Radikal zanaat: Medya çağında şiir yazmak

Bu kitapta Kafka’nın aksine, televizyonu olan kimselerin şiirsel deneylerini incelemek istiyorum.
Bu kitapta Kafka’nın aksine, televizyonu olan kimselerin şiirsel deneylerini incelemek istiyorum.

Günümüz Amerika’sında bir “şiir”, onu üreten elektronik kültür tarafından şekil almadan var olamaz. Günümüzde ses kesitleri ve bilgisayar biplerinin sarmadığı bir mekân yok ve cep telefonu ile mikrokaset oynatıcısının ulaşamayacağı bir dağ zirvesi veya kuytu bir vadi kalmamıştır.

Cins için Çeviren: Ahmed Ölmez

1988 senesi bahar dönemi. Postmodern şiir ve teorinin arayüzü (kısaca Poeteori veya Teoripo) üzerine verdiğim İngilizce yüksek lisans dersinde öğrenciler John Cage, Robert Smithson ile beraber Roland Barthes’in İşaretler İmparatorluğu, Charles Bernstein’in İçeriğin Rüyası, Susan Howe’ın Benim Emily Dickinson’ım, Jacques Derrida’nın Kartpostal, Steve McCaffery’nin Niyet ve Hücrenin Kuzeyinde ve Lyn Hejinian’ın Yazmak Hafızaya Bir Yardımdır adlı eserlerini okuyorlardı.

Bir gün derste, Yugoslavya’dan ABD’ye yeni gelmiş olan bir öğrencim “Neden Kafka gibi yazamıyorlar?” diye sitemle sordu.


Dersimize konu olan metinler bazen epey kapalı olabiliyordu. Bir gün derste, Yugoslavya’dan ABD’ye yeni gelmiş olan bir öğrencim “Neden Kafka gibi yazamıyorlar?” diye sitemle sordu.

Sahi neden böyleydi?

Öğrencinin demek istediği, anlamı her ne kadar zor, atıflar zinciri her ne kadar karmaşık, tarzı her ne kadar muğlak olsa da Kafka, söz dizini fevkalade akıcı nesirler yazıyordu. “Birileri Joseph K. hakkında iftira atıyor olmalıydı zira hiçbir hata yapmamasına rağmen o, güzel bir sabah vakti gözaltına alınmıştı. Dava’nın giriş cümlesinde birçok gizem ve karmaşıklık olsa da, edilgen eylem olan “gözaltına alınmıştı”nın öznesi bir zamir olan “o” idi ve “güzel” sıfatı, bir isim olan “sabah”ı betimliyordu. Peki Diane Ward’ın “Birsiz Asla” adlı eserindeki şu cümleye ne demeli: “Karanlık pencerelerin içinde gerçekler tarafından takip edilen bir liste içimizde kıyasen üşüyerek patlıyordu”? Kelimeler bize yeterince aşina, hatta olağan geliyor; ama hangisi hangisiyle ne şekilde uyuşuyor?

Bu tür “cümlelerle ilk karşılaştığımızda, özellikle bütün paragraf veya sayfa bunlarla doluysa, kendimizi aldatılmış gibi hissederiz. Sözde umumi kanaate göre piyasada Dekonstrüksiyon ile karanlık bir bağı olan birkaç kendini beğenmiş şair (buna Objektivistler ve Somut şairlerden “Language” ekolüne kadar herkes dâhildir ve John Ashbery de bu grupların tam ortasında yer almaktadır) anlamsız ve fiyakalı çöpleri edebiyat diye ortaya sürüyor.

Meseleyi hakkını vererek anlatacak olursak, modernizmin köşe taşlarından olan doğal ve şeffaf şiire duyulan talep (Pound’un meşhur “şeyin doğrudan muamelesi” söylemi) belirsiz sebeplerden dolayı güçlü bir modernizme değil de on dokuzuncu yüzyıl sonu edebiyatı ile ilişkilendirilebilecek bir zanaate mahal verdi. Sebebi muayyen olmamakla birlikte, yazılan şiirlerin (yahut sözde şiirlerin) önemli bir kısmı sözdizimi tuhaf, lisanı örtülü ve şekil olarak müziksel değil de matematiksel olduğu için zor anlaşılıyor.

Günümüz yazarları neden Kafka gibi yazamıyorlar?

Ya da en azından Robert Lowell veya dönemimizde yaşayan Seamus Heaney gibi? Burada radikal zanaatin şiiri olarak adlandıracağım şey, belki gelecekte var olmayacak; ama şimdilik bir virüs gibi her yerde karşımıza çıkıyor: İngiltere’de Tom Raworth, Jeremy Prynne ve Allen Fisher’ın eselerinde; Fransa’da Georges Perec etrafında toplanan Oulipo grubunda ve şair-entelektüel olarak bilinen Emmanuel Hocquard, Claude Royet-Journaud, Jacques Roubaud ve Anne-Marie Albiach’ta; Sovyetler Birliği’nde Arkadii Dragomoschenko, Alexei Parshchikov ve Dmitry Prigov’un “kavramsal” şiirlerinde;

İspanya’daki Zasterle Yayınevi’nin ciltlerinde ve Pagina gibi dergilerde. Belki de aralarında en ilginç olanı, ABD’deki eşlenikleriyle doğrudan bir bağı olmaksızın ellili ve altmışlı yılların Somut şiir akımı ve ses-metin şiir ile performans eserlerinin tezahür ettiği Kanada’dır; Raddle Moon, Writing, Rampike ve Tessea gibi dergilerde bu zengin ve can alıcı deneyselliğin delillerini görebiliyoruz. Avustralya’da da Scripsi ve Meanjin gibi yayınlarda bunun benzerlerini görüyoruz. “Doğal görünüş”ten sapma akademik bir komplodan ibaretse (Derrideacılar/Foucaultcular ve Language şairleri birleşin!) o hâlde bu komplonun tuhaf uluslararası bir tabanı var.

Şiir ve teori ne sebeple uzlaşıyor? Artık yaftaları bir kenara bırakıp yirminci yüzyılın sonuna doğru şiir yazımının ne hâle geldiğini ele almalıyız.

Gerçek şu ki -ve bu sebeple Avustralya, İspanya ve hatta Japonya’daki durum Amerika’dakine benzemektedir- artık elektronik bir kültürde yaşıyoruz. Bu oldukça bariz bir şey; ama “yüksek” sanatların en kendine mahsus ve en muhafazakarı olan lirik şiirin, elektronik medya ile arasındaki etkileşimini henüz anlayabilmiş değiliz.

Bize genelde postmodernizmin, yüksek sanat ve kitle kültürü arasındaki büyük ayrılık paradigmasının (Andreas Huyssen’in tabiri) çöküşünü temsil ettiği söylenmiştir. Modern eleştirmenler, bu paradigmanın apaçık ortada olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söyleyenler arasında Frankfurt ekolüne mensup kimseler de var. Rosalind Krauss’un kaleminden okuyacak olursak, artık “yüceltme modeli”ni, yani “sanatın görevi tecrübeyi yüceltmek veya dönüştürmektir, onu olağandan olağanüstüye, aleladeden fevkaladeye, alçaktan yükseğe kaldırmaktır; bunu sanatkârın özel dehası, yani bu görevi yerine getirmek için sahip olduğu yetenekleri sağlar.”(October 56 [Bahar 1991]: 3) şeklindeki düşünceyi kabul etmiyoruz.

  • Mesele popüler kültürü ele almaya gelince, alternatif modellerin, kendini “sanat” addeden eserlerden daha başarılı olduğunu görüyoruz. Yeni çıkan Madonna filmi, televizyon dizisi, deodorant reklamı, graffiti -zamanında Donne’un şiirini ve Flaubert’in kurgularını incelerken gösterilen itina bunlara da gösteriliyor.

Fakat küçük yayınevlerinin şiir dizileri, sanat kitapları, videoşiirler, “yeni müzik” tertibatı- bütün “yere indirme” modelleri hakkındaki tartışmalara ve yüksek/alçak geçişlerine rağmen, bu sıralanan formlar gözümüzden kaçıyor. Mesela Jasper Johns’un çinili Amerikan bayrağı resmi “gerçek” bayrağın, mahalle direklerinde rüzgarla dalgalandığı renkli fotoğraflarıyla açık bir şekilde bir benzerlik taşıyor, fakat bu ikisi arasındaki benzerlik değil de farklılık bizim ilgimizi çekiyor ve ikincisinden ziyade ilkine “sanat” diyoruz.

Şiir ve teori ne sebeple uzlaşıyor?
Şiir ve teori ne sebeple uzlaşıyor?

Burada demek istediğim, “yüksek” ve “alçak” arasındaki “büyük ayrılık” yıkılıyor olsa bile, sanata dair söylemler ile kitle medyası birbirine karşıt olan şeyler değil; bu ikisi arasındaki ilişki daha ziyade muazzam bir çeşitlilik ve karmaşıklık arz ediyor. Krauss dahi, alıntılanan pasajda “sanat ve kitle kültürü arasında duran bir arayüz kavramını tekrar gün yüzüne çıkarmak ve böylece sanat denen alanı bütünüyle yok etmemek” niyetinde olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda -ve bu da özellikle konu şiir ise, en genel temayüldür- İngilizce veya yaratıcı yazı derslerinin çıkmazlarından sakınmalıyız. Bu çıkmazda edebi parçalar bağlamından koparılabilir nesneler olarak muamele görüyor.

Günümüz Amerika’sında bir “şiir”, onu üreten elektronik kültür tarafından şekil almadan var olamaz. Günümüzde ses kesitleri ve bilgisayar biplerinin sarmadığı bir mekân yok ve cep telefonu ile mikrokaset oynatıcısının ulaşamayacağı bir dağ zirvesi veya kuytu bir vadi kalmamıştır. O hâlde elektronik dünya gün geçtikçe şairin alanını daha da kapsıyor, Donahue Şovu’nun ve MTV’nin, People dergisi ve National Enquirer’ın, İnternet’in ve modem vasıtasıyla dünyayı dolaşan MCI mail sisteminin dünyası burası. Elektronik mektup vasıtasıyla kurgu, edebi ve kültürel eleştiri metinleri yayımlayan yeni (Postmodern Culture) dergisinin dünyası da budur.

Yugoslavyalı öğrencimin bu çok iyi sorusuna “Kafka’nın televizyonu yoktu” diye hazırcevap bir yanıt verdim.
Yugoslavyalı öğrencimin bu çok iyi sorusuna “Kafka’nın televizyonu yoktu” diye hazırcevap bir yanıt verdim.

Yugoslavyalı öğrencimin bu çok iyi sorusuna ''Kafka’nın televizyonu yoktu '' diye hazırcevap bir yanıt verdim. Bu kitapta Kafka’nın aksine, televizyonu olan kimselerin şiirsel deneylerini incelemek istiyorum. Buna daha yaşlıca olan bir şairle başlayacağım. Kendisine genelde şairden çok besteci, performans sanatçısı, kavramsal sanatkâr veya mucit derler, ama ona kısaca çok yönlü biri diyebiliriz.

  • “Şiir,” demişti Wallace Stevens, “alimin sanatıdır.” Bu sözün temelinde yatan şey şiirin, medya meselesine “karşı” diye okuduğumuz çeşitli metinler arasında, medya meselesine en mesafeli gözüken edebi tür olmasıdır.


Kendisi sekseninci yaş gününe yaklaşıyor olsa dahi kırk yıl önce ne kadar tartışmalı bir isimse şimdi de en az o kadar tartışmalı. O şairin adı John Cage ve bu kitap, her ne kadar eserlerinden kesik kesik bahsedilse de bir nevi onun işareti altında yazıldı. Cage’in postmodern şiir için önemini azımsayamayız, zira ellili yıllarda dahi Cage, bundan sonra şiirin kendisini artık manzaraya, kente, şu veya bu siyasi olaya karşı değil de sözel, görsel ve işitsel alanımızı giderek daha da çok kaplayan bu medyaya karşı, ister beğenin ister beğenmeyin, konumlandırması gerektiğini anlamıştı.


“Şiir,” demişti Wallace Stevens, “alimin sanatıdır.” Bu sözün temelinde yatan şey şiirin, medya meselesine “karşı” diye okuduğumuz çeşitli metinler arasında, medya meselesine en mesafeli gözüken edebi tür olmasıdır. Cage’in “iç içe geçmenin ve engel olmamanın” estetiği olarak tanımladığı “her şeyin merkezde” olduğu bir “merkezsizleştirme durumu” şüphesiz ilginç bir deney konusu olacak. Bir muhabir John Cage’e, aşağı Manhattan’daki dairesinden duyulan ve durmak bilmeyen trafik gürültüsü ile nasıl baş ettiğini sorduğunda John Cage, "İlk başta bu beni uyutmayacak dedim. Sonradan sesler beni uyandırmasın diye onları rüyalarıma girebilmesi için görüntülere aktarmanın bir yolunu buldum" diye cevap vermiştir. Yirminci yüzyılın sonuna doğru oluşan Amerikan şiiri de bu tür aktarmalarla inşa edildi diyebiliriz.