka bir konu daha var. Osmanlı Balkan milletleri arasından bazı halkları zorla Müslüman yaptı diye. Tam tersine Osmanlı zorla Müslüman niye yapsın? İktisadî geliri azalıyor yani aldığı vergi kalkıyor.

Hocam o zaman günümüzden de hareketle çeşitli göçler sonucunda oluşan sıkıntılara ırkçılık ya da milliyetçilik hadisesinden ziyade sosyal ve iktisadi sorunlar diyebilir miyiz?

Aynen öyle çünkü şimdi Rasulullah efendimiz döneminde ensar-muhacir kardeşliği vardı ama o zaman Rasulullah efendimiz vardı. Rasululah efendimizin herhangi bir şekilde yüzünü çevirip de bir sahabeye bu muhaciri alır mısın demesiyle şimdi bir valinin bu muhaciri al, demesi aynı etkiyi yaratmaz. Keşke içimizde dünya sevgisi olmayan ideal Müslüman olabilsek. Dolayısıyla aynı örneği ve aynı hoşgörüyü günümüz insanından ya da Osmanlı zamanındaki ahâliden beklemek de doğru değil. Devletin yardımda daha ön planda olması gerekiyor. Her zaman ensar-muhacir kardeşliği misali toplumsal gerçeklikte karşılığını bulamıyor. Çünkü zaten insanlar ekonomik açıdan zor geçiniyorlar, bu şuna benziyor "Bırakalım bir muhaciri, köydeki on nüfuslu akraban senin evine yerleşti, diyelim". Bu senin akraban ama ne kadar dayanabilirsin ki? Üç ay? Üç gün? Yani dolayısıyla insanları bu konuda suçlamak çok doğru değil. İşte bazıları "Irkçılık yapıyorlar, ensar gibi davranmıyorlar" diyor ama bunlar tam doğru yaklaşımlar değil. Bu bakış açısı sosyo-iktisadi değerlere dayanmıyor. Çünkü günümüzde büyük şehirlerde kazancınız, ya da küçük bir köyde, herkesin ektiği toprak belli, oradan aldığı verim belli, birden sen bunu yarı yarıya paylaş diyorsun. Olmaz yani. Mesuliyeti sadece insanlara yıkmamak lazım. Az önce anlattığım Osmanlı memurunun yaptığı gibi. Bir daha on sene uğramamış köye.

Türkiye'ye yapılan muhacir göçlerinde merkezlere yerleştirme diye bir şey var mıydı? Yani şehre yerleştirmekle taşraya yerleştirmek arasında devlet dikkat ediyor muydu bu gruplara yoksa herhangi bir ölçüt olmadan düzensiz bir yerleştirme mi vardı?

İskân-ı Muhacirin komisyonları elinden geldiği kadarıyla buna dikkat etmeye çalışıyordu. Esnafı şehirlere, köylüyü kırsal kesime iskana çalışmış. Bunun örneklerini özellikle mübadelede görüyoruz. İşte eğer bir muhacir zeytin tarımı yapıyorsa onu zeytinciliğin yapılabildiği yerlere yerleştirmek gerek. Bu mübadelede biraz daha kolaydı. Çünkü Rumlar Yunanistan, Türkler Yunanistan'dan Türkiye'deki mahallere göç ettiler. Devlet onu yapmaya çalıştı ama yüzde yüz uygulanabildi mi? Hayır. Mesela hayatında zeytin ağacı görmemiş bir muhaciri ve ailesini gidip zeytin tarımı yapılan bir yere yerleştirdi, oradaki insanlar, kışın üşüyünce o zeytin ağaçlarını kesip odun diye yaktılar. Bu da görüldü. Ama devlet planlamasında buna olabildiğince dikkat etti. Belgelerde planlamanın yapıldığını görüyorsun. "Şuradan gelen göçmeni buraya yerleştirelim" şeklinde ama uygulamada neler yaşandı tam belgelere aktarılamıyor. Çünkü her gelen muhacirin eli kalem tutmuyor... Dilekçe yazıp da devletten hakkını arayacak durumda olmuyor. Çok az sayıda istisnaları bir yere koyacak olursak tabii.

Herhangi bir muhacirin oradan gelip doğrudan İstanbul'a yerleşebilme imkânı var mıydı? Devlet bunu engelliyor muydu ya da serbest miydi insanlar?

Bu farklı dönemlerde farklı şekillerde uygulanmış ama devlet öncelikle Osmanlı Devleti 1500'lü yıllardan beri İstanbul'a giriş çıkışları kontrol etmiştir. Çünkü İstanbul çok büyük bir şehirdir ve doyurulması, yedirip içirilmesi, güvenliği, asayişi ve başkent olması devletin birincil önceliği olduğu için bu kadar rahat değildir İstanbul'a giriş çıkış. Öncelikli iskân bölgeleri örneğin Balkan Harbi'nde Edirne, Kırklareli, Tekirdağ bölgeleri ve Batı Anadolu ağırlıklıdır. Onda da dediğim gibi deniz yolu ve demiryolunun imkânları kullanılır. Aynı şekilde Balkan Harbi sonrasında Samsun limanı kullanılarak Karadeniz'e muhacir yerleştirildiğini biliyoruz. İstanbul'a giriş veya muhacir iskanı çok çok sınırlıdır ve serbest değildir. Ancak kaçak olarak gelip yerleşme örnekleri de mevcuttur.

Ama özellikle İttihad ve Terakki sonrasında İskân-ı Muhacirin komisyonlarının daha ciddi çalıştığını ve Türk unsuru, Arnavut unsuru ve Boşnak unsurunun bir siyaset dahilinde farklı bölgelerde iskân ettiğini görüyoruz. Mesela Arnavut ve Boşnakları dağıtarak, bir yere toplu hâlde koymayarak, daha kısa zamanda milli lisanlarını unutup buradaki hayata adapte olmaları hedeflenmişti. Muhacirlerin içindeki Türk nüfusu ise özellikle Batı Anadolu ve Trakya'da Rumların yoğun olduğu bölgelere yerleştirilmiştir. Türk nüfusu bu bölgede siyasi bir takviye olarak kullanılmıştır. Bu da son derece doğru çünkü elde kalan son Rumeli toprağı günümüz Trakya toprağıydı. Orada eğer ki bir de gayrimüslim nüfus fazla olursa İstanbul'u elde tutmak mümkün olamazdı.

Şu an Türkiye'ye gelen sığınmacılar ile, Balkan göçleri arasında veya cumhuriyet öncesi göçler arasında bir benzerlik var mı? Aynı şekilde değerlendirebilir miyiz bu göçleri?

Genelleme yapmak çok yanlış olur. Olay bazında lokal olarak incelemek lazım. Bulgaristan Türklerinin Türkiye'ye göçüyle, Savaş sebebiyle Suriye'den buraya yapılan göçleri birbirine benzetmek mümkün değildir. Her ne kadar Suriye'den gelen Arap kardeşlerimiz geçici sığınma adı altında ülkemizde yaşıyorsalar da Bulgaristan Türkleri kültürel olarak ve millet olarak bu ülkenin ana unsurudur. Keza Yugoslavya keza Batı Trakya Türkleri gibi. Her ne kadar Suriye zamanında Osmanlı Toprağı olsa da, aradan geçen zamanda bu bilinç ne kadar kaldı? Artık ulus devletler kuruldu. Yeni toplumlar inşa edildi. Balkanlardan gerçekleşen göçlerde, cumhuriyet dönemini ele alırsak hem Bulgaristan hem Türkiye bir ulus devletti. Hep anlaşmayla göçler oldu. Ne kadar göçmen geleceği ne şartlarda kabul edileceği hep anlaşmayla yapıldı. Devlet bu noktada iyi ya da kötü birtakım tedbirler alabildi ve planlama dahilinde o göçmenleri burada yerleştirebildi. Uyum ve entegrasyon konusunda daha az sorun yaşandı.

Ama bugün Suriye'den gelen bir Arap kardeşimiz, on sene oldu hâlâ Türkçe konuşamıyor. Genellikle belirli bölgelerde yoğun olarak yaşıyorlar bu da toplumsal entegrasyonu zorlaştırıyor. Yoksa dağınık bir şekilde diyelim ki buranın örf adetlerine ve yaşayış şekillerine göre yaşasa, oransal olarak toplumsal dinamikleri etkilemese, günümüzde gördüğümüz bazı istenmeyen hadiseler, insanlık dışı hareketler de belki de hiç olmayacaktı. Dolayısıyla aynı kefeye asla koyulamaz. Bu bağlamda terminolojik manada Rumeli'den gelenler göçmendir, savaş sebebiyle gelen kardeşlerimiz ise geçici sığınmacıdır. Hukukta da gerçek hayatta da asla aynı değildir. Birtakım aydınlarımız her ne kadar onlar da Osmanlı büyük coğrafyasının insanları deseler de, o Osmanlı kalmadı artık. Onlar için de yok kimse için de yok.

Osmanlı devam ederken Arap da vergisini veriyordu devlet de asker alıyordu şimdi öyle bir şey yok. Gelen Bulgaristan Türk'ü şu an devlete vergisini veriyor, asker oluyor, vatandaş oluyor. Gelen bir geçici Afgan sığınmacı kardeşimizle Suriyeli kardeşimiz aynı şeyi yapıyor mu? Hayır. Bu onların suçlu olduğunu göstermez. Asla. Burada geçici sığınmacı olarak bulunmaları ve savaştan kurtulmaları bizim medeniyetimize ve kültürümüze yakışan bir olaydır. Ancak mukayese etmek gerekirse asla aynı çerçevede değerlendirilemez.

Geçmişte yaşanan göçlerde muhacirlerin Türkiye'ye adaptasyonu ne kadar bir süre içerisinde oldu? Bir göçün meyvesi nasıl ve ne kadar bir süre içerisinde toplanabilir?

Olumlu etki dersek hemen oradan başlayayım, cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusumuz çok azdı. 1927'de ilk yapılan sayımda 13 milyon 600 bin kişiydi. 1950-60'lı yıllara kadar gelen 2 milyon civarında Balkan göçü var. Bunlar azalan nüfusumuzu çoğalttı ve ekilen toprak ya da yapılan hayvancılık arttı, ekonomiye canlılık geldi. Osmanlı Devleti'nin son elli senesinde her evden asker gidip, çoğunun şehit olması, kalanların da bir kolunu bacağını kaybedip gazi olarak gelmeleri ve erkek nüfusun azalması nüfus sorununu ortaya çıkarmıştı. Gelen Rumeli göçmenleri taze bir nüfus aşısı oldu. Ve Türkiye'nin günümüze kadar gelen zenginliğine önemli bir katkı sundular. Muhacirlera sosyolojik olarak bakıldığında başka bir mecburiyetleri daha vardır. Çok çalışkan olmak zorundadırlar çünkü tutunmak zorundadırlar. Yerel halk daha tembeldir; evi vardır, tarlası vardır meyve ağacı vardır, onun çocukları o kadar çalışkan olmak zorunda değildir. Ama muhacir mecburen ayakta durmak için çok çalışmak zorundadır.

Bu çalışma da ekonomik katkıyı ülkeye sunar diye düşünüyorum. Eğitim anlamında muhacirlere özel bir sistem uygulanmıyor. Hatta bazen gelen halkın aldığı hizmetleri de alamayabilirler çünkü tutunana kadar hep bir yük olarak görülürler bazı yerlerde. Sonra vatandaş oldular mı artık diğer vatandaşlarla aralarında hiçbir fark kalmaz resmi anlamda. Bunun yanında muhacirleri Türkiye'ye hicret etme meselesi bazen iskanlı bazen serbest olmak üzere farklı statülerde de gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Rumeli'den gerçekleşen bazı göçler devlet tarafından serbest göçmen olarak nitelenmiştir. Serbest göçmen ne demek? Mesela benim anne babam Yugoslavya göçmeni. Devletten bir kuruş yardım, arazi, ev almamışlar. Devlet onları serbest göçmen statüsünde kabul etmiştir. Dolayısıyla bu insanlar Türkiye'deki akrabalarının bir garanti kâğıdı düzenlemesiyle gelebilmişler. Bir bakıma kefil olma durumu yani.

"Ben şu kadar nüfusun, şu kadar hanenin yemesine içmesine ve barınmasına onlar kendi kendilerine yetecek hâle gelene kadar garanti veriyorum, kefil oluyorum" şeklinde bir vesika tanzimiyle bu serbest göçmen vizesini almışlardır. Ben bunların sayısını 1 milyon olarak düşünüyorum, geniş cumhuriyet tarihine yaydığımızda, diğer göçmenlere göre çok daha fazla çalışmak zorundaydılar. Çünkü hiçbir şeyleri yoktu. Çalışarak ev, iş yeri dükkân sahibi olmak zorundalardı ve onlar da bunu başardılar. Herzeye rağmen dünya ile ve de özellikle Avrupa ile mukayese edildiğinde Türkiye'nin ve insanlarının göçmen, mülteci ve geçici sığınmacı politikalarında alnımız aktır. Kısmi eleştiriler yapılabilir, ancak kimse 5 milyon sığınmacı kabul eden bir ülkeyi suçlama hadsizliğini gösteremez.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.