Popüler-politik-aşırı acıklı pırasa: Mahsun Kırmızıgül’ün Art-House sineması

Mahsun Kırmızıgül
Mahsun Kırmızıgül

Mahsun Kırmızıgül ‘sinema’ yapmayı kafasına koyarak, sık sık benzetildiği Yılmaz Güney üzerindenbir dil inşa ederek, kimlik ve içerik derdi olan filmlere sevdalanmıştır. En azından yola çıkarkenhedeflediğini söylediği fotoğraf aşağı-yukarı böyle bir şeydir. Aşk değil duygulu-politik filmlerçekmek niyetindedir.

Türkiye’de popüler müziğin yükselişi, televizyon kültürünün ve magazin programlarının güçlü bir etki alanına sahip olduğu 90’larla birlikte anılır genelde.

Ana dinamikler magazin ve pop üzerinden okununca, bunu geç Özal etkisi olarak da anlamak mümkün. Merkeze akan arabeskin içeriksiz soft bir türü olarak ortaya çıkan fantezi müzik, yine bu 90’lar şablonuyla ve yine aynı katma-değer izleğinde değerlendirilebilecek bir havaya sahiptir. 1994 yılında yayınlanan “12’den Vuracağım” isimli fantezi-arabesk türündeki fenomen müzik albümü, sosyolojik referansları açısından önemli bir kilometre taşı olmakla birlikte, popüler kültüre Mahsun Kırmızıgül ismini de armağan edecektir. Aslında ortada başlı başına büyük bir başarı hikâyesi mevcut, 8 defa albüm yapıp başarısız olduktan sonra, köyüne dönmek yerine, yılmayıp yeniden denemeyi düşünmek gerçekten takdir edilesi büyük bir hikâyedir. Yaptığı müzik türünden bağımsız olarak bile bu ısrar kendi başına çok anlamlı. İdealin rüyasıyla yaşamak sanatçının kumaşıdır.

İmajı ve bu imajı besleyecek şekilde ürettiği ‘slogan’ ve şarkılarıyla meseleyi erkenden fark ederek bildiği yoldan ‘yürüyen’ Kırmızıgül için, prestijli Anadolu delikanlısı prototipi ‘zaalimmlere, namussuzlara ve şerrefssizlere’ inat yılmadan yaşamak şeklinde kodlanacaktır.

Mahsun Kırmızıgül’ün hedefi 12’den vurarak, şöhrete, paraya ve rahat bir yaşama kavuşmasının ‘boynu bükük’lüğünü yok edememesi, pazarlama tekniği açısından dönemin şartlarına uygun bir şekilde ilerlemiştir. Zaten ‘türkücü’ kontenjanından girilen müzikal ticari pazarın kuralları herkese aynı kalıp üzerinden uygulanıyordur. İmajı ve bu imajı besleyecek şekilde ürettiği ‘slogan’ ve şarkılarıyla meseleyi erkenden fark ederek bildiği yoldan ‘yürüyen’ Kırmızıgül için, prestijli Anadolu delikanlısı prototipi ‘zaalimmlere, namussuzlara ve şerrefssizlere’ inat yılmadan yaşamak şeklinde kodlanacaktır. Pop’un hinterlandında yaşamalarına izin verilen diğer bütün türkücüler gibi saç, sakal, bıyık ve kıyafet rötuşlarıyla iki binlere yıllara uzanan Mahsun’un, milyonluk albüm satışları devrinin sona erdiğinin ilanıyla sinemaya geçiş kararının ilanı aynı tarihlere rast gelecektir. Aynı yollardan geçtiği arkadaşı Özcan Deniz’in müzik kariyeri sonrası, Demet Akalın kitlesini hedefleyerek mesaj derdi olmayan romantik aşk filmleri pazarlamayı tercih etmesine karşılık, Mahsun Kırmızıgül ‘sinema’ yapmayı kafasına koyarak, sık sık benzetildiği Yılmaz Güney üzerinden bir dil inşa ederek, kimlik ve içerik derdi olan filmlere sevdalanmıştır.

İdealin rüyasıyla yaşamak sanatçının kumaşıdır.
İdealin rüyasıyla yaşamak sanatçının kumaşıdır.

En azından yola çıkarken hedeflediğini söylediği fotoğraf aşağı-yukarı böyle bir şeydir. Aşk değil duygulu-politik filmler çekmek niyetindedir. Türkücüler film çekemez, kasaptan oyuncu olmaz, marangozlar resim yapamaz gibi sert kabullere pek aklım ermez. Mahsun Kırmızıgül’ün sinema macerasına da ön yargıyla bakanlardan değildim, ilk filmi ‘Beyaz Melek’in oyuncu kadrosu ve konusu açıklandığında ‘acaba?’ demişliğim olmuştu hatta. Sinema yazarlarıyla kavgalı olmasına, kültürel elitlere bayrak açar tonda ‘halk sineması’ yaptığını ilan etmesine, ısrarına ve tutkusuna falan tav olmak bile mümkündü aslında. Sektör değiştiren bir türkücüye fazladan bir iyimserlik göstermek değil bu.

  • Sinemaya dair hedefleri olduğunu söyleyen Mahsun’un, önce Yılmaz Güney’in politik bakışı ile Yeşilçam’ın masumiyeti arasında bir kıvam tutturmaya çalışıp, sonrasında şarkı söylediği yıllardaki imajından hatırlanacağı üzere; seyircinin duygu yoğunluğuna doğru kışkırtıcı hamleler yaparak gişenin kalıplarını keşfetmesi çok uzun sürmeyecekti.

Beyaz Melek sonrası çektiği, Güneşi Gördüm filminde dünyanın bütün felaketlerinin zimmetlendiği ‘aile’ figürü üzerinden; eşcinsellik, mültecilik, göç, savaş, kürt sorunu, aile içi şiddet, yoksulluk, yabancılaşma ve kışkırtma gücü yüksek daha ne kadar ana başlık varsa senaryoya istifleyip ‘sinema’ yapmış olmayı ummak da bir başarı, her filminde ‘yönetmen torpiliyle’ başrolü oynayarak yeryüzünün tüm acılarına paratoner olmayı istemek de. Trajik bir yolculuk. Daha, dil ve anlatım biçimi sorunlarına gelmeden sinema duygusunu sarih bir sömürüye bile-isteye kurban etmenin anlaşılır hiçbir tarafı yok.

Tüm insanlığa evrensel barış mesajları veren Amerika’daki sürgün din adamının hikâyesini anlatan New York’ta Beş Minare filmiyle kendi sinema yolculuğunun finalini yapan Kırmızıgül’ün, açık bir şekilde dinler arası diyalog projesine ve bu projenin küresel çaptaki yürütücülerine destek olarak sinemadaki niyetini/muradını ortaya koyması, çıktığı yolla ilgili kafası karışık olanların kafalarını gereği kadar netleştirmişti. Üstelik üslup ve duygu olarak Adolf Hitler’in 1930’larda çektirdiği kampanya filmleri kadar bile hünere sahip değildi. Acemi bir propaganda görünümündeki filmi, cici müslüman-kara müslüman şablonu, başroldeki Hıristiyan eşe sahip Hacı Gümüş (bir cemaat lideri) karakterinin didaktik replikleri, eşinin durmadan zumlanan haç kolyesi ve iki Müslümanbir Hıristiyan’ın yavaş planda aynı anda dua etmesi gibi parodi/ propaganda türüne uygun sahnelerle bezeli bu propagandist filmin sonu elbette kan davasına falan bağlanacaktır. Ajitasyonun, duygu sömürüsünün, kurgusuzluğun, havada kalan senaryonun, olmayan karakter derinliğinin ve ne anlattığını kimsenin anlamadığı alt-metnin üzerini her seferinde büyük bir şefkatle örten devasa prodüksiyonun karşılığı box office rakamları olabilir. Ama gişenin cazibesine kapılıp buradan bir haklılık üretmeye çalışmanın şöyle kötü bir tarafı var. Bir gün gişe tarafından terk edildiğinde, bu koca bir sıfır olduğunu kabul ettiğin anlamına da gelir aynı zamanda.

Eğer elindeki tek koz ‘halk beni beğeniyor’ ise her an yolun sonuna gelmiş olabilirsin.

Vezir parmağıyla gelen!

Kırmızıgül’ün Ertem Eğilmez’i ne derece anlayamadığını gösterdiği tartışmalara konu olan son filmi Vezir Parmağı için söylenecek pek bir şey yok. Dramaya yaslanmak biraz daha kolaydır ama güldürü bütün yaldızlarınızı döker. Mahsun’un sinemayı anladığı yerden gördüğü Osmanlı seks komedisi, kaba mizahın klişelerle örülü tüm özelliklerini üzerinde taşıyor. ‘Erkeksiz kalmış kadınlara erkek göndermek’ başlığı altında kurduğu komedi çatısı, en alelade, en ucuz ve en nobran esprilerle ‘seyircinin beğenisine’ oynayarak filmlerinin ortak özelliği olarak görülen senaryo ‘kapasitesini’ de fena halde yansıtıyor.

Yılmaz Güney ile İbrahim Tatlıses prototipleri arasında savrulan Kırmızıgül’ün, sermaye, medya ve magazinle arası her daim iyi...
Yılmaz Güney ile İbrahim Tatlıses prototipleri arasında savrulan Kırmızıgül’ün, sermaye, medya ve magazinle arası her daim iyi...

Vezirin parmağından gelen bu son savruluşundan gerekli dersi çıkarır mı, yoksa daha kullanışlı gibi duran sinema yapmam engelleniyor sloganına mı sarılır bilmem. Bildiğim şu; Yılmaz Güney ile İbrahim Tatlıses prototipleri arasında savrulan Kırmızıgül’ün, sermaye, medya ve magazinle arası her daim iyi, her filmi için reklam ve PR hizmetinde ve her filmi için 500 AVM salonu gösterime hazır. Ama ezilen-hor görülen sinemacı pozu yine de en çok ona yakışıyor. Açık konuşmak gerekirse, Gani Rüzgâr Şavata’nın sineması daha samimi geliyor bana.

  • İnsan bazen, kompleksli elitlerin beğenmediği sinemacı, bazen haksızlığa uğrayan “kürt” sanatçı, bazen 10. yıl marşı, bazen Tayyip abi, bazen katil devlet, bazen gerici geziciler, bazen en büyük cim-bom, bazen de ne mutlu türküm diyene olamaz.

Olursa da şık durmaz. Prag Senfoni Orkestrası besteleyip çalsa da fark etmez, yine de şık durmaz. Zaytung’un Mahsun Kırmızıgül’ün son filmi ‘Acıya Doyamayanlar’ın senaryosu hakkında elde ettiği özet bilgileri paylaşarak bitirelim yazımızı; ‘’Aşiret baskısından kaçarken İstanbul’da kötü yola düşen eşcinsel kardeşini kurtarmak isteyen AİDS hastası bir gencin, bu amaçla temas kurduğu yeraltı örgütlerinin Ergenekon terör örgütü ile bağlantılı çıkması üzerine dehşete düşerek İtalya’ya giden bir mülteci gemisine sığınması ve aynı gemide küresel ısınmayı engellemek adına çevre kuruluşlarında gönüllü çalışan ve ten rengi nedeniyle ırkçı saldırılara uğramış bir afro Amerikan erkeğe tutulması sonucunda bunalıma girerek tarikat mensubu olup Arap baharı yaşanan ülkelerdeki kaosun son bulması adına toplumu bilinçlendirmesinin yürek burkan öyküsünü işleyen film,

aynı zamanda Meksikalı uyuşturucu kartelleri, Alzheimer’ın pençesinde kıvranan bir grup Kore gazisi, İsrail-Filistin meselesi ve çöken ekonomiye karşın ailesini bir arada tutmaya çalışan Yunanlı bir babanın öyküsüne de değinmeden geçemiyor’’