Şarapnel

Çadırların, tozun toprağın, direnişin, mazlumluğum tam ortasında, öylece duruyoruz.
Çadırların, tozun toprağın, direnişin, mazlumluğum tam ortasında, öylece duruyoruz.

Hiçbir ocakta baba yok. Tamamı annelerden ve çocuklardan oluşan bir yerleşke burası. Bir tane yaşlı erkek var o da bekçilikle görevli. Onlarca yetimin içinde olduğunuzu, tatlı bir kızın size baktığını düşünün. Alın çocuğu kucağınıza sevin, öpün bir güzel. Şehit olmuş bir mücahidin kızı olsun o.

Çocukların dizlerinden aşağı kan akmakta hâlâ. Canları uçup gitmiş az evvel. Sabilerde bu kadar kan var mı Ya Rabbi! Kan kırmızı olmuş arabanın arka koltuğu. Kırmızı, büyüdükçe büyüyor. Bir heyula gibi, Müslüman halklar coğrafyasının üzerine düşüyor gölgesi. O kırmızılık bir mahcubiyet olarak beliriyor yüzümüzde. Burası muzaffer Deraya'ya bağlı Deyr el-Asafir. Yahut başka bir yer. Ne fark eder artık! Şam'daki saraylarına sıkışıp kalmış katile, yardakçılarına, sırtını sıvazlayanlara, elini sıkanlara, birlikte poz verenlere, şakşakçılarına, analistlerine, soğukkanlılık adına demeçler verip köşe yazılarını dizen kalpsiz orta yolculara söylenecek söz yok artık. Binlerce çocuk, binlerce kadın... Rafeeh Zidaah'ın Gazze için kullandığı tâbirle "hiçbir demeç geri getirmeyecek onları". Sistematik bombardımana, sayısız hak ihlâline, yüz binlerce şehide, milyonlarca sürgüne, ekmekten ibaret öğünlere rağmen Suriye'de yedi düvele karşı direniş devam ediyor.

15 Temmuz sınır kapısından geçip bizi bekleyen dört çekerle yola çıkıyoruz; hedefimiz direnişin son kalesi İdlib. M45 otoyolundayız. Killi Dağı'nı aşıp Kâh Kampı'na varıyoruz. Anavatana, Anadolu'ya ne kadar yakınlar. Hem bu kadar yakın hem de uzak sanki. Dağınık çadırlar. Toz, toprak. Yokluk, fukaralık kol gezse de her yer tepeden tırnağa tevekkül dolu. Kayalıklarda taş yontan insanlara şahit oluyoruz. Üç kuruş için akşama kadar çekiç sallıyorlar. Bir çadıra giriyoruz. Benden yaşça küçük bir mücahitle tanıştırıyorlar. Gazi olmuş. Bir eli yok. Şarapnel parçaları gözlerini kör etmiş. Organlarında da kalıcı hasarlar var diyor rehberimiz. O an, elim olduğu için utanıyorum. Elimi saklayacak yer bulamıyorum. Elim ayağıma dolaşıyor. Elini, gözlerini, iç organlarını Allah'a hediye etmiş. Sarılıyorum. Yarım kolunu okşuyorum. İçimde onun için kristalden bir saygı abidesi inşa ediyorum. Yavrusunu kucaklıyorum.

Çocuğa şeker uzatırken, insanlığın en büyük icadı bu tatlı şeyler diyorum, gülümsetmeyeceği çocuk yok yeryüzünde. Çadırların, tozun toprağın, direnişin, mazlumluğum tam ortasında, öylece duruyoruz. Etarib, Sermede, Derkuş üzerinden Cisruşşuğur'a geçiyoruz. Yetim kampındayız. Karşılıklı dizilmiş onlarca briketten ev. Boylu boyunca uzanmış ıssız tepeler arasındalar. Sapsarı, cıscıbıl vadi içinde beyaz badanalı, tek göz evler. Hiçbir ocakta baba yok. Tamamı annelerden ve çocuklardan oluşan bir yerleşke burası. Bir tane yaşlı erkek var o da bekçilikle görevli. Onlarca yetimin içinde olduğunuzu, tatlı bir kızın size baktığını düşünün. Alın çocuğu kucağınıza sevin, öpün bir güzel. Şehit olmuş bir mücahidin kızı olsun o. Konuşmaya çalışın onunla. Sonrasında yetimliğinin yanında sağır ve dilsiz de olduğunu öğrenin. O an nasıl dağılıp paramparça olursanız öyle dağıldım işte. Çöküp ağlamaya müsait yer yok. Anadolu'dan geliyorsunuz. Dik duracaksınız. Son umutsunuz onlar için.

Yola devam ediyoruz. Maarratünnuman'a gidiyoruz. Çay ikram ediyorlar. Tepsi içinde bir demlik ve küçük biraz kalınca bardaklardan oluşuyor ikram. Şekerlik yok. Çay kaşığı yok. Eyvah! Etrafı şekersiz çay içenlerle dolu olsam da çayı şekerli içerim. Çay ocaklarında fazladan şeker istemeye utanan birisi oldum hep. Baba evinde bile çaylar gelince şekerliği muhakkak hatırlatmam gerekir. Bardağa dökülüyor çay. Rengi çok güzel. Ev sahibini kıracak hâlim yok, hatır için şekersiz çay bile içerim. Bir yudum alıyorum. Çay değil, bal mübarek. İçimden yüzlerine karşı "hay gurban olurum, gözünüzün yağını yerim gardaşlarım" diyorum. Lisan-ı hâl ile nice paragraflar bir anda ifade edilir. Gözlerimin içi parlıyor. Buraların âdeti bu, şekeri doğruca demliğe atıyorlar, kaşık ve şekerlik gereksiz nesneler hâline geliyor. Çay da tatlı, muhabbet de. Evimin dışında çayı en rahat içtiğim yer olarak belleğime kaydediyorum Maarratünnuman'ı. Cömertlikleri, kadirşinaslıkları ve direnişe verdikleri destekle bildiğim belde insanının ayrı bir yeri olacak bende, biliyorum.

Çöküp ağlamaya müsait yer yok. Anadolu'dan geliyorsunuz. Dik duracaksınız. Son umutsunuz onlar için.

Ziyaretimizden iki hafta sonra geniş yolları, renksiz az katlı evleri, bol motorlu trafiği ve gülümseyen insanlarıyla hatırlayacak olduğum Maarratünnuman'ı, rejim güçleri yerle bir edip ele geçirecekti. Halep'ten sonraki en büyük acı. Direnişin merkezine, İdlib'e gidiyoruz. Motor kaputumuzun üstünde büyükçe mıknatıslı Türk bayrağı var. Sık kontrol noktalarının bulunduğu sahada kritik önemi var bayrağın. Antiemperyalist bir karşılığı var içinden geçtiğimiz coğrafyada. Kapılar sonuna kadar açılıyor, saygıda kusur edilmiyor. Devam ediyoruz İdlib'e doğru. Heyet Tahrir Şam'ın bölgesinde durduruluyoruz. Kaleşnikoftan ağır makineli tüfeklere kadar sıkı teçhizatları var mücahitlerin. Hepsinin yüzleri kapalı. Kesin, sınırları belli bir ciddiyet var. Asılan tabelada hiçbir şekilde ikram ve rüşvetin kabul edilmediği net ifade ediliyor. Ön sağ koltuktayım. Tebessüm ederek selam veriyorum. Silahın namlusu aşağı iniyor, eller birleşiyor. Selamımızı alıp yüksek sesle bizler için hayır dua ediyorlar.

Ruslar, Türkiye'nin İdlib'e girmesini kabul ettikleri vakit yerel direniş gruplarıyla çatışacaklarını ve yaşanacak kargaşadan kazançlı çıkacaklarını hesap ediyorlardı. Heyet Tahrir Şam liderliği tuzağı gördü ve kapılarını Türkiye'ye sonuna kadar açtı. Bu basiret, beş milyon kişiyi hâlâ İdlib'te tutuyor. Karşımda bana dua eden mücahit gibi on binlercesi her an ölüme hazır. Çoğu Suriyeli. Bariyer kaldırılıyor, yolumuza revan oluyoruz. İdlib'e girer girmez yaptığımız ilk şey kaputtaki bayrağı çıkarmak oluyor. Buraya kadar tüm yolları açan bayrak İdlib'e girince öümcül bir tehdide dönüşüyor. Rus keşif uçakları sahada gördüğü Türk bayraklarını hedef gözetmeksizin bombalıyor. Şoförümüzün elinden telsiz hiç düşmüyor. Dikkat kesilince fark ediyorsunuz ki herkesin elinde telsiz var. Çocuktan yetişkine kadar. Anonslar hiç kesilmiyor. "Uçak kalktı" diyor telsizdeki heyecanlı ses. Yola devam ediyoruz. "Maarratünnuman tarafına geliyor" diyor başka bir ses. Bombanın bırakıldığı mahallenin adını söylüyor telsizdeki gözcü. Haberle beraber ufukta yükselen dumanı görebiliyoruz.

Ana arterler yerine sokak aralarından olanca hızımızla ilerliyoruz. Her an her şey olabilir. Bir dakika sonrasına kimsenin garantisi yok evet, bu coğrafyada daha berrak hissediyorsunuz bu gerçeği. Yıkılmış binalarla dolu yol kenarları. Her yerde şarapnel izi var. Bina yüzeyleri, garaj panjurları delik deşik. Kimi köşesinden vurulup yan yatmış, kimisi çok daha büyük bombalarca patlatılıp olduğu gibi çökmüş evlerin arasından geçip bir binanın kenarında duruyoruz. Yaşam izi yok gibi. Bodrum kata iniyoruz. Makine sesleri geliyor. Dikiş makinalarıyla dolu büyükçe bir salona giriyoruz. Hanımefendiler çalışıyor. Tertemiz bir ortam. Nezih. Cephede şehit düşmüş mücahit eşleri onlar. Çocuklar için eşofmanlar, elbiseler üreterek geçimlerini sağlıyorlar. Burada da şekerli çay ikram ediliyor, daha ne olsun.

Bodrumdan başlayarak tüm İdlib'te egemen olan şeyin "vakar" olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Büyük bir saygıyı, hürmeti hak eden bir vakar. Yol kenarları zeytin ağaçları ile kaplı. Toprak kızıl. Camı açar açmaz keskin bir zeytin kokusu geliyor. Sonra sonra alışıyorsunuz. Böylesine bir yağ kokusunu bu derece Ege'de bile almak kabil değil. Telsizde sesler yükseliyor. Bir anda tekbir sesleri çınlıyor arabanın içinde. Peş peşe tekbirler getiriliyor. Direnişçiler tam o anda Kibeyne'de Katil Esed'in sızma girişimini püskürtüp, tanklarını havaya uçurmuşlar. Haber tüm İdlib'e bir anda yayılıyor. Tekbir seslerini duymalıydınız. İçim içime sığmıyor.