Öte üzerine bir felsefî risâle: Ne-varlık ve hiçlik

Bizde, içimizde, kâinatı aşan öteye komşu bir beri vardır.
Bizde, içimizde, kâinatı aşan öteye komşu bir beri vardır.

İnsan, kendi olmaya her davrandığında öteye bir yol bulur ve kendi denen mihrapta şu hitabı duyar: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" ve duyar duymaz yanıtlar "Evet, şahidim." Kur'an bu âyetlerde insanın kozmos öncesi durumuna atıfta bulunur. Burada bildiğimiz anlamda insan yoktur, zira kâinat yoktur ve bilinen anlamda insan kâinattandır, zübde-i âlemdir, mikrokozmosdur.

Özkan Gözel karşılıklı konuşma ve bunun bir başka biçimi olarak okuma-yazma edimini bir komşuluk kurmaya benzetiyor.
Özkan Gözel karşılıklı konuşma ve bunun bir başka biçimi olarak okuma-yazma edimini bir komşuluk kurmaya benzetiyor.

"Konuşacak şeyi olmayanlar komşu olamaz."1 Bu yargı aynı konuşma etrafında toplanabilen insanları komşu sayan ve komşuluk olgusu üzerinden bir özneler arası yakınlık tesis eden bir ifadedir. Yazımızda değerlendirmeye çalışacağımız Ne-Varlık ve Hiçlik adlı eserinde Özkan Gözel karşılıklı konuşma ve bunun bir başka biçimi olarak okuma-yazma edimini bir komşuluk kurmaya benzetiyor. Bu kitap dünyaya konulmuş olan, seyrüsefer hâlinde olduğunun farkında olan insanlar arası bir karşılıklı konuşma olarak yazılmış. Yazar bize bir varoluşsal yol refakati, bu yolda konduğumuz/konakladığımız yerde bir komşuluk teklif eder bir dil kuruyor. Bu teklifte karşılıklı konuşmanın ön şartı özne olmak iken, özne bu dünyada "konmuş/konulmuş" olma idrakindeki insan olarak önümüze konuyor. Yazar hitabın etrafında toplanabilmemizin yeter şartını ise "konuşabilmek" s-öze, yani kendini ifşa eden öze muhatap olmamız olarak tesis ediyor. Böylece bize bu kitaptaki konuşmanın "konmuş/konulmuş" olma idrakinde olmayana bir şey ifade etmeyeceğini de ima etmiş oluyor.

Diğer yandan özne olmanın ve s-öz'ün gereği olarak belirlenen bu "konmuş/konulmuş" olma durumunun statik bir durum olmadığını, yazarın "Ne-re'den geldiysek O-ra'ya gidiyoruz!" diyerek bir "yolculuk" vurgusu yapmasından anlıyoruz. Bu "Ne" bir "hiç" ifadesi değil, yani Gözel "Hiç'ten gelip hiç'e gidiyoruz!" diyerek nazarı nihilizme döndüren bir yargıda bulunmuyor. Ona göre "ne", hiçten ziyade bir bilinmezliğin, rasyonel akılla ve bilgiyle erişilmezliğin ifadesi gibi gözüküyor2. Bu nedenle o "muamma" ifadesini "hiç"e yeğliyor. Ancak matematik dilin X ifadesine benzer bir bilinmeyene dönük bir dairesel yolculuk vurgusu yapıyor ve sanki "Ne-den (X'den) geldik dönüşümüz de Ne'ye (X'e)dir" demiş oluyor. Fakat Gözel bu kitapta özneye ilişkin varoluş durumunu matematiksel dille ya da "Allah'tan geldik yine O'na döneceğiz." biçiminde teolojik bir ifadeyle de anlatmıyor.

Yolculuk kavramı, öncelikle öznenin "dünyada olma" durumuna vurgu yapıyor.
Yolculuk kavramı, öncelikle öznenin "dünyada olma" durumuna vurgu yapıyor.

Yazar metafiziğin öz malı olan "Ne" sözcüğünü seçerek hem esere konu olarak başlangıç ve sonunu "Ne"nin belirlediği bir "yolculuk" mefhumuna değineceğine hem de yöntem olarak bu yolculuğun metafizik bakışla yürütüleceğine işaret etmiş oluyor. Yolculuk kavramı, öncelikle öznenin "dünyada olma" durumuna vurgu yapıyor. Bu durum yazarın dilinde "geçici ikamet" olarak belirlenmiş3 ve zamanın içinden geçmek, mekânda bir yer işgal etmek, zamanın ipine ilmik atmak ve böylece akışı kesintiye uğratmak gibi özne olmaya vurgu yapan betimlemelerle açıklanmış. Yazarın anlatıyı kurarken, Heidegger felsefesinde yer alan "dünyada olmak"4 kavramını baz alsa da Heidegger'de insanın dünyadaki varoluşunu ifade eden "fırlatılmışlık"5 durumunun yerini "konulmuşluk" la değiştirdiğini görmekteyiz.

Kitap bize dünyada var olmamızın "olalım diye" vukû bulduğunu ve "olma"nın ethosunun da komşuluktan yani "öteki" ile ilişkiden geçtiğini belirtiyor.

Yazar tesadüfilik, rastgelelik, başıboşluk, terk edilmişlik gibi anlamlara gönderimde bulunan fırlatılmışlığın aksine, anlamlılık, gayelilik ve gözlem/gözetim altında oluş gibi anlamlara gönderimde bulunan "konulmuşluk" ifadesini tercih ediyor. Yine "dünyada olma"nın gayesini açıklanırken Heidegger'in "olmaya bırakılmışlık" kavramına başvurulduğunu da görmekteyiz. Kitap bize dünyada var olmamızın "olalım diye" vukû bulduğunu ve "olma"nın ethosunun da komşuluktan yani "öteki" ile ilişkiden geçtiğini belirtiyor. Bu olma sürecinde öznenin yolu, kendine varmadan başka insana, ötekine, Gözel'in ifadesiyle öz-den çok da başka olmayan öz-geye uğruyor ve onun etkileşiminden, aynasından, dolayımından geçerek kendine dönüyor. Yani ötede buluşmak her bir özne için dönüştürücü, "oldurucu" bir dinamik ilişkiyi ifade ediyor. Böylece zımnen özün ve özgenin aynı özden olduğu da imlenmiş oluyor.

Âyette denildiği gibi "Sizi tek bir nefsten yarattım. Ondan da eşini... Ve ondan pek çok erkek ve kadın..."6 Yazar bu şekilde alışıldık öteki terimini özge terimiyle yer değiştirerek iki hamle yapıyor: Birincisi zihnimizi felsefi açıdan modern özne felsefesinin özneyi monad olarak gören ve ötekiyle iletişimini de bir çeşit çatışma yahut en iyimser hâliyle yabancılaşma olarak gören perspektifinden kurtarıyor, ikincisi tasavvufî açıdan özneler arası zeminin çokluğunu bir öze rücu ettirmiş yanî çokluğu birlemiş oluyor. Komşuluk kavramını ise "konuşma, konuşabilme, karşılıklı söyleşebilme, anlayabilme/anlaşabilme" içerikleriyle betimliyor.7 Olmanın etik şartı, dünyada olan diğer varlıklarla ilişki zeminimizi anlayabilme, anlatabilme, anlaşabilme olarak belirlenince, dünyada olmamızın bir yönüyle ethosu gerçekleşmiş, diğer yönüyle anlamına erişilmiş oluyor. Yazar öncelikle öznenin "öte"yle ilişkisi üzerinde duruyor. Öte, Gözel'in betimlemelerinden anladığımız kadarıyla her şeyi aşan/ aşkın, kavranabilenin üzerinde bulunan, aynı zamanda özneye içkin olan bir kavram.

Bu "öte" betimlemesi, bizim duyulur, hayal edilir, kavranılır varlığımızın berisinin ve var olanların duyulur, hayal edilir, kavranılır yönünün ötesinin bir biçimde bitişik olduğu anlamına gelebilir. Zira aşkın olan ve içkin olan öteyi bu bitişiklik olmadan izâh etmek güçtür. Bu minvalde öte aynı zamanda beridir, varlık taki başlangıca tekaddüm eden, bizim içimizde cismimize, beşerî varlığımıza, hikâyemize tekaddüm edenle aynıdır. Bu aynılık, bitişiklik bize yine Gözel'in "komşuluk" kavramını hatırlatır. Bizde, içimizde, kâinatı aşan öteye komşu bir beri vardır. Bu ikisi ya aynıdır ya komşudur, bu ikisi arasında bir benzerlik/irtibat olduğu muhakkaktır. Bu vesileyle felsefi dille varlığın ötesinde bir ilkeden, insana içkin bir ilkeden ve bu iki ilkenin ya aynı ya da yakın irtibatlı oluşundan söz etmiş olmaktayız. Yazar bu konuda tasavvufî kavramlardan da yardım alarak anlatıyı kurmaya devam ediyor. Anlıyoruz ki insanın içinde ve âlemin ötesinde mekânsız bir mekân, tasavvuf ıstılâhında bir ‘lâ-mekân' bulunmakta, her nasılsa insanın bu ‘lâ-mekân' ilini mesken tutması mümkün olmaktadır.

Sûfilerin "fenâ" terimi ile dile getirdikleri yer, bu "öte"ye geçiş olsa gerektir. Kur'an'da anlatıldığı biçimiyle Tanrı'nın insana hitap ettiği, insanın bu hitabı işittiği ve "belâ" diyerek mukabele ettiği yer bu "öte"dir.8 Bu hitap insan tarafından işitilir, zira ötede sözünü ettiğimiz bitişiklik yahut komşuluk ile insan hitabı "başka"dan değil "kendi"nden işitmiş gibi net duyabilir. "Yunus değil bunu diyen/Kendiliğidir söyleyen" mısralarıyla ifade edilen durum ister felsefî ister tasavvufî bir dille ifade edilsin yakınlık, bitişiklik, komşuluk yahut irtibat şeklinde anlaşılabilir. Gözel bu öteyi öznenin "kendi"si olarak tarif ediyor. Ancak bu "kendi"lik içi dolu ve kendi kendine yeter bir monadı ifade etmiyor. Biz Gözel'in metafizik yöntemle vaz ettiği söz konusu "kendi"liği, Geleneksel sanatların mimarîde, musikîde ve sanatta "boşluk" sembolizmiyle işaret ettiği, Kur'an'ın 7 olarak ifade ettiği, mescitlerin mihrabında bulunan "boşluk"tan, Aksa'da el Kuds'te Kâbe'nin içinde "boşluk"tan, tasavvufta neyin içindeki "boşluk"tan yardım alarak anlayabiliyoruz.

Bu geleneksel sembollerin yardımıyla metafizik dilin kendilik olarak ifade ettiği sessizlik, hiçlik ve boşluk olan özneye nazarımızı yükseltebiliyoruz. Özne bu "boşluk" sayesinde aynı zamanda her şey olabilme imkânı taşıyor. Öznenin özlediği, varmak istediği kendilik, varlıktan arınmış bir boşluk, içinde ötenin hissedildiği ilâhi nefha, her şeyi barındıran hiçlik, gündüzü doğuran bir gece, zuhuru şiddetinden rengi görünmeyen kutlu bir siyahlık olsa gerek diye yorumluyoruz. İnsan, kendi olmaya her davrandığında öteye bir yol bulur ve kendi denen mihrapta şu hitabı duyar: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" ve duyar duymaz yanıtlar "Evet, şahidim." Kur'an bu âyetlerde insanın kozmos öncesi durumuna atıfta bulunur. Burada bildiğimiz anlamda insan yoktur, zira kâinat yoktur ve bilinen anlamda insan kâinattandır, zübde-i âlemdir, mikrokozmosdur. Gözel'in diliyle ifade edersek burada hitap eden "Ne"dir ve kendisine hitap edilen de "ne" olsa gerektir. Yahut hitap sûfilerin söylemeyi sevdiği tarzda bir "Kendinden kendine"dir. Bilinmektedir ki bu hitap an olmayan bir anda, yer olmayan bir yerde, bildik insan ve bildik kâinat yokken gerçekleşmiş, kadîm durumu ifade eder.

  • Kanaatimizce burada hitap "Varlıktan Öte" olanın insandaki "öte"ye hitabıdır. Ötenin, ötedeki hitabını ancak insandaki öte işitebilir. Bu "Allah vardı ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktu." ifadesine "Hâlen de öyle..." diyerek mukabele eden tasavvufi tavrı hatırlatır. "Hâlen de öyle..." diyen insandaki ‘öte'dir. Söz konusu "öte" sonradan er veya dişi olarak özne olacak tüm Âdem neslini işaret eder.9 Özneliğin "öte" ile irtibatının, onun "olmasının" bir gereği olduğunu belirttiğimizde, özneler arası bir irtibatın/komşuluğun/anlaşmanın bu "öte"de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu varoluşsal konuşma her gerçekleştiğinde "dünyada olma" durumu yırtılmakta ve insan varlıktaki çatlaktan hem aşkın hem içkin olan öteye bakmaktadır. Bir insan bir insanı kavramın hakiki mânâsıyla anladığında, onunla anlaşabildiğinde, hemhâl, hemdert olabildiğinde, o ikisinin "öte"- de buluştuklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle konuşan, yazarın da dil-gönül irtibatını veciz bir biçimde kurduğu gibi gönül dilidir. Bu da göstermektedir ki özneler arası irtibat ötede kurulan bir irtibattır.

Bu her hakikî irtibatın O'nda gerçekleştiği anlamına gelir. Böylece kimi şairlerin yahut filozofların dilinde ümitsizce olanaksız görülen şey, bir insanın bir insanı anlaması, O'nda, O'nunla "olur" hâline gelir. Kendindeki öteye ermeyi başarabilen özne, tüm özgeleri işiten kulağa, tüm özgeleri hisseden gönle bağlanmış olur. Her şey özü itibariyle O'nda iken anlaşır, irtibatlıdır, ancak O'ndan ayrılıp uzaklaştığında O'na ve ötekine yabancılaşır, irtibatı yitirir, anlaşamaz olur. Böylece öteye erişebilen herkes ötekileşmekten, başka ve yabancı olmaktan kurtulur. Böylece ötekiler özge olur, eş deyişle özneler O'nda komşu olur. Yazarın özne tanımında özlem kavramı da önemli bir yer tutuyor. Özlem kitapta öncelikle öteye ilişkin olarak beliriyor. Ancak öte aynı zamanda insana içkin olduğundan, Gözel'in ifadelerinde özleme durumunun bir "kendi"ne dönük olarak da okunması mümkün. Özlem, kitabın anlatımını takip ettiğimizde, sadece dünyada var oluşumuzu anlamlandırarak taşınabilir kılmıyor, aynı zamanda ölümü de bir çıkış yolu "öte"ye erişme imkânı kılarak katlanılır kılıyor.

Bir orman ki insan onda hiçbir yere varmayan yollara (Holzwege) rastladığı gibi, eğer talihi yaver gitmişse, ışık saçan kayranlara (Lichtungen) da rastlayabilir.
Bir orman ki insan onda hiçbir yere varmayan yollara (Holzwege) rastladığı gibi, eğer talihi yaver gitmişse, ışık saçan kayranlara (Lichtungen) da rastlayabilir.

Özlem, Gözel'e göre sadece bir hâletirûhiye değil, o aynı zamanda öznenin kuvveden fiile çıkışını da ifade ediyor. Yazar özlemi insanın özü olarak tespit ediyor. Özleme fiili ise bu sayede özün dünyada "olmaya bırakılmış" oluşuyla ilgili kılınıyor ve onun öncelikle kendini özlemesi, kendini gerçekleştirmek gayesiyle olmaya atılması sürecini ifade ediyor. Özün özlemle tanımlanması salt özneler arası düzlemi birbirine bağlamakla yetinmiyor aynı zamanda özü "olmazdan önceki hâl"e öteye çağırıyor ve ötedeki bitmeyen irtibatı, hitabı hatırlatmak suretiyle hiç de "kendi"nden "başka" olmayan O'na bağlıyor. Böylece dünyada olmak ve biteviye öteye atılmak, sadece mecazi özge ile değil hakiki Özge ile de irtibatta şekillenen bir "olma süreci" ne dönüşüyor. Öteye ilişkin bunca çabadan sonra yazar öteye erişmenin yoluna da işaret ediyor. Bu işaret kayran (Lichtungen) imgesinde saklı bulunuyor. Yazar insanın dünyada oluşunu bir ormanda oluşa benzetiyor ve şöyle diyor: "Bir orman ki insan onda hiçbir yere varmayan yollara (Holzwege) rastladığı gibi, eğer talihi yaver gitmişse, ışık saçan kayranlara (Lichtungen) da rastlayabilir."10

Metafordaki "kayran" ormanın içinde birden beliren bir açıklık anlamında kullanılmış ve insan hayatında gündelikliğin akışını bozan onu şaşkınlığa, hayranlığa yahut şoka, dehşete sevk eden mest edici ya da kahredici bir olay olarak açıklanmış. Olay, yazarın kaleminde varlıkta birdenbire zuhur eden varlığa batmış kişiyi ister istemez çekip öteye çıkaran bir vakayı anlatıyor. "Vakıa (olay) gerçekleştiğinde kimse onu yalanlamaz."11 Öyle ki "Öte" bir biçimde biz gündelik hayhuya dalıp O'nu unutmayalım diye bizi dünyada olma durumundan cebren çekip çıkaran aşk, bast, esrime, savaş, kıtlık, afet, salgın hastalık vb. bir şeyle bizi kendine sevk ediyor. Şu durumda gitmemezlik edemiyoruz. Gündeliklik içinden çıkmamız, nefes alışımızın öteye, ilâhî nefha'nın duyulduğu boşluğa bu çıkışa bağlı olduğunu, Nefes-i Rahman'a muhtaç oluşumuzu, dünyanın onda kaldıkça bizi boğduğunu idrak etmemiz ancak böyle bir "olaya tanıklık" sonucu gerçekleşiyor. Olay, özneyi gündelikliğin beyhûdeliğinden varoluşsal anlamı göreceği bir yere yükseltiyor.

Olay bu yönüyle ölüme de benziyor, zira ölüm de içkin ve aşkın öteye cebri bir sevki ifade ediyor. "İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar" ifadesinden hareketle her "olay" "uyandırdığı" ölçüde küçük bir ölüm oluyor. Olay, bizi ölüme ve öteye hazırlıyor. Bu anlamda mest edici yahut dehşet verici olması fark etmiyor, bizi öteye çıkardığı müddetçe iş görüyor. Yazar bu eserinde işaret taşlarını orman, orman yolu, kayran, yolculuk, komşuluk sembolleriyle dizmiş gözüküyor. Böylece çağdaş felsefenin özne, dünyada olmak, özlem, öteki, gündeliklik, olay gibi temel meselelerine kendi perspektifinden kısmen varoluşsal kısmen varoluşu aşma çabası gösteren metafizik bir okuma yapmış oluyor. Sonuç olarak, Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik'te bizi kendi özüne giden orman yollarında yürürken, kendi kayranlarına tanıklık ederken yaptığı metafizik okumaya komşu kılıyor.

  • 1. Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik, 1. Baskı, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2020, s. 68
  • 2. Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik, s. 14-16
  • 3. Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik, s.62
  • 4. Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Aziz Yardımlı, 1. Baskı, İstanbul: İdea Yayınları, 2004, s.34
  • 5. Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, s.201-202
  • 6. Kur'an-ı Hakîm, Nisa sûresi, 1
  • 7. Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik, s.65
  • 8. Kur'an-ı Hakîm, Â'raf sûresi, 172, "Hani, Rabbin, Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: "Rabbiniz değil miyim?" Onlar: "Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz." demişlerdi. Kıyamet günü, "Biz bundan habersizdik" demeyesiniz."
  • 9. Seyyid Hüseyn Nasr, İslam'ın Kalbi, İstanbul: Gelenek Yayınları, s.19
  • 10. Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik, s.89
  • 11. Kur'an-ı Hakîm, Vakıa Suresi, 1