Sahi neydi var olmak?

“Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise müstağni ve övgüye layık olandır.” Fâtır 35/15
“Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise müstağni ve övgüye layık olandır.” Fâtır 35/15

Var olmak bir eyleme hali midir yoksa bir bilme ve idrak hali midir? Neyi eylediğimizde yahut neyi idrak ettiğimizde var oluruz? Zorunlu ihtiyaçları karşılamak mıdır var olmak? İhtiyaç fazlasını biriktirip zengin olmak mıdır?

Metafizikçi düşünürler kadim çağlardan beri insanın en açık ve en kesin bilgisinin “varlık” bilgisi olduğunu söyleyegelmişlerdir. Öylesine çeşitlidir ki varlık bilgisi! Bütün hallerimiz varlık bilgisinin türevleri veya varlık hallerinin özel birer tahakkuklarıdır.

Sadece bu âlemin bir parçası olarak bulunduğumuzu idrak etmek varlık bilgimizin temelini oluşturur. Apaçık olduğu söylenen de bu var oluş idrakidir. Lakin soruyu biraz vurgulu sorduğumuzda bile var oluşumuzu idrak etmenin açık olduğu kadar kapalı, verili olduğu kadar çabaya muhtaç olduğunu düşünmeden kendimizi alamayız. Hayatı yaşamak, aynı zamanda bu hayat için biçilen süreyi tüketmek demektir. Kendi kendisini tüketerek var olan bir ömür sürüyoruz. Yaktığımız ateşin yakıtı yine bizleriz ve yanarak var oluyoruz. Nedir ki bütün bu tükenme sürecinde var olmak? Filozoflar dışta bulunduğunu düşündüğümüz bütün şeylere var dediğimizi ama varlık anlamının bütün şeylerde eşit şekilde bulunmadığını söylerler. Evet, hepsine var deriz, çünkü hepsinde ortak bir anlam yani bir bulunuş vardır. Bu açıdan şeylerin var olduğunu söylediğimizde aynı anlamı kastederiz. Ama “varlık” anlamı şeylerde eşit derecede bulunmaz. Kiminde daha zayıf kiminde daha güçlüdür. Kiminin varlığı kendinden kiminin varlığı başkasından gelir. Öyleyse ne zaman ve hangi durumda gerçek anlamda var olduğumuzdan söz edebiliriz?

Bedensel ihtiyaçlara hapsedilemeyecek kadar mekânsız ve zamansız olan bu anlamın düşmanı da dünyevî ihtiyaçların hizmetine amade olan idrakin kendisidir.

Var olmak bir eyleme hali midir yoksa bir bilme ve idrak hali midir? Neyi eylediğimizde yahut neyi idrak ettiğimizde var oluruz? Zorunlu ihtiyaçları karşılamak mıdır var olmak? İhtiyaç fazlasını biriktirip zengin olmak mıdır? En bayağısına varıncaya dek hazlarımızı tatmin etmek, hayatı bir eğlenceye çevirmek midir? Toplum nezdinde onurlu bir şahsiyete sahip olmak mıdır? Başkalarına zenginlik, haz, eğlence ve onur vesilelerini sunmak mıdır? Hâkimiyet ve üstünlük kurmak mıdır? Soyluluk mudur? Yoksa olabildiğince eşitlik ve özgürlük ideallerini gerçekleştirecek bir hayat sürebilmek midir? Bütün bunların var oluşun muhtelif halleri olduğu kuşkusuz. Dikkat edilirse var oluşun tüm halleri, bizim için tek bir anlamda toplanır: Muhtaçlık. Beslenmeye, hazlarımızı tatmine, iktidara, hâkimiyete, şerefe, asalete muhtaç olduğumuzu düşünürüz. Bizim için var olmak tam anlamıyla muhtaç olmak demektir. Bütün azalarımız ve kuvvelerimiz daimi bir ihtiyaç halindedir. Her bir azamız ve kuvvemiz bize birer istek olarak döner. Bizzat kendimizin amansız bir alacaklısı gibiyizdir. Bilincimiz bedenimizi ve bedenimiz de bilincimizi bıkmadan usanmadan yormaya devam eder. Süreli tatminler, heveslerimizi giderdiği ölçüde yeni başlangıçlara imkân vererek ihtiyaçlarımızı yeniler. Hayatımızın her bir kesiti, bir kesinti ve sınır içerdiği ölçüde bir yandan ihtiyaçlarımızı tüketirken diğer yandan muhtaçlığımızı idame ettir. Bir kez muhtaçlık hissini yitirirsek yaşamak için de bir sebebimiz kalmaz. Dolayısıyla kendi kendisini tüketerek sürdürülebilen hayat, aynı zamanda muhtaçlığın da tüketilmesi demektir.

Evet, yaşadığımız ölçüde muhtacız ama muhtaç olduğumuz ölçüde yaşamıyoruz.
Evet, yaşadığımız ölçüde muhtacız ama muhtaç olduğumuz ölçüde yaşamıyoruz.

Fakat ne tuhaftır ki ihtiyaçlar anbean yenilenirken hayat kendi sermayesini tüketir! Bu bakımdan hayatı tüketmek ihtiyaçları tüketmek demek değildir. Evet, yaşadığımız ölçüde muhtacız ama muhtaç olduğumuz ölçüde yaşamıyoruz. Öyleyse bizi kendimize ve kendimiz aracılığıyla başka her şeye bağlayabilen muhtaçlık, sadece her bir ferdin değil, aynı zamanda bütün insanların da hayatından daha kapsamlıdır. Hayatın vüsatı ile muhtaçlığın vüsatını ayrıştırmak, bilince sunulmuş bir armağan olsa gerek. Zira muhtaçlığın vüsatını fark ettiğimizde hayatı canlılıktan öteye taşımak ve dünyayı yerinde bırakmak yahut kendimizden ırak etmek imkânı da doğar. Bu bağlamda içinde yaşadığımız dünyanın bir olgusu olarak hayatın anlamını bulması ile insanın anlamını bulması farklı şeylerdir. Varlık hallerinin hangisinde olursak olalım bu dünyanın bir olgusu olarak hayat kendi anlamını bulur. Çünkü varacağı hedef, yine kendisinden ibarettir ve hayat, ister süfli ister ulvi olsun her türlü durumda kendi kendisini gerçekleştirmeyle ödüllendirilmiştir. Fakat mademki insan, dünyevi bir olgu olarak hayatı idame ettiren muhtaçlıktan öte bir ihtiyaç halini kavrayabilmektedir, öyleyse hayatın tükettiği muhtaçlık, insan idrakinin kavradığı muhtaçlık değildir.

  • Bu açıdan bakıldığında hayatın insandan değil, insanın hayattan bağımsız bir anlamı vardır. Bir kez fark ettiğinde bütün dünyevi ihtiyaçlarını karşılaşa bile huzursuz olduğu, yan gelip yattığında yanını çürüten, yakıtı bizzat farkındalık olan bir anlamdır bu.

Bedensel ihtiyaçlara hapsedilemeyecek kadar mekânsız ve zamansız olan bu anlamın düşmanı da dünyevî ihtiyaçların hizmetine amade olan idrakin kendisidir. Çünkü anlamı fark etmek, ışığı uzaktan görmek gibidir, yanına varmayınca aydınlatmaz. Doğrusu, ihtiyacın dünyevi arzuların ötesine uzandığını kavramak ve insanın anlamını keşfetmek huzursuz edicidir ama bu kavrayış ve keşfin peşinden gitmek sadece huzursuz etmekle kalmaz, dünyevi ihtiyaç ve tatminlerin inşa ettiği benliği yıkma cesareti ve azmini gerektirir. Zira var olmak, bu dünyada olmaktan başka bir anlam kazanacaktır. Tıpkı bir yılanın derisini yenilemek için esnemeyen derisinden sıyrılırken körlüğe razı olması gibi maddi zenginliğe, şerefe, asalete, hazlara ve galibiyete kör olmayı gerektirir. Zira ihtiyaçlara karşı muzaffer olmanın yolu, onlara muhtaç olmamaktan geçer. Kişi neye merhamet edecektir? Aza ve kuvvelerine mi yoksa fark ettiği yeni varlık anlamına mı? Çetin bir karar. Keşke çetin olan sadece karar olsaydı! Yeni bir varlık anlamı yüklenmek için istikrarlı olmak gerekir. İstikrar ise karardan daha yıldırıcıdır.

Anlamı fark etmek, ışığı uzaktan görmek gibidir, yanına varmayınca aydınlatmaz.
Anlamı fark etmek, ışığı uzaktan görmek gibidir, yanına varmayınca aydınlatmaz.

Anlamı fark etmek, ışığı uzaktan görmek gibidir, yanına varmayınca aydınlatmaz.

Neyse ki yeni varlık anlamının, birinci var oluş hallerine bir üstünlüğü vardır: Dünyevi ihtiyacın doğurduğu varlık halleri, bu ihtiyacın vüsatını aşan manevi muhtaçlığa yönelmeye ve onu yönetmeye izin vermezken manevi muhtaçlık, dünyevi muhtaçlığı içerdiğinden onu yönetmeye imkân verir. Evet, bu dünyada hazır olmak anlamıyla hayatın ve var olmanın kendisine özgü bir doğası ve tahakkuk şartları olduğu gibi varlığın yeni anlamının da kendisine özgü doğası ve tahakkuk şartları vardır. Her ikisi de insan için bir imkândır ama imkân daima onu tahakkuk ettirecek bir iradeye ihtiyaç duyar. Bununla birlikte muhtaçlığın ikinci anlamı, birincisini kendisinin bir parçası olarak tanıma, tanımlama ve ona yeniden değer kazandırma payesine sahiptir.

Oysa dünyevi talepleri doğuran muhtaçlık, ikinci anlamıyla muhtaçlık ve var oluşu tanıma, tanımlama ve değer kazandırma özelliğine sahip değildir. Bu nedenle iki tür var oluşun ürettiği değerler de farklıdır. Birinci tür varlık anlamı, esas itibariyle insanlığın asgari şartlarıyla yetinme, başkalarına hâkimiyet kurma ve hazları tatmin etme gibi varlık halleri doğururken ikinci tür varlık anlamı, kendinde bir tür yücelme hali üretir. Kişi yüceldiğinde hem yukarıdan baktığı şeylerin kendi yerlerini görür hem de onları kuşattığı için merhamet edebilir. Dolayısıyla varlığın iki farklı anlamını idrakten doğan değerler de farklıdır. Yani idrakteki farklılık eyleme katılan değeri de eylemin kendisini de dönüştürür. Bu sebeple ikinci tür muhtaçlığı idrak etmek, varlık anlamında dönüşüme yol açar ve “vardır” sözlerimiz, artık sadece bu dünyanın bir parçası olmayı ifade etmez, aynı zamanda insanın ikinci anlamıyla var oluşunu zorunlu kılan bir ilkeye nispetini ifade eder.

Öyleyse var olmak, tam da kendimizde yokluğumuzu idrak ettiğimiz seviyede hakiki bir hale gelir.

İlkeye nispet ve muhtaçlık güçlendikçe başka şeylerden istiğnanın artması beklenir. Tuhaftır ki böylesi bir varlık bilgisi, insanın kendi anlamının yokluğunu varlığa çevirmeyi mümkün kılar. Emin olduğumuz önceki idrak ise mecazi hale gelerek yerini metafizikçi düşünürlerin sözlerinde dile gelen hakiki varlığa bırakır. Öyleyse var olmak, tam da kendimizde yokluğumuzu idrak ettiğimiz seviyede hakiki bir hale gelir; varlık, bilgi ve değere ilişkin bütün kavramlar yeniden anlam kazanarak metafizik bir seviyeye evrilir. Dolayısıyla var olmak, bilmek ve eylemek demektir. Neyi biliyor ve eyliyorsak o kadar var olabiliriz. Bilgi ve farkındalık arttıkça muhtaçlık ve varlık da anlam değiştirir. Biz bu anlamı eyleme bir değer olarak katabildiğimiz ölçüde insanın imkânları bakımından var oluşun sahici hallerine mazhar olabiliriz.