RAY BRADBURY: Fahrenheit 451

Arşiv
Arşiv

Masallardaki canavar ve korkunç hayvanın yerini romanda bu mekanik alet alır. Bu distopik evrenin içinde, imal edildiği fikrin bütün soğukluğunu ve acımasızlığını bir mühür gibi taşır makine.

Roman okuru; “gerçekliği” kurmaca evreninde yalnızlığıyla öre öre inşa eder. Bu yalnızlık inşasında o, bile isteye yapar eylemini. Bu türden bir yalnızlık hikâyesi Ray Bradbury tarafından da yazılır. Okur, o yalnızlığın içine zihnen sokuldukça karşısına bir umut çıkmasını bekler… Belki bir kitap, bir kurtarıcı, belki de bütün acıları donduran bir televizyon programı…Okurun dünyasını şaşkınlıkla süsleyen romanın çetrefil yolları, bildiğimiz dünyanın aslında ters yüz edilmesiyle yaratılmıştır. Romanda nesneler, kavramlar ve işler, bir distopyayı yeniden yaratarak kendini var eder: Kitaplar yakılırken insana ne olur? Hayat nasıl bir hal alır? Gerçek nerede gizlenir? Dünya nasıl bir yerdir artık?

20. yüzyılın bütün ilerlemeci efsanelerine rağmen insanî özgürlüğü kısıtlama ve toplumu kocaman bir “hapishaneye” çevirme fikri, Amerika’da “McCarthycilik” fırtınasında da patlak verir. Bunun muhtemelen ilk sebebi, dünya savaşının sonrasında iktidarların korkulardan örülmüş olan güvensizlik hissini topluma pompalamasıdır. Soğuk Savaş, aslında birbirine düşman görünen kardeşler yaratır: Amerika’da “kızıl tehlike”, Sovyetlerde “ahlaksız kapitalistler”… Ama ikisi de birbirine ölesiye muhtaçtır. İşte tam da böyle zamanlarda, içi pamuklarla dolu “imge yumruklarını” insanın aklını başına getirecek şekilde bilince çakmaya başlar edebiyat. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i sansüre, manipülasyona, yasaklamaya, aldatmaya ve baskıya karşı inanılmaz güçlü bir yumruktur. O yumruk, serseme dönen bilinci yeniden ayağa kaldıracak kadar güçlüdür. O halde, o sese kulak verip bizim de bilincimizi ayaklandırmanın tam vaktidir.

  • Bu üstün teknoloji, sorulması muhtemel bütün gerçek soruların üzerinden silindir gibi geçer ve hatta soru henüz doğmadan insanı korkularında bile boğar.

Televizyon

Bradbury’nin kurduğu evrende, distopik bir gaye ile işlevleri açısından ters yüz edilen eşya ve nesneler vardır. Bunlar içinde televizyon okura en fazla tanıdık gelendir. Günümüzdeki kadar tehlikeli ama bir o kadar da manipülatif bir nesne olarak romanın dünyasında ışıldar televizyon. Bütün televizyonlar bu yüzden mekânın sessizliğini delip sözünü hep dinletmek isteyen ve ilginç bir şekilde “geceyi öteleyen” geveze aletlerdir. Onun manivelası hep bir görünmez fikrin, idealin yahut iktidarın elindedir oysa. Romanın evreninde neredeyse her ev; işlevi eğlencenin, boş vakitleri iyice boşaltmanın da ötesine geçen doğasıyla devasa televizyon ekranlarıyla adeta donatılmışlardır. Bu yönüyle o, romanda çift taraflı bir işlevde karşımıza çıkar. Bradbury, televizyonu gözetim kültüründe iktidarın bir gardiyanına çevirir. O, toplumu gizlice gözetleyerek kontrolde tutar. Kendi ışıltılı imgesinin ardında toplumu yönetenlerin aklı karanlıkta gizlidir. Televizyonun yaydığı aydınlıkta daha görünür olan, izlerken izlenen bir Mildred yahut da isimsiz bir birey, gördüklerinin anlamını idrak edemeyecek şekilde huzur oyunu sahneler onun önünde. Bradbury’nin yarattığı kurmaca dünyadaki iktidar, toplumu sadece eşyalarla, kitapları yakmakla, kısıtlamalarla değil bu evrenin ana çekirdeği olan kahramanlarla da dizayn eder. Kitap yakma görevini başarıyla icra eden itfaiyeci Montag’ın karısı Mildred, acımasız iktidar tarafından televizyon sayesinde zihnen zehirlenmiş, çevresinde olup bitenlere karşı avare, imgelerle büyülenmiş bir tebanın sanal kişisidir. O, televizyon sayesinde var olur. Onun aracılığıyla kendini bulan Mildred, televizyonun soyut imge denizinde kendine sunulanlardan huzuru, mutluluğu ve gerçeği bulup çıkaramaz. Zaten bunun için vardır o alet. Belki “lüzumsuz” ve açıkça “zaman kaybettirici” dir bu nesne. Devlet, başarılı bir meşgul etme sanatı icracısıdır ve bu yeteneğiyle toplumun gözleri önünde manipülasyonlarını başarıyla uygular. Yaşaması da zaten ona bağlıdır. Televizyon, devlet tarafından simule edilen bir hayal makinesidir. Bu hayalin içinde, yaşadığı hayat ile olanlar arasındaki gerçeği fark edemeyen Mildred gibi insanları büyüler. Bu sayede hiçbir yasağa itiraz etmeyi düşünemeyen, olan bitenlere karşı bütün sinir uçları alınmış, iğdiş edilmiş yaratıklar yaratılır. Televizyon, Mildred’ın ihtiyaçlarını tatmin etmez, onları uyuşturur. Her körü körüne bağımlılık, insanın dünyasında beklenmedik zamanlarda açılan ölümcül obruklara benzer.

Mekanik Tazı

Romanda belli bir yüzü olmayan devlet, acımasız gücünün, mekanik soğukluk ve düzenin amansız makinelerle temsil edilmesini ister. Bu sebepten, devletin somurtkan yüzü, onun varlığının dışındaki sebeplere doğru çeker insanları. İtfaiyeler, asıl işlevlerinin ters yüz edilmesiyle birlikte kitapları koklayarak avlayan Mekanik Tazılara sahiptirler. Bu hissiz makineleri devletin toplumu mekanik bir çarkın dişlisine fırlatıp atmasının, onu bir varlık değil kafası ezilebilecek bir nesneye indirgemesinin tezahürüdür. Mekanik Tazı’nın peşine düştüğü insan, onun ölümcül iğnelerinden nasibini elbette alır. Mutlak ve ölümcül son, bu aleti bir canavar gibi görmemize ve onun anlamlarını dikkatle okumamıza sebep olur. Masallardaki canavar ve korkunç hayvanın yerini romanda bu mekanik alet alır. Bu distopik evrenin içinde, imal edildiği fikrin bütün soğukluğunu ve acımasızlığını bir mühür gibi taşır makine. Mekanik Tazı’nın görünürdeki temel amacı, romanda kitap okuyanları yok etmektir. Onun kontrol panelinde ise insanların iktidarın emir ve yasaklarına itaat etmeleri programlıdır. Ama asıl dikkat edilmesi gereken, böyle bir düzen içinde insanları korkutarak sadece itaat ettirmek değildir. İnsani olan hiçbir şey, onun varlığı sebebiyle anlamını koruyamaz, amaç böyle bir vurguyu makine ile üzerine çekmektir. Anlatıdaki devlet, üstün bir ideolojiye sahip olduğunu dillendirmez. Ayrıca kitapların insanların akıllarını bulandırmasına da müsaade etmez ama aynı devlet, Mekanik Tazı gibi üstün bir imha aracına ve dolayısıyla da teknolojik güce sahip olduğunu apaçık ispat eder. Bu üstün teknoloji, sorulması muhtemel bütün gerçek soruların üzerinden silindir gibi geçer ve hatta soru henüz doğmadan insanı korkularında bile boğar.

Yaşayan Kitap

Baskı teknolojileri düşünüldüğünde yaşlı Gutenberg’ten beri kitap, ilmi ve teknolojik ilerlemenin, fikirleri bir kağıt ile insanlara yaymanın, yeni bir evren kurmanın en canlı simgesidir. Kitabın olmadığı bir dünya, mutlak bir karanlığa mahkumdur. Bradbury’nin evreninde kitaplar, kitlesel manipülasyonları kolaylaştırdığı için devlet tarafından yasaklanmıştır. Kitaplar itfaiyeciler tarafından yakılırlar bu yüzden. Bu yasak sayesinde devletin emir ve buyruklarına itaati emreden bir düzenin kurulması sağlanır. Romanın ana kahramanı Guy Montag, devletin yakıp yok eden gücünün sembolüdür. Bir itfaiyeci olarak işi kitapları okumadan yakmaktır. Burada onun entelektüel uyanışının hikâyesi başlar. Başlarda itaatkâr bir “makbul vatandaştır”. Kendi sığ düşüncesinde kalmış bir “konformisttir” o. Bradbury, Montag’ı kitaplarla karşılaştırdığında, onun evreni yeni baştan yaratılır. Melih Cevdet, “Ona bir kitap vereceğim/ Rahatını kaçırmak için” dizelerini Montag için de yazmış olmalıdır!

Temel vazifesi kitap yakmak olan bir caninin bile değişebileceğinin somut örneği Montag’tır aslında. Montag’ı konformizminde ilk çimdikleyen insan, Clarisse McClellan’dır. Doğaya ve saflığa dönüşün bir sembolü olan Clarisse, Montag’ı “niçin” sorusuyla da tanıştırır. Onu yaşadığı tekdüze hayattan, sahte evrenden büyük bir ses ormanı olan gerçekliğe doğru iteler. Farklı kitaplarla zihnen döllenen bir bilinç, ilk önce lügatinden itaat kelimesini çıkarıp atar. Montag, kitaplarından ayrılmamak için kendini de eviyle yakan yaşlı kadını düşündükçe, gözündeki perdeler kalkar. Montag’ın köle olarak yaşadığı şehirden özgürlüğe kaçmasına kitaplar ilham verir. Şehir, bir katiller ormanıdır. Kitapların yakıla yakıla yok edilmelerine karşı onurlu insanlar, devletin şüphelenip de bulamayacağı güvenli bir yerde saklarlar onları, kendi kafalarında… Bir kitaba, kanlı canlı bir kitaba dönüşerek bu zalim düzene Montag gibi isyan edenler, hafızaya nakşettikleriyle yaşayan birer kitap olurlar. Dünya, ancak ve ancak bir kitaba dönüşmek için vardır zaten. Saate baktım yirmibeş yaşındayım Geç kalmadım tanrım yeniden inanmaya Aşka geç kalmadım Ardında yıkık şehirler ve leylaklar bırakan Bir cümle dudaklarımı geçip beni ihlâl etti Saate baktım müthiş bir yenilme vaktindeyim Sevgilim Ben nerede yağmur yağarsa orada şemsiye kırmanın kitabıyım Ve en güzel cümlen sensin Saate baktım buzlar ve çiçekler arasındayım Gömleğim asyaya düşerken Beni yanlışsız sakla bu son görünüşüm.