Robotlar Türkiye'de

Televizyon memlekete ilk geldiğinde üstüne dantel örüp koyan, CD’ler ilk çıktığında arabasının dikiz aynasına asan asil milletimiz, robotları da kendine benzetmekte gecikmedi.
Televizyon memlekete ilk geldiğinde üstüne dantel örüp koyan, CD’ler ilk çıktığında arabasının dikiz aynasına asan asil milletimiz, robotları da kendine benzetmekte gecikmedi.

Polis, taksinin yanına geldi. Arabaya hitaben “Ulan turistleri aldatmaya utanmıyon mu?” dedi. Arabadan ses çıkmadı. Polis şoför tarafının kapısını açtı, içeriye kafasını uzattı. Konsola bakarak: “Adam gibi doğru parayı söyle yoksa yazarım cezanı ha!” dedi. O anda dikiz aynasının kenarından bir cızırtı sesi uyuldu. Elli liralık bir banknot aynanın içinden yavaşça dışarıya doğru çıktı. Polis elli kâğıdı aldı, iç cebine soktu. Tercüman ve yabancılar baktılar ki polisin açılan bağrında kırmızı bir ışık yanıp sönüyor…

Bu yıl 2045. Robotlar Türkiye’ye geleli yirmi yıl oldu. Her yeni zamazingo gibi milletimiz bunu çok arzuladı, istedi, devletimiz de her türlü fedakârlığa katlanarak memleketin dört bir yanına yapay zekâlı robotlar sevk etti. Televizyon memlekete ilk geldiğinde üstüne dantel örüp koyan, CD’ler ilk çıktığında arabasının dikiz aynasına asan asil milletimiz, robotları da kendine benzetmekte gecikmedi. Aslında ilk başlarda her şey iyi gidiyordu. Yapay zekânın ilk uygulama alanı okullar olmuştu. Dilimizi doğru dürüst konuşamayan, öğrettiği şeyi kendi bile bilmeyen öğretmenlerin yerine robotlar geldi. Müfredatın hafızalarına yüklendiği robotlar sınıflara girmeye başladı. Kadın robotlara Şaziment, erkek tipindekilere de Ercüment adı verilmişti. Ama bir süre sonra Ercüment kahvedeki okeye yetişmek için dersleri asmaya, Şaziment ise okula günlerce gelmemeye başladı. Müdür, Mahmut Hoca adında kafa tarafına pos bıyık çizilmiş bir robottu.

  • Müfredatın hafızalarına yüklendiği robotlar sınıflara girmeye başladı. Kadın robotlara Şaziment, erkek tipindekilere de Ercüment adı verilmişti.

Mahmut Hoca, Şaziment’e sürekli “Dersiniz boş geçiyor hocanım, neredesiniz?” benzeri sinyaller gönderdi.Şaziment ise bir gün “başım ağrıdı,” öteki gün “bindiğim otobüs arıza yaptı,” beriki gün ise “bizim kıza görücü gelecekler” diye mesajlar gönderip duruyordu. Mahmut Hoca, kodlandığı gibi durumu bir ay sonra ilçe eğitim müdür robotuna sinyalledi. Şaziment’in devrelerinin ceza olarak bir ay kesilmesini istedi. İlçe müdürü robot bir saat sonra geri besleme yolladı: “Maalesef Şaziment Hanım il müdürü robotumuzun akrabası çıktı. Bi’ şey yapamıyoruz. İdare ediverin.”Mahmut Hoca’nın “ram”i karıştı. Çünkü robotlarda akrabalık olamazdı. Geri dönüş yaptı. “Nasıl akrabası oluyor efendim?”

Yıl 2045. Robotlar Türkiye’ye geleli yirmi yıl oldu.
Yıl 2045. Robotlar Türkiye’ye geleli yirmi yıl oldu.

İlçe müdürü robot fena kızmıştı: “Bana ne soruyorsun ulan, git müdüre sor. Nasıl olduysa olmuş işte!” Robot destekli eğitim sisteminde önemli gelişmeler de olmadı değil. Meselâ ülkemiz PISA sıralamasında hep sonuncu gelirken robotlardan sonra sondan ikinciliğe yükselmişti. Daha önce üniversite sınavlarında sıfır çeken bir milyon genç yapay zekâdan sonra beş-on soru yapmaya başlamıştı. Bu başarılar yurtta büyük törenlerle kutlandı. Vatan Caddesi trafiğe kapatılıp resmi geçit yapıldı. “Çocuklarını Üniversiteye Sokma” dinine mensup ana-babalar onları çılgınca alkışladı. Robot hocaların sendikası olan “Akıllı Öğretmenler Sendikası” başkanı robot Cemal Devreoğlu her cümlenin başında devlet büyüklerine teşekkür ederek yaptığı beş buçuk saatlik konuşmayı şöyle bitirmişti: “Eğitimde Türkiye çağı başladı. Dünya artık bizden korksun!” Normalde böylesine uzun bir konuşmada dinleyiciler sıkılabilirdi. Ama dinleyicilerin çoğunluğu da robot olunca sıkılan pek olmadı.

Bu kutlamalardan bir hafta sonra muhalif robotların çıkardığı “RoboTürk” gazetesinde bomba gibi bir haber patladı. Meğerse üniversite sınavlarındaki parlak başarı gerçek değildi. Bir robot çetesi sınav sorularını çalmış, talebelere verilen tabletlere online göndermişti. İktidardaki Milli Parti hemen bir beyanat ile olaya el konulduğunu ve soruşturma başlattığını açıkladı. Muhalefetteki Pilli Parti ise Avrupa Robotlar Birliği’ne başvurarak sorumlunun iktidar olduğunu söyledi. Böyle sahneler sadece okullarla sınırlı kalmadı. Yapay zekâ projesi trafiğe yaygınlaştırıldığında memleketin hayatı toptan değişti. Şoförsüz arabalar kullanıma ilk olarak Esenyurt’ta sokuldu. Büyük şamata oldu. “Bu iş bitmiştir. Hep Batı’da mı olacak? Aha da muasır medeniyet ayağımıza geldi” diye sevinçler yaşandı. Fakat ilk gün daha gün ortasına gelmeden şoförsüz halk otobüslerinin bir kısmının tekerleri çalınmış, camları taşlanarak aşağıya indirilmişti.

Bu iş bitmiştir. Hep Batı’da mı olacak? Aha da muasır medeniyet ayağımıza geldi”
Bu iş bitmiştir. Hep Batı’da mı olacak? Aha da muasır medeniyet ayağımıza geldi”

Motoru henüz çalınmadığı için işleyen tek-tük otobüs ise karoserleri asfalta sürtünerek gitmeye çalışıyor, çıkardıkları korkunç gürültü ve kıvılcımlar caddelere yayılıyordu. Daha o gün onlarca robot taksi çalınmış, parçalanmış, akşamına Bulgaristan’a kaçırılmıştı bile. Şoförsüz şekle çevrilen Kadıköy-Bostancı dolmuşları zincirleme kazalar yapmış, Bağdat Caddesi tümden kilitlenmişti. Olay yerine giden trafik polisleri şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı. Şoförsüz minibüsler de aynen eski minibüsler gibi slalom yaparak birbirlerini geçmeye çalışıyor, kırmızı ışığı takmıyor, yayaların üzerine sürüyorlardı. Bostancı’daki dolmuş durağında daha ilk gün değnekçi robotlar türemişti. Durakların kenarlarında da seyyar satıcı robotlar vardı. Mekanik bağırışlarla kimi köfteekmek, kimi de balon satıyordu. Robotlar bürokrasiye girdiğinde işler iyice kontrolden çıktı. Memurlar robotlara ayak masajından tutun çocuk bakıcılığına kadar her türlü işi yaptırıyorlardı.

  • Robot memurlar ise dairelerde hemen klikleşmişti. Normalde vatanı-memleketi olmayan robotlar da hemşericilik sevdasına kapılmıştı. Her biri kendi fabrikasından çıkanları kolluyor, diğerlerini sabote ediyordu.

Hatta başka robotların sırtındaki devre kutusuna tornavida sokuyorlar, birbirlerini camlardan aşağıya atıyorlardı. Kamu binalarının önü metal, cıvata, somun ve elektronik devre kırıklarıyla dolmuştu. Robotlar birbirleri aleyhine durmadan “vatan haini” diye ihbarlarda bulunuyordu. Ankara Esenboğa Havalimanı VIP salonu girişindeki robot, bir milletvekiliyle beraber gelen üç kişiyi tanımlayamadığı için müsaade etmemiş, bunun üzerine herifler “Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun ulan!” diyerek robotu haşat etmişlerdi. Uçaklar da artık pilotsuz uçuyordu. Hatta başka bir vekil çantasını alanda unuttuğu için uçağı İstanbul havalimanına geri çevirmeye çalışmış, hostes robotlara “çağırın bana pilotu bakiyim” demişti.

Hostes robotlar pilot diye bi’ şey olmadığına dair epey dil dökmüşler ama vekilimiz kızmıştı bir kere. “O zaman ben giderim terbiyesizler. Ama sizi de işten attırmazsam” diyerek kokpite yönelmişti. Yanında Meclis tarafından tahsis edilen danışman robot Durmuş vardı. Durmuş kokpit kapısını yumrukladı, açılmayınca metal kafasını vura vura kabin kapısını kırdı. İçeri giren vekil orada kimseyi göremeyince şaşalamış, tersyüz bir şekilde geri dönüp hanımın yanına oturmuştu. Pavyonlarda kafasına sarışın peruk takılıp, içine flaş bellek ile Demet Akalın şarkıları ve Ankara türküleri yüklenmiş robot şarkıcılar vardı. Dolapdere’de üç robotu kendine maraba yapan Cıklı Nuri pavyonları basıp haraç topluyordu. Eskinin oto hırsızları da işi artık robot hırsızlığına çevirmişti. Daha önce Japon malı arabaları çalma işine bakan Ankara Dikmen hırsızları Alman, daha önce yerli araba çalma işine bakan Çinçin hırsızları ise Japon robotlara dadanmıştı. Esnafımız da jet hızıyla robot çağına ayak uydurmuştu. Ankara Siteler’de, İstanbul Masko’da mobilyacılar artık Suriyeli yerine robot işçiler çalıştırıyordu.

Herifler çaresizce kendilerini savunmaya çalıştı: “Valla dünyanın her yanında robotlarımız var ama böyle olaylara hiç rastlamadık.
Herifler çaresizce kendilerini savunmaya çalıştı: “Valla dünyanın her yanında robotlarımız var ama böyle olaylara hiç rastlamadık.

Hatta araba masrafı olmasın diye işçi robotların sırtına binerek oraya buraya gidiyorlardı. Büyük mobilya mağazalarının girişine de ürünleri tanıtan robotlar konmuştu. Her mobilyayı robotun göbek mahalline yerleştirilen ekrandan görebiliyor, özelliklerini ve fiyatlarını öğrenebiliyordunuz. Ekranlardaki fahiş fiyatları görüp “Aaa, bu ne yav, çok pahalıymış ama” diyen hanım müşterilere robotlar “Abla, valla bize gelişi bu. Bi’ kuruş kârımız varsa ne olayım!” diye cevap veriyorlardı. Robot skandalları çoğaldıkça halk homurdanmaya başlamış, hükümet zor durumda kalmıştı. Bunun üzerine robotların ithal edildiği Çin, Japonya ve Amerika’dan üretici firma yetkilileri Ankara’ya çağrıldı. İlgili bürokratlar adamları bi’ güzel haşladı, “Ulan bize bozuk robotları kakalamışsınız. Memleket birbirine girdi. Neyse yakında yerlilerini yapacağız, o zaman görürsünüz” diyerek tehdit etti.

Herifler çaresizce kendilerini savunmaya çalıştı: “Valla dünyanın her yanında robotlarımız var ama böyle olaylara hiç rastlamadık. Biz de anlamadık. Lütfen bize biraz mühlet verin de sorunu tespit edelim” dediler. Ecnebiler İstanbul’a döndüler, orada bir toplantı yaptılar. Türkiye’deki robot tecrübesini masaya yatırdılar. Vardıkları sonuç şu oldu: Robotlar kendilerinden daha ileri bir akıl tarafından kontrol altına alınmıştı. Muhtemelen telekinezi bile olabilirdi. Bunun çaresi kendilerinde olmayıp Türkiye’de olan ileri aklı öğrenip, robotları bu akla göre yeniden programlamaktı. Bu çözümü devlet erkânına sunmak için Ankara’ya geri uçtular. Esenboğa Havaalanı’nda onları bir Türkçe tercüman karşıladı. Beraberce bir şoförsüz taksiye sığıştılar. Bakanlıklar’a gidiyorlardı. Bir süre sonra tercüman robot taksinin onları dolaştırdığını fark etti. Şoför olmadığı için arabanın konsoluna bakarak bağırmaya başladı: “Hoop hemşerim, nereye gidiyon, adam gibi götürsene!” Ama robot taksi umursamadı, devam etti.

Büyük bir Ankara turu attılar, bir buçuk saat sonra taksi Bakanlıklar semtinde değil Ulus’ta durdu. Havalandırma ızgarasından çıkan boğuk bir erkek sesi Ankara şivesiyle: “Yüz yuro duttu. Verin la bakalım parayı!” diye bağırdı.

Tercüman bağırarak “Seni gidi sahtekâr! Biz bu parayı ödemeyiz. Polis çağıracağız” dedi. Aynı ızgaradan ses geldi: “Kralınıza şikâyet edin, parayı verin la!” diye kükredi. Tercüman kavşaktaki trafik polisine koştu. Yana yakıla durumu anlattı. Polis, taksinin yanına geldi. Arabaya hitaben “Ulan turistleri aldatmaya utanmıyon mu?” dedi. Arabadan ses çıkmadı. Polis şoför tarafının kapısını açtı, içeriye kafasını uzattı. Konsola bakarak: “Adam gibi doğru parayı söyle yoksa yazarım cezanı ha!” dedi. O anda dikiz aynasının kenarından bir cızırtı sesi uyuldu. Elli liralık bir banknot aynanın içinden yavaşça dışarıya doğru çıktı. Polis elli kâğıdı aldı, iç cebine soktu. Tercüman ve yabancılar baktılar ki polisin açılan bağrında kırmızı bir ışık yanıp sönüyor…