Pertavsızı kadar

Pertavsızı kadar.
Pertavsızı kadar.

Başa, sıfır noktasına, başlama çizgisine, en geriye, açılışa, ilk haşre, asla bakmanın, onu hatırlamanın, ilk cümleyi işitmenin güçlüğüne razı olamadık. Eve dönemedik, rücu edemedik, tersinemedik.

Farkına varır varmaz büyük bir ‘şeyin’ içinde bulduk kendimizi. Düğüm, karmaşa, girift, karanlık, kalabalık… Tüm şey kısaca. Sade değil, berrak değil, anlamlı-anlamsız değil. Dünyadayız ve dönüp durmaktayız; etrafımızda, etrafında temas ettiklerimizin. Ötesini bilmiyoruz, bilmemek kahrediyor, bilmek, bilebilmek kadar. Bazen bir taraftayız, bu kadar. Bu kadar çünkü bazen’lerimizde kalıyoruz; hatıralar. Öylece gelip geçen acıyı, mutluluğu, sesi, görüntüyü, gölgeyi. Ah biricik gölgelerimiz, tanrıcıklarımız!

Hep araftayız, eşikteyiz, aradayız. Başımız belada, biz beladayız. Bir, belâ’da değiliz. Müstağni olamadık, olduramadık kendimizi kabulde, tatminde. Ya olduğumuz yerde kalakaldık ya olacağımız yerden başlamanın düşünde ama bütünüyle ben’de. Kibirle, olmayan, olamayacak yücelikle. Başa, sıfır noktasına, başlama çizgisine, en geriye, açılışa, ilk haşre, asla bakmanın, onu hatırlamanın, ilk cümleyi işitmenin güçlüğüne razı olamadık. Eve dönemedik, rücu edemedik, tersinemedik. “Ol şârı yapılır gördük” de ne taşı umursadık ne toprağı. Ne yapıldık ne öteye varabildik ne arda erebildik ne de ardın sırrına. Sırsız, sursuz, sığınaksız, mesnetsiz kalakaldık.

Beklemedeydik, beklemedeyiz, bekleyeceğiz. Yazgımız başlı başına bekleyiş. Ne eylem ne eylemsizlik. O büyük yetinin, istidadın kahrıyla; akledebilmekle. İnsan, ‘var’ diye kabul ettiğinin süsleyicisi, yorumcusu; görebildiğinin, doğanın ve doğadan kopardığının. Benin ve onun dışında kalan her şeyin, herkesin. Hep yeni anlamlarla görmeye güç yetiremediğinin. Büyük maharet.

Bekliyor oluşun sıkılganlığını örtme gayreti. Savaşlar, planlar, düzenler, düzensizlikler, yeniler, yenilikler, sınırsız acziyette sınırlı zenginlikler. Ve kibir; olabildiğince devasalık. Beklerken büyüme, büyüdüğüne ikna etme, bekleyişin sırrını inkâr, sırrı yani esas olanı inkâr. Tahammülsüz, tekâmülsüz büyüme. Son haddine kadar mülkle büyüme, sahip olma, var ettiğini-edeceğini sanma. Topyekûn zan. Aldanış. Hüsran.

Muhtaç olmamayı marifet saydıkça, bağsız, ilintisiz hatta elsiz kaldıkça özgür olduğunu zannetme. Beraberinde büyüyen benlik, kibir. Öyle ki tanrıcık. Sözüm ona yegâne doğrunun kaynağı. Var ve yok etmenin sahte şehveti. Nedensiz, sonuçsuz, başkasız iştiyak. Bir başınalığın tatsız savurganlığı. Başkasının çığlığını duymamanın rehaveti. Yalnızca ben.

Döngünün ortasında yegâne sayılma, ‘biriciklik’ körlüğü. Noksanın çokluğunda noksansız görülme. Gören ve görülen kendisi. Aidiyet değil, ait etmek doyumsuzluğu. Bitmeyen arzunun sonucu; bütün düşüşlerin başlangıcı, yitirişin, yitmenin. Fakrın, acziyetin, tevekkülün yitirişi.

Böyledir, sadece kendiyle sınanıyor insan. Varlığı, güzelliği, gücü, eşsizliğiyle! Hitaba muhatap oluşuyla. Teklifi kabullenişiyle, mükellef kılınışıyla. Karmaşanın ortasında kendine dönmeyi deneyimleyerek. Önce kendini bulmanın, konumlandırmanın, bilmenin özgürlüğüyle. Burada çok durmamalı, kendinde. Muhatap olabilmeye layık görülmenin yükümlülüğü bu. Tutabildiği yerinden savurmalı, ötelemeli ben’i. Aslolana ermek üzere bir yolculuk başlamalı; hatibe. Sır olarak sırrı aramalı. Sınırın içinde sınırsızlığı dileyerek.

Belki de öylece durmalı; düğümün, karmaşanın, giriftin, karanlığın, kalabalığın içinde…

  • Sınırı aşarak, sınırsızlıktan vazgeçerek.
  • Kendinde, kibriyle, tanrıcıklarıyla.
  • Ne demeli bilmiyorum.
  • Her hâlükârda kahır.