Pop-muhalifliğin gölgesinde; Okan Bayülgenlerin iktidar alanı

Okan Bayülgenlerin iktidar alanı
Okan Bayülgenlerin iktidar alanı

O kendi iktidarını kurduğu beyaz ekranlarda krallığını ilan edecek, elbirliğiyle sistemin, aptallıkların, popüler kültürün dahi diğer tüm bedbahtlıkların çarkına tükürdüklerini zanneden bir kitle tarafından eller üstünde pop-muhalifliğin tahtına çıkarılacak ve büyülenmiş gibi ağzının içine bakan kitleyi hiç ama hiç utandırmayacaktır.

Aldous Huxley’in distopyası kitap ve kültürün talep edilme hızının sıfırlanması üzerineydi. Ortada yasaklanacak bir durumun kalmaması yani. Korkunç duruyor evet.

Kitaba duyulan ilgiyi öldürecek durumun eşkâli net değil. Dijitalleşme cinnetinin gideceği yer ise, bütün iletişim biçimlerinin derin bir arıza doğurduğuna inandıracak sonunda hepimizi. İletişimin ve doğurduklarının eşkâli önemli. Televizyonun bir iletişim aracı olarak kitlelerle sağladığı ‘kaynaşma’nın ya da yeni tabirle söyleyecek olursak ‘algı alışverişçiliği’nin yapılan işin doğasından kaynaklı olarak dönem dönem bazı TV starlarının doğmasına / fırlamasına yol açtığına daha önce de şahit olmuştuk aslında. İki kere izlenen bir filmin her sahnesi tanıdıktır artık ya da bir Yeşilçam kuralı olarak; Ayhan Işık ölmez!

Gecelerine ‘televizyon’un hâkim olduğu bir Türkiye burası. Nöbetçi kütüphaneler açılmalı talebimiz yerinde dursun ama yine de. Dursun. Laiklerin ve muhafazaların ortak noktası prime time.

Huxley’in karşı ütopyasında kurguladığı mesele dijital ekranlardan seyredilen yaşadığımız yeni dünyaya hiç benzemiyor olabilir mi? Bir Black Mirror efekti vermek istemem ama ekran daima ‘sahte’ dünyalar üretmeye programlıdır. Bir hipnoz seansı gibi. Karşı çıkış’ın adresi de yine buradan verilmelidir o halde. Star fenomenlerin doğuşu bir bakıma kaynaşmanın sancılı yüzü sayılır. Kaynaşırken adresi de alırız. McLuhan’ın ‘Utangaç Dev’i yok hükmündedir artık. Utanmak yoktur çünkü. Televizyondan sağlanan pop-yaygınlık bir yönüyle -kendilerini popüler kültüre arz edenler açısından- beyaz ekranın hiçbir sahiciliğinin olmadığını bilmek olmalıdır. Arz edildikleri kaynak, ivedi koduyla kendilerini ‘talep edenler üzerinden’ tüketmeye de başlar çünkü. Star fenomenler eş zamanlı olarak; ‘hem tükenirler hem de arz edilirler.’ Bu servis, kendi kısır döngüsünde ‘işler yürüyor o halde yenisi gelsin’ mantığıyla benimsenir. Dişlide kimin cesedinin kaldığının bir önemi yoktur zaten. Neil Postman’ın ‘Öldüren Eğlence’yi yazmasının üzerinden 30 koca yıl geçmiş. Gösteri çağında kamusal söylem yine aynı.

Meseleyi çok dağıtmayalım, insan okuyacak sonuçta bunu. Gecelerine ‘televizyon’un hâkim olduğu bir Türkiye burası. Nöbetçi kütüphaneler açılmalı talebimiz yerinde dursun ama yine de. Dursun. Laiklerin ve muhafazaların ortak noktası prime time. Herkes o adreste oturuyor ve Acun’u izliyor. Bu noktada Şair Osman Konuk’un ‘Kimse televizyona falan çıkamaz kardeşim’’ dediği zamandaki iddiası ikinci cümlesiyle de müsemmadır. Neden çıkamaz kimse televizyona? “Çünkü televizyon herkesin üstüne çıkar.” Yani kitleyle bağ kurabilmek adına, bir iletişim kanalı olarak söz almayı tercih ettiğiniz kaynağın ‘televizyon’ olması müthiş bir yaygınlıkla birlikte; söz’ünüze ve söz aldığınız makamın harbiliğine bir halel gelmesi ihtimalini de içinde barındırır. Bunun en baştan böyle olduğunu bilmek / kabul etmek ‘yırtmak’ için değil de ‘söz’ almak için orda olma hal’ini bir yanıyla meşrulaştırabilir.

Sonuna kadar arızalı, sonuna kadar muhalif, huysuz, inatçı, umursamaz ve sonuna kadar direnişçi.
Sonuna kadar arızalı, sonuna kadar muhalif, huysuz, inatçı, umursamaz ve sonuna kadar direnişçi.

Don Kişot’un ‘değirmenin tam içindeyken’ yaptığı hücumun karikatürize olması gibi bir fotoğrafı / aforizmayı hatırlatabilme ihtimali olsa da, bu duruma serinkanlı bir şekilde bakabiliriz yine de. Cem Yılmaz’ın uzunca bir süre yaşadığı kapalı devre ünlülüğünün, ona, tüketilme hızında görece yavaşlık olarak geri dönmesi biraz da bu duruma tekabül eder. (Cem Yılmaz bahsine ayrıca gireriz)

Kovboyun maaşa bağlanması üzerine; prime-time bir ideolojidir

Hep ihtimal dâhilinde tutulacak olan cool’luk vazifesi’den tek el silah sesi duymak isteyenlere şöyle seslenmişti şair; “Baretta bence bir silahın değil -nasıl derler- bir ihtimalin adıdır.” Bir ihtimalin adı olabilmek önemli. Arıza yıldızların çirkinleştiği prime-time ideolojilerine sözümüz geçmez elbette. Prime-time bir ideolojidir çünkü. Okan Bayülgen de vaktiyle onu sevmeye azmedenlere göre bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Kiss FM’deki Okan Bayülgen On Air programıyla kafasını çıkardığı dünyanın zemininin imaj satmak için oldukça uygun olduğunu keşfetti sonra.

  • Ruhuyla hiç bağdaşmayan bir işi yapan huysuz vicey kontenjanından Satel TV’de klip sunarak bulaştığı ilk televizyon günlerinden, asi zamanları sayılan Gece Kuşu’na ve tabi ki bir fenomen olduğu Televizyon Çocuğu’na kadar uzanan temiz bir ilk raund mücadelesiydi aslında onun ki. (Başının hep belada olduğunu söylediği sistemle yaptığı maçlarda aldığı sonuçlara bakarsak)

Sonuna kadar arızalı, sonuna kadar muhalif, huysuz, inatçı, umursamaz ve sonuna kadar direnişçi. Arkasında bugünkü kadar büyük bir kitle olmasa da bayağılıktan- ucuzluktan sıtkı sıyrılmış bir grup okumuş genç tarafından el üstünde tutulan, -kaynağından arz edilse de- düello kurallarına ara vererek silahına erken davranan tutarlı bir kovboy sayılırdı o günlerde Bayülgen namlı anti-kahramanımız. Anti-liği sürekli dalga geçtiği kepçe kulak-kısa boy düzlemine takılıp kalmıştı. Sonrası herkesin bildiği oldukça tanıdık bir hikâye işte. Kovboy’un yalnız kalırsa öleceğini anlaması, oyunun kurallarına göre oynamayı öğrenmesi, silahlarını demirciye satması, püsküllü çizmeleriyle kasabada dolaşarak caka satmaya başlaması, kasabanın kızlarının onu ağzı açık izlemesi ve Şerif’in ‘yalnızca püsküllü çizme giyerek kasaba meydanında caka satıp Kızılderilileri tekmelemesi’ karşılığında bizim yalnız kovboy’u- maaşa bağlaması.

Anti-kahramanların, yalnız kovboyların ve yaramaz çocukların ehlileştirilmesi göründüğünden çok daha kolaydır.

Anarşist televizyoncunun (ki bu tamlamanın tuhaflığının farkındayım) programına çağırdığı namlı magazin gülleriyle stüdyo çetesi işbirliğiyle alay etmesinin yani bu figürler üzerinden sistem eleştirisi yapmasının anlamı üzerine hala bir zihin kırılması yaşayamamak çok sağlıklı bir durum olmasa gerek. Pop-kültür şahsiyetlerin ya da yozlaşmanın nesnel karşılığı sayılan magazin figürlerinin şov yapılan bir stüdyoya çağrılıp sonrasında onlarla dalga geçilmeye çalışılma trajedisinin, gecenin sonunda; şöhretlerini parlatmış bir grup figür ve reytinglerini sayan muhalif bir şovmenden başka bir toplama karşılık gelmeyeceği gün gibi ortada aslında. Bu karşılıklı beslenmenin yalnızca ucuz bir alışverişten ibaret olduğu gerçeği kısa ve ruhsuz pop tarihimizle de müsemmadır.

Tacı elinden alınamayan anarşist kral

Sözgelimi maaş aldığı grubun amiral gemisinin (bkz. hani şu uğursuz Şubat’ta tanklar geçerken görüntü alamamasından ötürü, derin hatrı için tankların yeniden yürütüldüğü amiral gemisi) bu ülkedeki tetikçilik, inanç gruplarına baskı, ötekileştirme ve tüm beşinci kol faaliyetlerini hiç görmeden muhalif olmayı başarabilmek alnından öpülesi bir durumdur ki, Taraf gazetesinin yırtıldığı o video görüntüsünü programında teşhir ederek stüdyo çetesine çılgınca alkışlatmasına da şaşırmak gereksiz bir eylem olacaktır haliyle. Tatlı sularda yüzmenin ferahlatıcı etkisi yaşadığımız bu illüzyona dâhildir. Şapkadan çıkan tavşanları saymak yerine, şapkanın içine bakmayı istemek de bir tercihtir. Ya da sihirbaz çok yakışıklı.

Hitler ve Mussolini hayranı dedesini ‘tatlı bir faşist’ olarak anan ve Cezayir Büyükelçiliği tarafından aşırı faşistlikten kınanan kötü bir yakışıklı sihirbaz taklidi olan Bayülgen’in -tavşanlarından bağımsız olarak- beyaz, egemen ve hâkim sınıfın şarkılarını mide bulandırıcı bir oryantalist makamda seslendirdiğini hepimize ispatlamak için yaptığı şu üç salvodan neler çıkar dersiniz; entelektüel namus, evrensel hukuk ve asgari ahlak açısından bir daha insan içine çıkamamak falan mı, tabi ki hayır.

Bir: “Yok Fransa falan artık, orada Fransızlar mı yaşıyor? Herifler Marsilya’dan kuzeye doğru işgal ediyorlar ülkeyi. Yakında Araplardan başka bir şey kalmayacak. Fransızlar medeni insanlar, habire doğurup durmuyor. Bu barbar heriflerse acayip çoğalıyor. Çoğaldıkça da sosyal eşitlik dolayısıyla devletten acayip imkanlar alıyorlar...”

İki: “Koskoca Avrupa dinleye dinleye üç tane yamyamı dinliyor. (Taha, Fhadel, Khaled)

Üç: “Tekneyle gelen şu vatandaş var ya!’’(Emenike) Alper Görmüş’ün Aktüel portrelerinde kestiği raconu yeniden hatırlarsak yani; Okan Bayülgen faşist tavırları olan ucuz bir elitistten başkası değildir. Sekülerler Dükkanı’nda ‘satıldığı’ için her daim müşterisi bulunur. Aldous Huxley’in distopyasında yer almak için biletlerini çoktan kestiren abartma katsayısı tavanlarda gezinen ‘Okan süper abi ya’cı okur-yazar otantik gençlik için yeni anarşist adayları: sıralı tam liste önümüzdeki sayıya.

Okan Bayülgen faşist tavırları olan ucuz bir elitistten başkası değildir.
Okan Bayülgen faşist tavırları olan ucuz bir elitistten başkası değildir.

Bayülgen’in David Lettermanvari tavırlarıyla krallığını ilan etmesi aslında bu dominant-bilgiç tarzının izleyicide uyandırdığı kışkırtıcı etkisini keşfetmesiyle başlamıştır. İmaj denilen şeyin susuzluktan, paradan ve saygınlıktan bile daha önemli olduğunu çözmesi, özenle kurguladığı imajına zarar verecek her şeyden tercihli olarak çekilmesine yol açmıştı haliyle. İzleyicilerinin yüzüne kapattığı telefonların karizmasını kışkırttığını ve kendi deyimiyle ‘uçurduğu’ her insanın aslında kurgu-kariyerini parlattığını çok iyi biliyordu.

Hemşo gibi ucuz gişe kolpalarında oynayarak muhalif-sanatın nadide örneklerini sunmayı da hiç ihmal etmeden yürüyecekti tabi. ‘Tacı verenin düdüğüne bir zeval gelmesin’ idi nasılsa o çok muhalif parolamız, ‘sihirbaz çok yakışıklı’ ya da?

Part-time anarşist!

Okan Kaan Görgün, 1964-Cihangir. Türk gösteri adamı, sunucu, sinema ve tiyatro oyuncusu, tiyatro ve klip yönetmeni, yapımcı, seslendirmeci ve fotoğraf sanatçısı. Dahası muhalif- sistem dışı, part-time anarşist, toplam zekâyı alt edecek nitelikte ve arızalı. Ekranlardan ya da üçüncü sınıf dizi o yuncularından muhalif devşirme saplantısına kurban verilenler arasında ne ilk ne de son figür olac aktır Bayülgen. O kendi iktidarını kurduğu beyaz ekranlarda krallığını ilan edecek, elbirliğiyle sistemin, aptallıkların, popüler kültürün dahi diğer tüm bedbahtlıkların çarkına tükürdüklerini zanneden bir kitle tarafından eller üstünde pop-muhalifliğin tahtına çıkarılacak ve büyülenmiş gibi ağzının içine bakan kitleyi hiç ama hiç utandırmayacaktır. Medya kralı, Lidya kralı, Muhabbet kralı, Âlemin kralı ve ama en çok Patronunun kralı. 25 yıl yakasında beyaz bir nazar boncuğuyla dolaştı hep.

  • Part-time anarşist, yaşadığı coğrafyada turist ve her dem sıradan faşist. Tabu yıkıcı sözgelimi, tatlı sularda amfibi. Kan bağından rast geldiği Elmalılı Hamdi Yazır’a sürekli mesafeli. Cümle içinde Diriliş Ertuğrul kullanımı arttırarak kitleleri coşturabiliyor.

Sektörel dengeleri göz önünde bulundurarak yapıyor tabi bunu. Alay etmeye çalıştığı şey’in fena halde farkında. Paris moda haftasının yavanlığından bahsetmediğinin de farkında. Farkında. Ama plastik tahtında -elitlerin alkışına rağmen- oturmaya devam edebilmesinin kurallarını iyi biliyor. Aslında kelebeğin ömrü üç gün, o halde hikâye yine başa dönecek; ‘yerlileri tekmelemesi karşılığında’ Şerif’in maaşa bağladığı fiyakalı kovboyu hatırladınız mı? Yerlileri tekmelemek yüklü maaşın garantisi olsa da, tek ölçü kabul edilmenin yegâne anahtarı değil artık. İmajı sekülerler dükkânında satıldığı için kendisine tahsis edilmiş iktidar alanını sütre yaparak ateş edenleri görüyoruz hala, sen arkadaki, evet sana diyoruz. Şimdi o silahını yavaşça yere bırak ve o sütreden çekil. Bayülgen meselemiz değil. Onun modası çoktan geçti, ama veliahtların kadar yaşarsın, doğan company, sihirbaz yakışıklı, rıza imal eden medya, tanrılar her zaman yeni kurbanlar ister. Sistem, muhalif, anarşist, falan. Tacı neden elinden alınmıyor diye düşünmeyecek nasılsa hiç kimse. Satırbaşı.