Sayda’da bir ay: Bombardımandan karanlık sabahlara Filistinli bir tanıklık

İstilanın şartları acımasızdır; insanlara şuurunu kaybettirir. Bir keresinde oğlum Halid ile eve dönerken çıplak bir adam gördüm. İnsanlar adama şaşkınlıkla bakıyordu. Eşim Vidad’a seslendim. Ondan bana gömlek ve pantolon indirmesini istedim. Adam cüsseli biriydi. Vidad gömleği yanıma getirdi, pantolonu da komşumuza bıraktı; gömlek ve pantolonu adama giydirdik.
Adam son derece kötü durumdaydı, ona bazı sorular sormak istedim ama konuşmadı. Adamın soruşturduğumda ise Sayda’dan olduğunu öğrendim. Adam birkaç gece devam eden bombardımandan sonra çocuklarına ekmek veya yiyebilecekleri bir şeyler için açık bir dükkân bulma umuduyla evden çıkmak durumunda kalmış. Eskiden Sayda’nın caddeleri korunaklıydı ve insanların güvenle yürüdükleri yerlere sahipti. Adam açık bir dükkân bulamamış ve evine dönmüş. Ancak ev, içinde eşi ve yedi veya sekiz çocuğuyla yıkılmış. Bu yüzden de adam dengesini kaybetmiş.
İsrailliler bizi alıp deniz tarafına götürdüklerinde bu evin önünden geçtim. Burada küçük bir levhada kömürle yazılmış şu sözleri gördüm: “Burada falanca aile yatıyor, dikkat edin!” (Maalesef şahsın adını unuttum.) Bu levhayı adam bizzat kendisi yazmış. Çünkü hâlâ ölü bedenler enkaz altındaydı. Bu yüzden adam aklını yitirmiş ve caddede yürümeye başlamış.
Bu tablo pek çok dramdan sadece biridir. Bazı insanlar İsrail bombalarının önüne yürür ve istikrar kaybedildiğinde de “yaşasın devrim, yıkılsın İsrail, yıkılsın Pekin!” naraları atarlar.
Evimizin yakınında bir alan vardı. Buraya büyük buldozerler getirdiler. İsraillilerin burayı tank mevzii olarak kullanacaklarını düşündük. Ancak caddelerden topladıkları cesetleri buraya doldurmak ve toplu mezar olarak kullanmak için kullandılar.
Bu deneyimi yaşayan herkes, trajedinin ne boyutta olduğunu anladı. Bazıları olayı idrak edebildi bazıları ise dengesini kaybetti. Ancak insanlar başka bir seçim yapamazdı. Kadınlar evinin tamirini yaparken kocasına destek olacak; suyunu güvende olduğunu bilecek; evlatlarının hiç tutuklanmayacağından emin olacak; gösterilere katılacak; hapishanelerdeki adamların serbest bırakılmasını isteyebilecek. Ancak İsrail onları kurşuna diziyordu. Asker kurşununa dizilerek şehit düşenlerin fotoğrafını çeken İtalyan fotoğrafçı bir arkadaşım vardı. İsrailliler o fotoğrafçı kadını yakalayıp çamurda sürükledi. Ancak kadın kaçmayı başarabildi ve eve eşim Vidad’ın yanına gelebildi. Kamerasını yıkadı ve Batı dergilerinde çektiği fotoğrafları yayımladı.
Bu aşamada ise İsrail ordusu Sayda’ya gazetecileri getirecek ve İsrail ordusunun çocuklara nasıl su dağıttığını gösterecekti. Basın da Sayda’daki kıyımı ifşa etmedi. Bazı gazeteciler Sabra ve Şatila’daki olayları ortaya çıkardığı da doğrudur. Ama bu bile siyasi bir hedefin parçasıydı. Bu iğrenç katliamın hedefi, binlerce Filistinlinin öldürülmesi değil bilakis bizi psikolojik olarak darbelemek ve Filistin’deki haklarımızdan feragat ederek umutsuzluğa düşmemizdi. Ancak bazıları mücadeleden sıkılsa da daha gelecek nesiller var. Atalarımızın gözlerinden okuduğumuz hüznü biz nasıl öğrendiysek, bu nesiller de bizden o mesajı alacaklar. Bize yapılan suikastların boyutu çok büyük. Arap âlemi, düşmanlarımızın enternasyonal dünyanın ve diğer başka bir sürü şeyin hizmetinde. Halkımızın eksiği komuta değil partidir. Bu parti ki sıfır noktasından başlayıp tam bir teorik kılavuza sahip bir partidir. Şayet sözlerimden devrime razı olmadığım anlaşıldıysa, evet, ben devrime razı olmadığımı söyleyeceğim. Filistin’in; meleklere, Allah’ın askerlerine, binlerce Guevera’ya, savaşçılara ve nasıl tepki vereceğini bilen şuurlu gerçek komutalara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Arap rejimi bana göre (bir kadının çocuğunu düşürmesi gibi) devrimimizi de kaybetti. Yine takdirimce Filistinlilerin tek başına olduğunu söyleyenler, Filistin’in özgürlüğüne karşı olanlardır. Bu yüzden bu söylemler haince söylemlerdir. Mısır, Lübnan ve Suriye meselelerinden hepimiz biliyoruz ki, bu İsrail’in açgözlülüğüdür.
İstiladan sonra bir ay Sayda’da kaldım. Diğer insanlar gibi evleri tamir etmeye, inşaları teselli etmeye ve sabra teşvik etmeye, depolara su doldurmaya, insanlara eşyaları taşımada ve benzeri işlerde çalıştım. Ancak es-Sefir dergisinde elimden geldiğince çizebilmek için Beyrut’a dönmem gerektiğinde ne yapacağımı düşünüyorum.
Sayda’da birkaç kadının gelip benim canlı olduğumu görene kadar insanların benim öldüğümü düşündükleri bir dönem vardı. Benim hâlâ hayatta olduğuma inanmaları ve es-Sefir dergisinin çizimlerin bana ait olduğuna emin olması için çizimlerimi kadınlara verdim.
Uzun bir zamandır düşünüyordum: “Ne yapmalıyım?” Düşüncelerim, Beyrut’a dönmem gerektiği fikriyle sonlanıyordu. Eşim ve çocuklarıma zor bir şekilde veda ederek yola çıktım. Sadece İsrailliler yüzünden değil, aynı zamanda beni öldürmek için Filistinli olduğumu bilmeleri yeterli olan askerler yüzünden de.
Sabahın erken saatinde arabamla yola koyuldum. Choueifat adındaki bölgede zeytin ağaçları arasında arabadan indim. Beyrut’a doğru yürümeye başladım. Aynı gün Şam’a giden Suriyeli tiyatro yazarı Saadallah Vannus’la karşılaştım. O da benim öldüğümü duymuş. Daha sonra es-Sefir’e vardım.
Beyrut’ta Filistinli yazarlardan (Allah rahmet eylesin) Hanna Mukbel, Reşad Ebu Şaver ile bir araya geldim. Hanna ve Reşad, el-Ma’rake adında bir dergi çıkartıyorlardı. Ben de artık hem es-Sefir hem de el-Ma’rake’de çizmeye başladım. (Dört taraftan, havadan ve bomba yüklü arabalarla) Altı cihetten bombardıman altında kalan bir insanın neler yapabileceğini merak ediyordum. Filistinlilerin de dediği gibi: “Burada ölüm büyük bir gereksinimdir.” Yurttaşlarımız ihmalkârlık ve acziyet hissedip ölmeyi temenni ediyor.
O dönem es-Sefir çalışanları beraber yaşıyorduk. (Hatta bir keresinde kızlar bize makarna pişirmişti. Tabii makarna etsiz ve malzemesizdi. Ancak bize göre iştah açıcı bir yemekti. Gündüzleri bize çay ve kahve getiren kantinde çalışan Mısırlı bir genç de vardı aramızda.) Bu çok özel ve samimi bir deneyimdi. Aklımız manşetler ve çizimlerle insanların maneviyatını yükseltmek için çalışıyordu.
Er-Rasif dergisini çıkartan ve dağıtan şair Ali Fauda öldürüldüğü gibi es-Sefir de gençlikte kaldı. Bombalar, barınaklardaki çocukların üstüne düşerken bu mesele kader meselesidir. Hayatın geri kalanı iğdiş bir şansa kaldığından böyle hissediyor insan. Bombalar yağsa da yağmasa da bu şansa bağlı bir şey değildir ve hiç kimse Olipike’e için üzülmeye fırsat bulamaz. Direniş başladıktan, Sabra ve Şatilla katliamından sonra bir kere ağladım. Bu kahır dolu gözyaşlarım Filistinli olduğumuz için, şehitler için ve bu vaziyet içindi. Amansız hissediyordum. Çok samimi dostlarımın çoğu buradan ayrılmış, etrafımdaki evlerin ıssız olduğunu düşünüyordum. Önceleri bu caddede Mısırlı mücahitleri Lübnanlı mücahitlerle, Lübnanlıları Filistinlilerle ve Filistinlileri de Iraklı mücahitlerle bir arada görebilirdiniz. İnsan, onların varlığıyla kendini güvende ve onların gölgeleri altında hissederdi. Direniş başladıktan sonra bana göre Beyrut saygın bir konuma geldi.
Kendime duygularımı nasıl ifade edeceğimi soruyordum? Aciz hissediyordum. Ben sadece çizim yapabiliyorken Beyrut’un durumunu somutlaştıracak veya gözler önüne sürecek herhangi bir şairin olmadığını düşünüyordum.
Beyrut’un altı cihetten çok ağır bir bombalandığı bir gün es-Sefir dışında bütün gazeteleri durdurduk. Nereye sığınacaktık? Matbaaların olduğu zemindeki dairelere sığındık. Bombardıman gece boyunca devam etti. Geriye ne bir mescit ne de bir ev bıraktılar; hepsini bombaladılar. Dışarı çıktığımda evlerin yukardan ve aşağıdan vurulduğunu, evlere yeni delikler açıldığını gördüm. Bombaların vurduğu bir evin boşluğunda açılan yere “sabahu’l-hayr ya Beyrut-Hayırlı sabahlar Beyrut” ibaresiyle -Beyrut’un simgesi- bir çiçek çizdim. Öylesi karanlık geceden sonra “sabahu’l-hayr-hayırlı sabahlar” özel bir mana kazanıyor.
Bunca bombardıman ve ölümlerden sonra okuyucunun sabah gazetesini açıp okuduğunda, Beyrut’ta birine ait bir resmi gördüğünü düşünün. Bombardımandan sonra caddede buluştuğumuz gibi birbirimizi öptük, her şey üstümüze gelirken hala hayatta olmamıza sevindik.
Yolculuk başladığında muhtemelen öldürüleceğim için bu meydanı göremedim. Direnişe veda edemedim, ölülerin ardından pirinç ve çiçek atan insanları göremedim. Limandan ayrılan ilk gemiyle binen ve gemiyi terk edip kıyıya yüzen bir fedai çizdim. Fedai, “Vallahi Beyrut’u özledik.” diyordu.
Vatan bilinci ve duygularım Aynu’l-Hilve’de ilkokulda okurken şekillenmeye başladı. Balfour Deklarasyonu veya Filistin’in parçalanması yıldönümünde veyahut 15 Mayıs gibi fırsatları Filistin’e dönme arzumuzu dile getirmek için kullandık. Filistin’in parçalanması yıldönümünde kampın üstünde siyah bir bayrak dalgalandırdık, caddelerde yürüdük, ilk başta Filistin’e ait olmayan daha sonra Filistin’e özel bir hâl alan milli marşları söyledik. Bunların arasında Filistin’de şehit edilen mücahitler adına söylenen özel marşlar da vardı. Bunlardan biri de şuydu:
يا ظلامَ السّـجنِ خَيِّمْ
إنّنا نَهْـوَى الظـلامَا
ليسَ بعدَ الموت إلا
فجـرُ مجـدٍ يتَسَامى
Ey mahpushanenin karanlığı, çadırını istediğin yere kur!
Çünkü biz karanlığı severiz…
Ölümün ardından ancak
Şanlı bir şafak doğar!
Arabistan’dan döndükten sonra kampta bazı siyasi faaliyetler yapılmaya başladı. Bu faaliyetler arasında kamptaki gençlerin çocuğunun Arap Milliyetçi Hareketi’nde faal, kampın ahalisi ise Nasıralı olduğunu fark ettiğim Suriye Milli Hareketi de vardı. Abdunnasır’ın lider olarak ortaya çıkmasından sonra insanların geri dönme umutları yeşermişti. Ben de 1959 yılında Arap Milliyetçi Hareketi’ne üye olmaya çalıştım. Ancak parti çalışmalarına da uygun olmadığımdan ifşa oldum ve benimle beraber olanları da fark ettiler. Bir senede disiplinsizliğim yüzünden dört defa örgütten uzaklaştırıldım.

Bu dönemde Satı el-Husri’nin milliyetçilikle alakalı kitaplarını okurdum. O zaman haftalık çıkan el-Huriyye dergisini okumamı önerdikleri gibi hareketin gençleri bana Satı el-Husri’nin kitaplarını okumamı da önerirlerdi.
Gassan Kenefani’nin hiçbir eserini okumadım o dönemde. Ta ki kampta bir seminerdeki konuşmalarından etkilenene kadar. Kenefani insanların kaygılarından bahsediyor insanlar da ona sevgi besliyorlardı; bizler, milli derdimize alaka gösterenleri severiz. Daha sonra el-Huriyye dergisindeki siyasi yazılarını okumaya başladım.
El-Huriyye beni edebi yazılar okumaya teşvik ederdi. Necip Mahfuz’un hikâyelerini severdim. Gassan’ın el-mevt serirun rakamu 12 (12 Numaralı Yatağın Ölümü) ve ricalun fiş-şems (Güneşteki Adamlar) adlı romanlarını okudum. Benim kuşağımın Filistinli çocuklarını nasıl etkilediyse bu yazılar beni de derinden etkilemişti. (Güneşteki Adamlar romanındaki) “Neden tankın duvarlarına vurmadınız?” feryadı bize bir tokat gibi inmiş ve bizi çokça düşündürmüştü.
Bu cümle bana, her ablukada medet dileyemeyeceğimiz hiç kimsenin olmadığını anlatıyor. Gassan’ın romanın kahramanları, kendilerine yardım eli uzatacak veya merhamet edecek birilerinin olması umutlarını kaybederek Körfez gümrüklerinde öldüler. Körfez bir örnekten başka bir şey değildi; biz roman kahramanlarının rejim gümrüklerinde öldüğüne kanaat getirdik.
Bunların yanı sıra Mısır şarkıları da vardı. Şu anda dinlediğim üçlü saldırı günlerinde yazılan “Allahu Ekber” şarkısını dinlediğimde tüm o zamanı hatırlarım. Ben genellikle bütün şarkıları severim; Muhammed Abdulvehhab, Ümmü Gülsüm, Salih Abdulhay, Zekeriya Ahmed. Bu şarkılar, Filistin’de dinlediğim köy şarkıları dinlemeyi sevdiğim gibi beni coşturan ve bana asil gelen şarkılar. Lübnan’da da bu şarkıları dinlemeye devam ettim; kampta etkinliklerde dinlerdik. İnsanlar köy atmosferine dönüyorlardı. Filistin köy şarkıları ile Ürdün, Suriye ve Lübnan şarkıları arasında büyük bir farkın olmadığını fark ettim; neredeyse aynı şarkılardı.
Kamptaki bağlarım, hayatım ve eğitimim bana bir dönem Filistin’in “gettosunda” yaşadığımı hissettiriyor. Birbirimizle bir araya gelmek bizi teselli ediyordu. Diğer bir taraftan kamu kurumlarında çalışmalarına izin verilmediğinden Filistinliler için getto, daha zorlayıcı bir hâl alıyordu. Ayrıca başka yerlerde okumamıza maddi koşullar elvermediğinden buradaki okullarımızda okuyorduk. Es-Sefir dergisindeki tecrübelerim bana Filistinli olmayan gençlerle iletişime geçme fırsatı tanıdı. Son samimi görüşmelerim güneyli gençlerle oldu. “Okuyan” bir gençle ilişkim güçlendiğinde onun güneyli olduğunu fark ettim. Sanıyorum aramızda ortak şeyler var ve benim hobilerim güneylilerin hobileriyle aynı.
İşgalden önce son sene dışında Filistin kültür merkezlerinde aktif olmadım ve hiçbir FKÖ örgütüne katılmadım. Yazarlar Birliği Genel Sekreterliği’ne üye oldum. Son dönemde şahsi ve kültürel hayatımda tam bir Filistinli değildim. Benim için Filistincilik bağları, genel insana ve milli şekillere büründü. Bu bir hissiyattı, bir karar değildi. Böylece kendimi siyasi formlardan izole ediyordum. Ülkeler arasındaki çekişmeler şiddetlenirken ve çevremdeki insanlarda siyasi fikirler güçlenirken ben hâlâ bu hissiyattaydım. Çevremdeki insanlardan biri kendisinin Lübnanlı, Filistinli veya Suriyeli olduğuna karar verirdi. Hepimizin hedeflerinde bir birliği temsil eden bir duyguyu gördüğümden bu ayrışmaya karşı çıktım.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.