Paradigma savaşını hanginiz kaybetti?

​Paradigma savaşını hanginiz kaybetti?
​Paradigma savaşını hanginiz kaybetti?

Gelenekle hesaplaşalım tamam. Ama önce kiminle ve neyle hesaplaşacağımızı bilmemiz gerekmiyor mu? Gelenek kim, nerede, bugüne gelmiş mi, ne kadar gelmiş, tanıyor muyuz onu? Aksi takdirde geleneği kırılmış bir topluma, gelenekle hesaplaşma önerisi yapmanın makul tarafı neresidir? Gerçekliğimiz ya şuysa: içine düştüğümüz kuyudan çıkışımız için önümüzdeki tek basamağı da üzerindeki tortu yüzünden kırmaya meylediyorsak? Acı. Değil mi?

Bilmem fark ettiniz mi geçen ay yoktum. ‘İrfan Abi neredesiniz’ diye gelen mail ve dm’lerden sizin haberiniz yok tabi. Binlerce. Değilse bile birkaç tane vardı. Gönendim.

Sağ olasınız. Ama biliniz ki fakirin tarzı zor. Zira gerilim; olunca izlenmesine karşın olmayınca arzulanan bir şey değil. Bir kavga görünce önce ürperse de insan mutlaka görmek için hamle yapıyor. Kavga yokken, ‘şurada bir kavga olsa da izlesek’ demiyor ama. İzleyecek kadar kötü, arzulamayacak kadar iyi. İnsan bu işte. Tabi bunun sosyolojisini, psiko ıvır zıvırını tahlil etmek bendenizin işi değil. Onu Cins ahalisinin diğer kıymetli isimleri yapar. Yapsınlar yani. Onu da mı ben yapayım.

Bir kavga görünce önce ürperse de insan mutlaka görmek için hamle yapıyor. Kavga yokken, ‘şurada bir kavga olsa da izlesek’ demiyor ama. İzleyecek kadar kötü, arzulamayacak kadar iyi. İnsan bu işte.

Tabi kötülüğe ve iyiliğe buradan bakmıyorum. Onu diyeyim. Eleştiri diye bir şey var. Yapmak için hamle. Niyetim yıkmaya yönelmek değil. Zaten Üniversite’yi de Frankfurt’ta okumadım. Türkiye’deydi ve kötüydü. Kötülüğü ‘kendi’ olmamasından kaynaklıydı. Başkasına özeniyordu. Sorun o. ‘Kendi’ olsaydı kırık dökük de olsa ‘yeni’ ve ‘iyi’ bir şey olacaktı. Olmadı. Çok daha parlak bir ambalajın ışıltısına aldanıp, aynısını yapmaya niyet edip çakmasına ulaşmış bir ortamdı. Sıkıntılıydı. Anlamadıkları şey de şuydu: o ışıltılı ambalajın aynısını yapabilsen de toplamda yaptığın şey yine ‘naylon’ olacaktı. Çıkan fotoğrafın kötü olmasını ‘iyi taklit edilememesine bağladılar’ fakat büyük kırılma buydu. İyi taklit edebilselerdi de, hatta orijinalinden daha iyi bir şeyi ortaya koysalardı da olmayacaktı. Çünkü sorun Türkçe düşünememekti. Türkçe düşünemedikten sonra ister Arapça düşünün, ister İngilizce, isterseniz ikisinin yanına bir de iyi derecede Farsça koyun, yine de hiçbir şey değişmeyecekti. Olan da buydu.

Anadolu’nun bir şehrinde okudum üniversiteyi. Şartları kötüydü. Ama Türkçe okumayı öğrendim. Bu önemli. Çünkü iyi Türkçe düşünmek için iyi okullara ihtiyaç yok. Nerede olduğunuzu, kim olduğunuzu, daha önce ne yaptığınızı çıplak hakikatle yüzleşme pahasına merak ederseniz, soruların cevapları size Türkçe’yi veriyor. Ama meselemiz bu değil.

Madde 1:

Atasoy Müftüoğlu Ağabeyi herkes tanır. Geçen ay bir söyleşisi vardı, bir dergide. Başlık şu: “Müslümanlar paradigma savaşını kaybetti.” Üslup, söylemek istediğimin önüne geçmesin diye şu zorunlu açıklamayı yapayım: Yazdıklarına, söylediklerine, dünyaya bakışına bütünüyle katılmasanız da Müftüoğlu kıymetli bir isim. Yarım asrı aşkın zamandır düşünüyor, okuyor, yazıyor. Derdi var ve derdini söylüyor. Eleştiriyor ve eleştiriye hürmeti olduğunu söylüyor. Tüm bunlar güzel şeyler.

Yazdıklarına, söylediklerine, dünyaya bakışına bütünüyle katılmasanız da Müftüoğlu kıymetli bir isim.
Yazdıklarına, söylediklerine, dünyaya bakışına bütünüyle katılmasanız da Müftüoğlu kıymetli bir isim.

Ben devam edeyim: Bazı temel soruları doğuruyor ‘Müslümanlar paradigma savaşını kaybetti’ başlığı: Müslümanlar kim? Paradigma savaşı ne? Ne zaman kaybetmişler? Yaşı otuzlarına henüz gelmiş gencecik bir adem olarak bendenizin yorumu şurada dursun ama yaşı yetmiş dolaylarındaki Müftüoğlu’nun tespiti nerede duracak? Kendi kırgınlığını, kendi hayal kırıklığını tüm ümmete mal etmek tuhaf doğrusu. Adım adım ilerleyelim, eleştirel şerhlerimizi düşelim.

  • “Ümmet, artık gerçek değil. Çünkü herkes ulus-devlet realizmini mutlaklaştırdı.” diyor Müftüoğlu Ağabeyimiz. ‘Artık’ dediğine göre bir zamanlar gerçek olduğunu anlamak mümkün. O zamanlara bakarak ‘ümmet’ mefhumun ne zaman, nasıl, kimin eliyle gerçek bir mefhum haline dönüştüğünü anlamak mümkün.

Mesela Osmanlılar devresinde ümmet gerçek miydi? Hilafetin koruyucusu unvanını alan o Selçuklu hükümdarı zamanında gerçek bir kavram mıydı ümmet? Gerçek dünya için son iki gerçek fotoğraf bunlar. Dolayısıyla nasıl eylediklerine bakmak gerekir sanki. Kelimeler şunlar: “ulus - devlet ve realizm.” 90’lı yıllar İslamcılığının hüküm sürdüğü günlerde bu üç kelime de çok çirkin, çok kötü, çok pis üç şeydi. Neden? İdealizme bulanmış haklı sebepleri vardı o günlerdeki abilerin. Müftüoğlu’na göre bugün baş tacı ediliyor ve bu meselemizin temelindeki sorunlardan biri. Kelimelerden sadece birini tanıyoruz: Devlet. Diğer ikisinin hepimizin zihinde oluşturduğu kavram fotoğrafı aynı değil. Türkiye’nin var olması dışında bir ümmet seçeneği hiçbir zaman olmadı ve olmayacak da. Üzgün de değilim. Tarih böyle çünkü… Ümmetin gerçekliğini mümkün kılan şey, Türklerin gerçekliğinin mümkün kılınması. Başka yolu yok.

Madde 2:

Ölen birine, ‘ama senin de kabahatin var, ilk mermide niçin hemen ölüyorsun’ sorusu, makul bir düzlemde ancak mizah unsuru olabilir.

‘Gelenekle hesaplaşmamız gerekir’ diyor Atasoy Müftüoğlu Ağabey. Son zamanların popüler bu önermesi, uzaktan bakınca gayet yakışıklı duruyor kabul.

Ama gelenek deyince ‘türbe ziyareti’ ve bir şeyhefendinin dizinin dibinde oturan ‘çember sakallı mürid’ fotoğrafından başka bir imaj var mı zihnimizde? Gerçekten soruyorum, zihninde başka bir imaj canlanan kimse var mı? Önce bunu sormamız gerekmiyor mu? Gelenek Cüppeli Ahmet midir mesela gerçekten? Mesela uç örnekleri üzerinden eleştirenlere karşı uç örnek vereyim ben de: Gelenek mi Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin senaryosuna yol açmıştır?

Müftüoğlu’nun sözünü ettiğimiz söyleşisinde ‘özeleştiri yapan bir Müslüman aydın’ fotoğrafı var. Bu güzel. Hele ‘itiraf’ bekleyen gözlere bakıldığında daha da güzel, daha da çiçek… Biraz geç ama hakikat adına şunu söyleyeyim: Atasoy Müftüoğlu Ağabey’in söyleşisini ilgili dergi, söyleşi formunda değil, metne dönüştürerek vermiş. Kesilmiş, biçilmiş midir, anlam kırılmış mıdır bilemem o kadarını.

Madde 3:

Yenildik. Sonuç fotoğrafı bu. Bunu tartışmaya gerek yok çünkü somut gerçeklik bu. Kabul. Bu kısımdan sonra bizi ilgilendirebilecek tek şey, nasıl yenildiğimiz sorusu. Ve belki bundan daha çok ‘nerede’ yenildiğimiz sorusu. Mekândan söz etmiyorum. Nerede, hangi sahada? Fizikten bahsediyorsak, fizikçileri çağıracağım zira. Sorunun nerede olduğu sorusu önemli. Bunu iyi ve doğru yerden yapamazsak hikâyeyi kaçırırız. Bugüne kadar kaçırdık mı? Son zamanlarımız için evet!

  • Soru şu: ‘Rabbim Allah’tır’ dediğimiz için öldürüleceksek, bu durumda ne yapacağız? Kızmayın hemen, bir soru bu? Asıl soru şu: yenilgi nerde başladı, ilk nerde düştük?

Yenildik. Sonuç fotoğrafı bu. Bunu tartışmaya gerek yok çünkü somut gerçeklik bu.
Yenildik. Sonuç fotoğrafı bu. Bunu tartışmaya gerek yok çünkü somut gerçeklik bu.

Felsefemizin yenilmesi ile ordumuzun yenilmesi arasında bir yerdeyiz. Bunlardan hangisi bir diğerine bağlı? Hangisi hangisinin sonucu? Matematiğimiz şu mu: felsefemiz yenildiği için savaşta yenildik? Mesela niye tersi değil? Savaşta yenildiğimiz için felsefemiz kırıldı? Eğer öyleyse şu soru geliyor: filozoflarımız mı savaşıyorlardı ki onlar öldüler ve yenildik. Öyle değilse şu: âlimlerimiz savaş taklitleri mi veriyorlardı ki onlar ölünce savaşlarda yenilmeye başladık… Moğol’un felsefesi neydi ki yürüyebildiler atları çatlayıncaya kadar? Kanuni, Viyana’yı düşüremediği zaman Viyana kalesinin içinde bilmediğimiz hangi paradigmalar inşa ediliyordu? Taşkent, Buhara, Semerkant içinde kimler varken, çapulcular eliyle yıkılabildi? Biri ya da hepsi doğru olabilir. Hepsi kıymetli sorular.

Demek ki iki meseleyi de birbirinden ayırmamız gerekiyormuş. Ya da ayrı kodlayıp düşünmemiz gerekiyor. Sorunumuz siyasi mi yoksa ilmi mi? Bu ikisi birbirini ne kadar etkiliyor? Önce bunu netleştirelim sonra eleştiriyi de özeleştiriyi birlikte yaparız.

Sancının ilk yıllarına dönelim. Son Osmanlılar, söz gelimi Cevdet Paşa, Halim Paşa, Ali Paşa ve bir sürü başka adam. Ne dediler, nerede yanıldılar, neyi kaçırdılar? Tekerleği yeniden icat etmek, otomobil endüstrisine katkı sunmaz. İcat edeni yorar bugün sadece.

Gelenekle hesaplaşalım tamam. Ama önce kiminle ve neyle hesaplaşacağımızı bilmemiz gerekmiyor mu?

Gelenek kim, nerede, bugüne gelmiş mi, ne kadar gelmiş, tanıyor muyuz onu? Aksi takdirde geleneği kırılmış bir topluma, gelenekle hesaplaşma önerisi yapmanın makul tarafı neresidir? Gerçekliğimiz ya şuysa: içine düştüğümüz kuyudan çıkışımız için önümüzdeki tek basamağı da üzerindeki tortu yüzünden kırmaya meylediyorsak? Acı. Değil mi?