Prof. Dr. Hilmi Demir: İslam Medeniyeti’nin yeniden ihyası için Hanefi-Matüridiliğe dönmek zorundayız

Prof. Dr. Hilmi Demir
Prof. Dr. Hilmi Demir

İmamı Matüridi’nin düşünce sisteminin ana omurgasını Ebu Hanife’nin itikadı görüşleri oluşturur. Ama orada kalmaz çünkü bazen neye inandığımız kadar bir şeyi neden reddettiğimiz de önemlidir. Ebu Hanife’nin deyimiyle adaleti bildiğimiz kadar neyin zulüm olduğunu da bilmemiz gerekir. İmamı Matüridi, dini bilginin temeline delil ve akli doğrulamayı yerleştirmiştir.

Osmanlı denilince kafalarımız biraz karışık. Birincisi Nizamiyye’yi bilip Azamiyye’yi bilmeyenler Osmanlının Eş’ari olduğunu ileri sürerler. İkincisi Kahire’yi Eş’ariliğin merkezi sananlar güya Yavuz’un burayı fethetmesiyle de Eş’ari âlimlerin Osmanlı’ya dolduğunu düşünürler. Selçuklulardan itibaren Osmanlı da dâhil, açılan her medresenin vakfiyesinde hangi mezhebe göre eğitim yapacağı yazılır. Ağırlık Hanefidir. Devletin resmi mezhebi Hanefiliktir.

Zihnimizde net bir fotoğraf oluşması için en başa dönüp oradan bugüne gelelim istiyorum. Hz. Peygamber hayattayken hiçbir fikri sorunumuz yoktu. ‘Vahiy alan biri’ aramızdaydı. Onun irtihalinden sonra belki doğal olarak sorunlara ‘farklı’ çözüm önerileri gelmeye başladı. Giderek daha derin fikri ayrışmalara şahitlik ettik. Birbirini tekfir eden, birbirini öldüren Müslümanlar gördük. Bu bölüm elbette müstakil konuşulmayı gerektiriyor ancak yine de bu devreyi anlamamız gerekiyor. Temeli siyasi mi yoksa gerçekten itikadi mi buradaki gerilimin?

Hz. Peygamber hem vahyi alan hem de vahyin nasıl yaşanması ve an­laşılması gerektiğini ümmete öğreten bir otoriteydi. İlk Müslümanlar karşılaştıkları her sorunu ona götürebiliyorlardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise Müslümanların karşılaştıkları ilk mesele ‘kim yönetecek’ sorusu oldu. İlk Müslümanlar bu sorunu kendi bildikleri kabile yöntemleriyle aşmaya çalıştılar. Hz. Osman dönemi ile birlikte pek de aşamadıkları ortaya çıktı. İlk Müslüman toplumun yaşadığı yönetim sorunu, bir dizi krize ol açtı. Cemel Vakası bunlardan ilkiydi. Ama burada bile sorun itikatlaşmamıştı. Hz. Aişe, Hz. Talha, Hz. Zü­beyr Hz. Ali ile karşı karşıya geldiler. Savaştılar, Hz. Talha şehid oldu, baş ucunda Hz. Ali vardır. Cenazesini de Hz. Ali kıldırır. Cemel bize bir şey öğretir. Müslümanlar birbiriyle kavga etmez değildir. Keşke hiç etmeselerdi ama insanoğlu asla masum değildir. Allah da Müslü­manların kavga edeceğini bildiği için Hucurat 9. Ayette, “Müslüman­lardan iki grup birbirleriyle vuruşursa aralarını düzeltin” demiyor mu? Evet kavga da bizim içindir, ama Müslümanlar kavga etseler bile bu kavgayı itikadi bir sorun olarak görüp birbirini tekfir etmeme­lidirler. Cemel vakaası bize bunu öğretir.

Siyasi kavgaların itikadlaşması, Sıffin’de Haricilerin ortaya çıkmasıyla olacaktır…

Ne yazık ki… Hz. Muaviye ile karşı karşıya gelen, bakın Ehli Sünnetin Hz. Muaviye’ye ‘hazret’ demesi bile sorunu itikadi görmediklerini gösterir, Hz. Ali’nin -Hakem Olayı nedeniyle- küfrüne hükmeden taraf Haricilerdir. Hariciler Sıffin’deki kavgayı bir din kavgasına, hak-batıl kavgasına, İslam-küfür kavgasına dönüştürmüşlerdir.

Hariciler kafirler için inen ayetleri, Müslümanlar için kullanmaktan çekinmeyerek, siyasi, sosyal kavgaların itikadileşmesine yol açan ilk büyük fitneyi ateşlemişlerdir. Böylece ‘kim yönetecek’ sorusu, ‘kim Müslüman’ sorusuna dönüşmüş olur.

Ha­ricilerle İbn Ömer arasında geçen ilginç bir tartışma vardır. İbn Ömer bu kavganın Müslümanın Müslümanla kavgası olduğunu bu yüzden savaşa katılmayacağını söylediğinde Hariciler ona “Allah Tealâ: “Fit­ne ortadan kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfâl Sûresi (8), 39.) ayetini okurlar. İbn Ömer’in cevabı çok açık ve nettir bu günümüzü anlamak açısındanda fevkalade önemlidir: “Anan sana ağlasın! Oradaki savaş müminler için değil kafirler içindir.” Hariciler kafirler için inen ayetleri, Müslümanlar için kullanmaktan çekinmeyerek, siyasi, sosyal kavgaların itikadileşmesine yol açan ilk büyük fitneyi ateşlemişlerdir. Böylece ‘kim yönetecek’ sorusu, ‘kim Müslüman’ sorusuna dönüşmüş olur. Tabi tüm sorunların kaynağını ‘kim Müslüman’ sorusunda görmek de büyük hata olur…

Düşünce çerçevemizi belirleyen ana isimlerden ilki İmam-ı Azam Ebu Hanife. O, Hz. Peygamber’in vefatından 67 yıl sonra doğuyor. Nedir onu önemli kılan şey, ona yönelişimizdeki ana sebep?

Ebu Hanife’yi bence önemli kılan üç şey var. İlki, onun yukarıdaki sorunları çözme biçimidir. ‘Kim yönetecek’, sorusu, ‘kim Müslüman’

sorusuna dönüşünce ilk Müslüman toplum arasında ciddi bir fırkalaşma gerçekleşti. Emeviler Müslüman olamayanlardan alınan vergi gelirlerini korumak için yeni Müslüman olmuş Fars ve Türk kökenli Müslümanların İslam’a girişini erteleyerek onlara bazı mükellefiyet­ler yüklediler. Bir taraftan işledikleri büyük günahlar nedeniyle Müslümanları tekfir eden Harici zihniyet bir taraftan İslam’ı yeni seçenleri ikinci sınıf Müslüman gören zihniyet tarafın­dan ötelenen Müslüman topluluklar krizine çözümü formüle eden Ebu Hanife oldu. “Ehli Kıble tekfir edilemez” ilkesiyle Ebu Hanife ilk yüzyılda bu soruna müdale etmiş oldu. Müslümanlar siyaseten farklı düşünebilir, amellerinde eksiklik olabilir ama aynı kitaba, aynı Peygamber’e inanıp aynı kıbleye yöneliyorlarsa biz onları asla tekfir edemeyiz. İmanı götürecek olan eylem ya da davranış değildir, imanı götürecek olan tekzipdir. İman girdiği yerden çıkar. İman tasdikle gi­rer dolayısıyla da tekzip/inkar ile çıkar. Allah Kur’an’da büyük günah işleyen kullarına “Ey İman edenler!” diye hitap etmiştir. Allah günah işleyenden bu ismi almadığına göre biz de alamayız, der.

Ebu Hanife, ‘Müslüman kimdir’ sorusuna tek bir cevap veriyor; Allah’ı ve Allah’ın indirdiklerini tasdik edendir. Böylece imanda hepimizi eşitliyor. Bir toplumun bireylerinin çoğu ortak bir akidede birleşin­ce eylemdeki farklar tolere edilebilir. Akide bizi millet yapar. Ebu Hanife’nin bu tanımı toplumsal hoşgörü ve dirliğin, millet olmanın esasıdır ki bu ilke iki asır sonra büyük bir konsensüse kavuşur. İslam toplumu tekfirciliğe bu ilkelerle direnmiş ve ayakta kalmıştır. İkinci müdahale şöyle gelir: “İman açısından Arab, Türk, Fars, ilk Müslü­man olan sonra Müslüman olan arasında fark yoktur” İman yönünden hepimiz eşitiz. Amellerimiz farklı olabilir, bilgilerimiz farklı olabilir, imandan aldığımız lezzet farklı olabilir ama bu yeni dine giren birinin daha az mümin olduğu anlamına gelmez.

  • Ebu Hanife bu dokunuşla Müslümanların bir cemaatten bir millete doğru evrilmesine yol açtı. Tüm müslümanları İslam Milletinin bir parçası yaptı, hepimiz İslam milletinin eşit vatandaşı olduk bir nevi…

Ebu Hanife’ye yönelişimizde ikinci neden onun hukukçuluğudur. İlk kanunlaştırma faaliyetini başlatan ve bunu bir ekole dönüştüren kişi de Ebu Hanife’dir. Ebu Hanife zamanı ve değişimi yönetecek zihni ve kurumsal inşayı yaparak Müslümanların kendi çağlarına hâkim olmasını sağlamıştır. Ebu Hanife devlet ve kentlerin kurulduğu İslam toplumunda ilk defa hukuk okulunu kurarak kanunlaş­tırma çalışmasını başlatır.

Yani fıkıh, sadece dini ritüellerin sıhhatiyle ilgilenmez. Hayatı tanzim eder…

Elbette. Alışveriş nasıl meşru olur, vergi, zekât nasıl toplanır, mahkeme nasıl yapılır, kiralama nasıl yapılır, hâkim nasıl görev yapar, ortak­lık nasıl kurulur hepsi fıkhın alanıdır. Ebu Hanife ilk defa bunlar için bir okul açar, uzman talebe topluluğuyla bunları mü­zakere ile kurallara bağlar. Devletin bir hukuk devleti olması için kanunlaştır­maya temel teşkil edecek doktrinleş­me sürecini başlatır. Bu sayede yazılı kanunlara ve kurallara geçilmiş olur. Hamidullah Hoca’nın Ebu Hanife’yi İslam’ın ilk hukuk okulunun kuru­cusu görmesi bundandır. Ebu Hanife doktrin ortaya koyarken, toplumsal uygulamaları (örf), metnin lafzından çok kime neden ve nasıl söylendiğini dikkate aldı. Bu da İslam’ı lokal ve yerel olmaktan çıkararak evrenselleş­tirdi. Bu yüzden ilk statükocular (ehli hadis) ona şiddetle muhalefet ettiler. Ehli hadisten sert bir muhalefet gelse de Abbasilerden Selçukluya ve Osmanlıya kadar tüm devletler onun doktrini ile yönetildi, neden? Değişime ve geliş­meye müsaitti, istihdamı ve büyümeyi teşvik ediyordu ve sorunları çözebiliyordu, bireye hakkını veriyordu.

Önemli husus şudur; dinde bizim taabbudi dediğimiz yani Allah’a kar­şı sorumlu olduğumuz nesnel hususları inkâr etmek tehlikelidir.
Önemli husus şudur; dinde bizim taabbudi dediğimiz yani Allah’a kar­şı sorumlu olduğumuz nesnel hususları inkâr etmek tehlikelidir.

Üçünüsü ise şudur: “Ten­zili inkâr olmadıkça tevilin inkârı kişiyi dinden çıkarmaz” ilkesiyle düşünceye, eleştiriye, ihtilafa kapı açmasıdır. İslam’da ih­tilaf, farklı düşünce kötü değildir, kötü olan iftirak’dır. Farklılıkları çatışmaya ve ötekine karşı nefret söylemine dönüştürmektir. Tenzil Hz. Peygamberin bize bildirdikleridir, tevil bu bildirdiklerine ilişkin yorumlardır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Allah âlemi altı günde yarattı, der. Altı, dünya zamanı ile 144 saat midir? 6 evre midir? Yoksa başka bir şey midir? Birisi 6 gün bildiğimiz gün değil dese, Allah âlemi 6 evrede bir süreç içinde yaratmıştır dese ne olur? Allah’ın yaratıcı­lığını reddetmedikçe nasıl yarattığı konusunda birçok farklı model öne sürülebilir, der Fahreddin Razi. Ebu Hanife’nin bu ilkeleri aynı zamanda İslam toplumu içinde farklı düşünme, fikir üretmenin de teminatını sağlamıştır.

Önemli husus şudur; dinde bizim taabbudi dediğimiz yani Allah’a kar­şı sorumlu olduğumuz nesnel hususları inkâr etmek tehlikelidir. Bir kimse her zaman namaz kılmayabilir ama Ebu Hanife’ye göre namazı inkâr edemez.

‘Neden ama Salât farklı anlamlara gelmez mi’ derse­niz. Hz. Peygamber kimsenin görmediği yerde değil kamusal alanda namaz kılmış ve herkes onun nasıl namaz kıldığını görmüştür. Bizde onun nasıl namaz kıldığını görenlerin nasıl namaz kıldığını gördükten sonra bunun anlamı şuna gelir diyemeyiz. Buna umumu belva kuralı denir, yani kamusal alanda herkesin gördüğü bir uygulama hukuk­ta esas alınır. Modern hukukta da böyledir. Temel ibadetler dışında Kur’an’ın ayetlerinin farklı yorumlanması tekfire konu yapılamaz. Bu kafamıza göre takılacağımız anlamına mı gelir? Elbette hayır, her metin gibi Kur’an’da bir yöntem ve metot çerçevesinde yorumlanır.

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

Zırva tevil götürmez derler, bu nedenle tevil/yorum’da bir yöntem çerçevesinde yapılmalıdır. Kur’an herkese hitap eder her Mümin Kur’an’ı anlamıyla okumalı. Ama okurken kendini sosyolog, hâkim, yargıç, fakih, müfessir sanmamalıdır. Kur’an’ın anlaşılır olması de­mek okuyan herkesin ondan öğüt alması, hayatına kılavuz yapması­nın mümkün olması demektir. Yoksa Kur’an’ı her okuyanın hüküm koyabileceği, fetva verebileceği bir metin olması demek değildir. Bunları diyen de Kur’an’dır unutmayın. “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun” der. Bu nedenle Kur’an okuyanlar belirli ilmi ihtisasa sahip olmadan Kur’an’dan hüküm çıkaramazlar. Saçmalamak iste­miyorlarsa tabi ki.

Kur’an’ın anlaşılır olması de­mek okuyan herkesin ondan öğüt alması, hayatına kılavuz yapması­nın mümkün olması demektir.
Kur’an’ın anlaşılır olması de­mek okuyan herkesin ondan öğüt alması, hayatına kılavuz yapması­nın mümkün olması demektir.

Kur'an Mekke'de indi, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı, Maveraünnehir'de anlaşıldı

Etraflıca konuşmak istediğimiz İmam Maturidi ise Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık 200 yıl sonra doğuyor. Miladi 800’lü yılların ortasında Semerkand, Özbekistan’da. Nasıl bir çağa doğuyor İmam Maturidi? Onun gençlik çağlarında İslam dünyasının ve düşüncesinin fotoğrafı nasıldı?

Kur’an’ın Mekke’de indiği, Mısır’da okunduğu, İstanbul’da yazıldığı ve Maveraünnehir bölgesinde, özellikle de Semerkant’ta anlaşıldığı söylenir. Bütün dinler gibi İslam da, medeniyetini doğduğu değil göç ettiği topraklarda kurmuştur. Bağdat, Rey, İsfahan, Semerkant, Şam, Endülüs, İstanbul İslam medeniyetinin başkentleridir. Matüri­di’nin yaşadığı coğrafya Semerkant, kültürel etkileşime açık bir böl­gedir. Ticaret yollarının kesiştiği bir yer olması nedeniyle de nüfus hareketliliği yoğundur. Matüridi’nin doğduğu yıllarda, Maveraünne­hir, önceleri Abbasî devletine bağlı yarı otonom, sonraları ise ondan ayrılıp müstakil bir devlet olan Samanilerin yönetimi altındaydı. Abbasî iktidarının batı merkezlerinde baskı gören Haricilik, Mürcie, Mutezile, Zeydilik, İsmâîlilik gibi pek çok siyasî ve itikadî mezhep, görüşlerini merkezi otoritenin zayıfladığı bu bölgede yaymaya çalış­mıştır. Fakat bu mezheplerden hiç birisi, ilk dönemlerde bölgede en güçlü biçimde temsil edilen Hanefilik kadar taraftar edinememişti. Maturidi’nin yaşadığı dönemin ikinci kısmında, birinci kısmın aksine kargaşa ve kaos hakim olmuştur… IV/X. asrın başında, Samaniler, bir taraftan Batınî/Karmatî hareketlerle uğraşmak zorunda kalmış, diğer taraftan ise, aynı tarihlerde kurulan Şii Fâtımî ve Büveyhî devletlerinin siyasî baskısı altında kalmıştır.

Hanefilik üzerine kurduğu düşünceleriyle daha felsefi ve rasyonel bir düşünce geleneği oluştura­rak Ehli Sünnetin adeta savunusunu yapmıştır.

Ayrıca taht kavgaları da bunda önemli rol oynamıştır. Fatımî devletinin ortaya çıkmasıy­la, Fatımî dâileri Horasan ve Mâverâünnehir’de Şii propagandası yapmaya başladı. Bunun sonucunda Şii fikirler bölgede yayılmaya başladı. Matüridi böyle bir dönemde bir taraftan yabancı din ve kültürlerle bir taraftan da bizim bidat ehli dediğimiz batini ve Şii akımlarla fikri manada mücadele etmek du­rumunda kalmıştır. İşte onu ve eserlerini önemli kılan da budur. O Hanefilik üzerine kurduğu düşünceleriyle daha felsefi ve rasyonel bir düşünce geleneği oluştura­rak Ehli Sünnetin adeta savunusunu yapmıştır.

Türkiye’yi de kapsayan bu bölgedeki insanların büyük kısmının tekrar ettiği bir cümle var; “Amelde Hanefi, itikadda Maturidiyiz” diye... Bu ne anlama geliyor?

Dinin iki boyutu vardır. Dinin birinci ve asli boyutu inançlarımızdır. Bunlar kime Müslüman derim, imanı nasıl tanımlarım, Allah hakkında nasıl konuşurum, Allah-insan ve evren arasındaki ilişkileri nasıl açıklarım konularını içerir. Bunlar dinin inanç ve teorik boyutlarıdır. Bu yüzden asıl dediğimiz temel ilkeler ola­rak isimlendirilir. Din bu sütunlar üstüne kurulur. Biz itikatta Matüridi’yiz demek­le bu sütunları hangi kaideler üzerine diktiğimizi, bu konuları nasıl bir sistem üzere açıkladığımızı ifade etmiş oluruz. İkincisi amellerdir. Bunlar ibadetlerimiz, gündelik yaşamda uyduğumuz kurallar, evlenme, aile, yeme içme gibi. Bunun yanında devlet-toplum iliş­kileri, vergiler, ticaret, savaş gibi. Ayrıca bir de gelecekte karşıla­şacağımız yeni problemleri içerir. İşte bu eylemleri yaparken neyi nasıl yaptığımızı öğrendiğimiz okulların ilki Hanefi Hukuk ekolüdür. Amelde Hanefiyim demek, bu eylemlerde neye uyduğumu, bu konu­larda karşılaştığım sorunları nasıl çözdüğümü gösteren bir ifadedir. Böylelikle kendimi 1300 yıldır sürekli üretilen bir geleneğe yasla­mış olurum.

Bu tablodan şunu anlamak mümkün, İslam düşüncesinin buradaki yorumu ‘gelen’ yorumun bir öncekine ‘ek’lenerek kurulduğu gerçeği. Tarihin bir kesitinde dondurulmuş değil, sürekli yaşayan ve birbirini tahkim eden bir yorum... Doğru mu anlıyoruz?

Elbette ki, “ed-Din” ile “tedeyyünü” birbirinden ayırmak lazım. Ed- Din ilahi, mutlak ve mükemmel olanı ifade eder, tedeyyün ise onun yatay düzleme ve beşeri alana taşınmasını ifade eder. Ama tedeyyün ed-Din olmasa da Dini olandır ve bizim için bağlayıcıdır. Biz ed-Din ile ilişkiye tedeyyün aracılığıyla geçebiliriz. Bir örnek vererek konuyu somutlaştırayım. Kur’an’da Allah zekat verin der, işte bu ed-Din’dir. Peki neden ve ne kadar zekat vereceğiz? Allah Resulü altın, gümüş, ve hayvanlardan nasıl zekat alınacağını söyle­miştir toprak ürünlerinden ise üzüm ve hurmayı zikretmiştir. Peki şimdi biz diğer toprak ürünlerinden zekat verecek miyiz? Yada bal üretiyorsak baldan zekat verecek miyiz? Şafilere göre hayır çünkü bu konuda bize rivayet gelmemiştir. Ebu Hanife’ye göre evet. İşte bu tedeyyün. Din’den belirli bir sistem dahilinde elde ettiğimiz ve hayatı anlamlandırdığımız bilgidir. Ve bu bilgi aslında sürekli yeni­lenmek zorundadır.

Kur’an’ın Mekke’de indiği, Mısır’da okunduğu, İstanbul’da yazıldığı ve Maveraünnehir bölgesinde, özellikle de Semerkant’ta anlaşıldığı söylenir.
Kur’an’ın Mekke’de indiği, Mısır’da okunduğu, İstanbul’da yazıldığı ve Maveraünnehir bölgesinde, özellikle de Semerkant’ta anlaşıldığı söylenir.

Bu açıdan mezhepler durağan, donuk yapılar değildir. Böyle ol­duğunda zaten tarih onları siler ve yok eder. Mezhepler epistemik cemaatlerdir. Dini bilgiyi üretmek, test etmek ve dağıtmak amacıyla ulema tarafından oluşturulan okullardır. Bu yüzden mezhepler kurucuları adıyla anılsa da her yüzyılda kendilerini güncelleyecek bir ulema sınıfının olması gerekir. Bu nedenle mezhepler tek lider karizmasına dayalı yapılar değildir. Modern cemaatlerle karıştırma­mak lazım. Mezheplerin görevi dini anlama, yorumlama ve uygula­mada sistemli bir düşünce üretmektir. Dört hak mezhep kavramını da bugüne ulaşan, çağa dayanabilen, sorun çözebilen ve hayatta kalan mezhepler olarak anlamak lazım.

Niye inandıüın kadar, niye reddettiğin de önemlidir

İmam Maturidi’nin Ebu Hanife’nin yorumunu sistemleştirdiğini ve özellikle kelam/akaid konusunda matematiksel bir şema çizdiğini söyleyebiliriz sanırım. Gözlemlenir katkısı ne oldu, ne söylenebilir?

İmamı Matüridi’nin düşünce sisteminin ana omurgasını Ebu Hanife’nin itikadı görüşleri oluşturur. Ama orada kalmaz çünkü bazen neye inandığımız kadar bir şeyi neden reddettiğimiz de önemlidir. Ebu Hanife’nin deyi­miyle adaleti bildiğimiz kadar neyin zulüm olduğunu da bilmemiz gerekir. İmamı Matüridi kendi dönemi içinde Zerdüştlük gibi akımların görüşlerine karşı rasyonel bir İslam düşüncesi geliştirerek, İslam’ın kültürel anlamda güçlenmesine hizmet etmiştir. Bu açıdan dini bilginin temeline delil ve akli doğrulamayı yerleştirmiştir. İlhamın dini bilgi kaynağı olmadığını, rüya ve ilham türü şeylerin dinde delil ola­mayacağını söylemiştir. Tekfirciliğe karşı çıkması, büyük günahın sa­hibini dinden çıkarmayacağını dini naslardan hareketle izah etmesi, şirkin amelleri kapsamadığını bir tür itikad olduğunu söyleme­si bence bugün de çok dikkate alınması gereken düşünceleridir. İnsanın eylemlerinde ve seçimlerin­de özgür olduğunu savunur ve insana sorumluk yükler, katı bir Cebriyeci­liğe savrulmaz.

  • Mükevven aklın iyi ve doğruyu bilebileceğini savunur. Müslümanı değil insanı ahlakın kaynağı kabul eder. Dini anlarken ve yorumlarken kullandığı dil de çok zengindir. Diayelektiği çok güçlüdür.

Türklerin İslam’a geçişlerinde İmam Maturidi’nin yorumunun etkili olduğu söyleniyor. Hatta Maturidiliğin en makul ve kapsayıcı yorum olduğunun söylenmesi bile İmam Maturidi’nin Türk oluşuyla da izah ediliyor.

Burada bence Türkler ifadesinden neyi anladığımız çok önemli. Bir ırk ve etnisite anlamında diyorsanız bu Ebu Hanife’ye de İmamı Matüridi’ye de haksızlık olur. Çünkü onların fikirleri ve sistemleri Bağdad, Semerkant, Şam, Kahire ve hatta Balkanlara kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bu coğrafya içinde de sade ırk anlamında Türk yoktur. Arap da Farslı da, Kürt de, Arnavut da vardır. İbn Hal­dun’un büyük çoğunluğu Arap ve Araplaşmış Mısır için kullandığı Türk anlamını kastediyorsanız bu çok doğrudur. Yani bir etnisite değil hakimiyeti kullanan Türk Devletinin bulunduğu her yerde Ebu Hanife ve İmamı Matüridi olmuştur. Bunun nedeni onların Türk olması değildir. Bunun anlamı Türk Devleti egemenliği adil, hukuk içinde kullanmak ve devleti mamur bir devlet yapabilmek için bu iki sisteme dayanmak zorunda kalmıştır. Adil ve ma’mur bir devlet Hanefilik ve Matüridilik sayesinde inşa edilebilmiştir.

Mevcut fotoğrafı, bize denk düşen tarafıyla da konuşmak isteriz. Selçuklu aklının Maturidilik ile ilişkisi nasıl oldu?

Yukarıda konuştuğumuz gibi Abbasilerin yıkılmaya başlamasıyla Maveraünnehir bölgesinde zaten Türk devletleri özerk yapılar kur­maya başlamıştı ve bu coğrafyalar Hanefiliğin kalesi olarak anılıyor­du. Selçuklular Bağdat’ı Şii Büvehyilerden alarak Abbasi Hilafetinin en güçlü ortağı olunca Bağdat da Şii ile Hanbelilerin uzun süredir varolan mezhep kavgalarına tanık oldular. Alparslan hem büyük bir komutan hem de çok iyi bir idarecidir.

 Fıkıh katı Hanefidir ama dini, felsefi ve tasavvufi düşünce kendinden önceki zirvelerle sürekli hesaplaşma içindedir.
Fıkıh katı Hanefidir ama dini, felsefi ve tasavvufi düşünce kendinden önceki zirvelerle sürekli hesaplaşma içindedir.

Bağdat’ın yönetilemez olduğunu anlayınca vezirleriyle müzakere eder ve Bağdat’da Ebu Hanife’nin kabri etrafında bir medrese yapılmasını ve buraya Türk­lerin yerleştirilmesine karar verir. Azamiye mahallesi olarak bilinen mevki aynı zamanda Şiiler ile Hanbeliler arasında tampon bölge olur. Vezir Şerefu’l-Mülk Azamiyye medresesine başladığında Niza­mülmülk’te Şafiler için Nizamiyye’yi inşa etmeye başlar. Azamiyye Nizamiyye’den daha büyük ve daha zengin bir vakfa sahiptir bir yıl önce bitirilir. Böylece Selçuklular hem Batıni akımlara hem de Hanbelilik gibi katı yorumlara karşı orta yolu temsil eden Hanefili­ğe sarılmışlardır. Hanefilikle birlikte kaçınılmaz olarak Matüridilik tercih edilmiştir.

Peki, Osmanlılar’da nasıl oldu? Yekpare bir yaklaşım mı yoksa zamanla değişen bir yorum farkı var mı?

Osmanlı denilince kafalarımız biraz karışık. Birincisi Nizamiyye’yi bilip Azamiyye’yi bilmeyenler Osmanlının Eş’ari olduğunu ileri sü­rerler. İkincisi Kahire’yi Eş’ariliğin merkezi sananlar güya Yavuz’un burayı fethetmesiyle de Eş’ari âlimlerin Osmanlı’ya dolduğunu dü­şünürler. Selçuklulardan itibaren Osmanlı da dâhil, açılan her med­resenin vakfiyesinde hangi mezhebe göre eğitim yapacağı yazılır. Ağırlık Hanefidir. Devletin resmi mezhebi Hanefiliktir. İkincisine ge­lince Kahire Eş’ariliğin merkezi değildir. Bakın Ekmeleddin Baberti (ö. 1384) Kahire’nin en meşhur alimidir. Koyu Hanefi ve Matüridi’dir. Anadolu’dan Kahire’ye eğitime gelen Seyyid Şerif el-Cürcânî, Molla Fenârî ve Bedreddin Simâvî gibi bir çok ünlü alimin de hocasıdır. Fa­kat Osmanlı düşüncesi çok zengin ve çeşitlidir. Fıkıh katı Hanefidir ama dini, felsefi ve tasavvufi düşünce kendinden önceki zirvelerle sürekli hesaplaşma içindedir. Bu nedenle de çok yönlüdür. Os­manlı’da Fahreddin Razi etkisi çok fazladır. Ama Fahreddin Razi’nin Eş’ariliği de artık bir Cüveyni bir Gazali Eş’ariliği değildir. Bu nede­nele Osmanlı’da düşünce merkezde Hanefilik ve Matüridilik olmak üzere hale hale genişleyen bir yapı arz eder…

Bugünkü fotoğrafımız nedir? Hem erken Cumhuriyet için hem de bugün için soruyorum. İmam Maturidi’nin, Maturidiliğin ana ilkeleri geçerliliğini koruyor mu?

Osmanlı’nın son yüzyılında Müslüman düşünürlerin İslam dünyasının yaşadığı inkırazı çözebilmek için iki yol seçtikle­rini görüyoruz. Birincisi ve kuvvetli destek göreni İslam düşüncesinin ihyası ve ıslahı için mezhepler­den kurtulmak. Kur’an ve Sünnete yeniden dönmek. İslam’ı tecdid hareketlerinin ve sonrasında islami hareketlerin büyük çoğunluğu bu yolu tercih ettiler.

Afganistan iç savaşıyla başlayan ve Suriye ile devam eden radikalleşme ve İslami hareketlerin devrimci radikal etkilere açık hale gelmesiyle de Tür­kiye’de merkezde artık çok cılız bir Hanefi-Matüridi bilgi ve bilinç var.

Cumhuriyete geçişte biz ise biraz daha itidalli gidiyorduk. Bu yolun etkisi olsa bile Seyyid Bey gibi Hanefilik ve Matüridilik vurgusu devam ediyordu. Ayrıca Türkiye’deki tarikat­ların büyük çoğunluğu da geleneksel anlamda itikatta en azından Hanefi-Matüridi kalmayı tercih ettiler. Fakat bu damar örgün eğitim kurumlarında özellikle de 80 darbesiyle ‘mezhepler üstü’ eğitimi bir model olarak aldığından git gide zaafa uğradı. Afganistan iç savaşıyla başlayan ve Suriye ile devam eden radikalleşme ve İslami hareketlerin devrimci radikal etkilere açık hale gelmesiyle de Tür­kiye’de merkezde artık çok cılız bir Hanefi-Matüridi bilgi ve bilinç var. Hanefi olanlar da farkında olarak ya da olmayarak kelamsız, felsefesiz ve metafiziksiz bir Ehli Hadis Hanefiliğini merkeze taşı­yorlar. Bugün elimizde kalan koca bir korun bir kaç kıvılcımı.

 Put kırıcı, hu­rafeden arındırıcı, saflaştırıcı tüm söylemler bize geleneği tasfiye ettirdi ve çıplak kaldık.

Konuşmamızdan Maturidiliğin, Müslüman toplulukların bugün yaşadığı kafa karışıklığını giderecek zemini bize sunduğunu anlıyoruz.

Ben bugün karşılaştığımız tüm sorunları mutlak anlamda Hanefilik ve Matüridilik üzerinden çözebileceğimiz gibi naif bir iddiada bu­lunmuyorum. Benim iddiam şu, geçmişte kurduğumuz büyük İslam Medeniyet tecrübemiz içinde Hanefilik ve Matüridiliğin büyük bir rolü olmuş. İmparatorluk tecrübemiz, büyük ve farklı toplulukları yönetme becerimiz bu iki ekolle mümkün olmuş. Yüzyılı aşkın bir süredir bunlara sırtımızı dönerek yol bulmaya çalışmışız ve her gün daha fazla bilinmezle karşı karşıya kaldık. Metinle metin arasına giren geleneği yüzyıldır attık ama ne sorunları çözebildik ne kav­gaları engelleyebildik. Hatta şimdi daha köksüz, türedi ve yabancı hissediyoruz kendimizi. Gelenekteki tüm yorumlar yanlış ise, bunu iddia edenin yorumunun da yanlış olma ihtimali var. Put kırıcı, hu­rafeden arındırıcı, saflaştırıcı tüm söylemler bize geleneği tasfiye ettirdi ve çıplak kaldık. Oysa düşünce ancak gelenek ile şekillenebi­lir ve kavramlar ancak gelenek içinde tanımlanabilir. İnsan boşlukta var olmadığı gibi düşünce de boşlukta oluşmaz. İlerlemek için bir ayağımızın sürekli sabit bir noktaya basması gerektiği gibi düşün­mek içinde sabit noktalara ihtiyacımız vardır. İşte bu nokta neden geleneğimiz ve o gelenek içindeki Hanefilik ve Matüridilik olmasın diyorum. Dün sorunu çözenleri anlamaya çalışalım. Bu hem bizi milli yapar hem de düşüncemiz bir vatana kavuşur.

Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan biliyorsunuz geçtiğimiz aylarda Özbekistan’a ziyarette bulunmuştu. Orada Genelkurmay Başkanı’nı sağına, MİT Müsteşarını soluna alarak İmam Maturidi’nin türbesinin önünde fotoğraf çektirmişti. Türk devlet aklının yarınki istikametine ilişkin bir okuma olarak görmüştüm onu ben, ümitle. Siz ne dersiniz?

Doğrusu aynı ümidi taşıdım, elimizde kalan kıvılcımların koca bir kora dönüşmesi, medeniyet ateşimizin yeniden yanması ve İslam düşünce­sinin bir medeniyete kavuştuğu evinden yeniden canlanması umuduy­du bu.

İslam dünyası uzun bir süredir Batini akımlarla radikal akımlar arasına sıkıştı. Onun felsefe, sanat ve metafizik boyutları bu iki hoyrat elde kısırlaşmaya yüz tuttu. Bugün bu iki akım arasına savrulmadan, daha temeddün etmiş, ilmi, felsefi, hikemi ve irfani bir düşünce ge­leneğine ihtiyacımız var. Bu resim devlet aklının böyle bir yolu tercih ettiğine yönelik bir işaret gibiydi benim için. Umalım öyle olsun…