Şehirler ve şeyler: Rüyalar şehri

O şehri tamamıyla kavramak, düşünde bile olsa inşa etmek, canlandırmak… Kulağa harika gelse de ölümcül...
O şehri tamamıyla kavramak, düşünde bile olsa inşa etmek, canlandırmak… Kulağa harika gelse de ölümcül...

Bir şehir var. Yaşayan her canlının ayak bastığı fakat henüz hiç kimsenin bilmediği, rüyalardan yapılmış bir şehir. Büyük mü? Tüyü bitmemiş bir haylaz yavrunun rüyasına sığacak kadar…Güzel mi? Ülkeler kıtalar yöneten cihangir imparatorların tek bir köşesi için bütün mülkünden vazgeçeceği kadar.

Sana, öyle sanıyorum ki dünya üzerinde hiç kimsenin bilmediği -evet doğru duydun hiç kimsenin- yalnızca ama yalnızca benim haberdar olduğum bir şehirden bahsedeceğim.

Belki de şu an bıyık altından gülerek “iddialı sözler etmeyi, palavra atmayı seven bir kibirli seyyah daha işte” diyorsun. Ben de sana diyorum ki; “haklı olabilirsin, ama benden öncekileri nasıl merakla dinlediysen, beni de öyle dinleyeceksin. Anlatanla dinleyen, yazanla okuyan, gezenle yerinde duran arasında imzalanmış, yaşı, insanlık tarihiyle yaşıt o kadim anlaşmanın kuralları benden yana!”

Anlatanla dinleyen, yazanla okuyan, gezenle yerinde duran arasında imzalanmış, yaşı, insanlık tarihiyle yaşıt o kadim anlaşmanın kuralları benden yana!”

Ağzının payını aldıysan dinle. Bundan adımlar, yollar, hikayeler önceydi. Zamanın her anının saplantılı bir merakla işaretlenmediği; aylar, günler ve saatler arasında büyük gizemli boşlukların olduğu güzel günler. Ki o boşluklara, şimdilerde “gerçekçi” bulunmadığı için değersiz kabul edilen sayısız hayal sığardı. Hazreti Ali’nin bir vuruşta arzın yedi katını biçen kılıcı Zülfikar oradaydı, ateşiyle dünyayı alevlere boğan, orduları kül eden ve fakat bir besmeleye yenilen ejderhalar oradaydı, Oğuz boyunu haraca kesen kendisine kılıç kalkan işlemeyen Tepegöz, bir labirentin içinde yaşamaya mahkum edilmiş yarı insan yarı boğa Minotor, yılanların şahı Şahmeran, uğruna nice ömürler feda edilen peri padişahının zalim kızı, bakanı kör eden gözlere sahip Medusa, Ala Geyik ve hatta bütün hikaye anlatıcılarının sultanı Şehrazat orada, o boşlukta yaşardı. Şimdi, üzeri yakılan ateşe verilen kütüphanelerin, kara kaplı kitapların külleriyle kapanmış olan o eşsiz, sonsuz boşlukta.

İki adam boyu uzunluğunda, Harun Reşid’in sarayını kaplayacak genişlikteki haritamı yere sermiş kendime yeni bir rota işaretlemeye çalışıyordum. Bu haritada gidip gördüğüm şehirler kırmızıya, gitmediğim ama başka seyyahlardan dinlediğim şehirler yeşile, görmediğim ve hakkında hiçbir şey duymadığım şehirler ise maviye boyalıydı. İsimsiz şehrin düşüncesi işte tam o anda gönlüme düşüverdi.

Gönlüme düşünce hakkında etraflıca düşünmeye de başladım haliyle. Sanki zihnimin içinde başka bir seyyah, bana bu şehirden bahsediyordu. Düş kurarken bizimle konuşan ses, kendimize ait olabilir ama o biz miyiz, o ses gerçekten bizim mi? Ben bilmiyorum, senin de bildiğini sanmıyorum. Çünkü bu sorunun cevabı senin kitaplarında yazmıyor. Her neyse ses bana şöyle diyordu:

Bir şehir var. Yaşayan her canlının ayak bastığı fakat henüz hiç kimsenin bilmediği, rüyalardan yapılmış bir şehir.
Bir şehir var. Yaşayan her canlının ayak bastığı fakat henüz hiç kimsenin bilmediği, rüyalardan yapılmış bir şehir.

“Bir şehir var. Yaşayan her canlının ayak bastığı fakat henüz hiç kimsenin bilmediği, rüyalardan yapılmış bir şehir. Daha doğrusu suretini rüyalarda ele veren, en doğrusu yaşayan her insana bir ödül olarak küçük küçücük bir parçasını rüyada gösteren dünyanın en gösterişli, en masalsı şehri. Büyük mü? Tüyü bitmemiş bir haylaz yavrunun rüyasına sığacak kadar… Güzel mi? Ülkeler kıtalar yöneten cihangir imparatorların tek bir köşesi için bütün mülkünden vazgeçeceği kadar. Bir şehir var, her parçası zamanın ve mekânın bütün boyutlarında başka bir insana emanet edilmiş; bu yüzden herkesin ve bu yüzden neredeyse imkânsız.

  • Mesela isimsiz şehrin duvarlarını senden yüz yıl önce yaşamış Yahudi bir duvar ustası, karısı öldüğü gün, üzüntüden iki gözü iki çeşme ağlayarak uyuyakaldığında gördü; sabah kalkınca cenaze hazırlıklarının telaşıyla unuttu.

Yollarını, Giritli bir semerci, en büyük oğlunu pataklayıp askere gönderdiği gün -oğlu savaşmaktan korkuyordu ve semercinin yaşadığı yüz yılda savaşmaktan ve ölmekten korkmak ayıp sayılıyordu-, asla vazgeçmediği öğle uykusunda gördü. Uyanınca unuttu. Evlerinin mimarisini bin yıl önce çölde devesinin üstünde seyahat eden bir bedevi, deve tam bir kum tepesini tırmanırken uyukladığında gördü; unuttu.

Birkaç yıl sonra İstanbul’da bir mimar, aynı rüyayı görecek, uyanır uyanmaz yerden bir demir çubuk alıp planlarını yeni döktüğü asfaltın üzerine çizmeye çalışacak ama nafile. Hatırlayamayacak. Şehrin sokaklarının yapısını inanmayacaksın belki ama birkaç gün önce bir bilgisayar programcısı, salyaları klavyenin üstüne akarak bilgisayarı başında yorgunluktan yığıldığında gördü. Uyandığında gözünün önünde sıfırlar ve birlerden oluşan bir harita belirip kayboluyordu; haritaya değil yanağındaki tuş izlerine odaklandığı için kendisini beş yüz yılda bir gösteren bu rüyadan şu kadarcık bile nasiplenemedi.

Kütüphanelerinin yerlerini ve tasarımını, ömrünün sonlarına doğru gözleri kör olmuş Latin Amerikalı meşhur bir yazar gördü.

Rüyalarını unutmayacak kadar uyanıktı. Ama kör talih! Uyandığında ölmüştü. Ömrü boyunca onun hayallerini dinleyen annesi cesedinin yanında ağlıyordu. Bir günüm daha olsaydı bu kütüphaneyi yazardım diye hayıflandı. Kimse sesini duymadı.

Bir şehir var! Sana onun, kime nasıl hangi şartlarda göründüğünün hikayesini eksiksiz olarak anlatmaya kalksam buna ne senin ömrün ne de benim nefesim yeter. Yazılan, anlatılan, inşa edilen bütün hayali şehirler sanırım, bu şehrin silik gölgeleridir ancak. Platon, Calvino, Evliya Çelebi, Marco Polo, Thomas Moore, Tolkien, Le Guin, İbn Batuta ve daha niceleri insanlara ne anlattılar sanıyorsun yine onların görüp unuttuğu rüyalarından başka?!

Yazılan, anlatılan, inşa edilen bütün hayali şehirler sanırım, bu şehrin silik gölgeleridir ancak.
Yazılan, anlatılan, inşa edilen bütün hayali şehirler sanırım, bu şehrin silik gölgeleridir ancak.

Bir şehir var! O görünen, görür görmez unutulan (bu bir lanet mi yoksa ödül mü emin değilim) ama hep var olan rüyalar şehrinin eksiksiz bir haritasını çıkarmak elbette imkân dahilinde değil. O şehri tamamıyla kavramak, düşünde bile olsa inşa etmek, canlandırmak… Kulağa harika gelse de ölümcül. Benden öncekiler (hayalperest edebiyatçılar, aklı bir karış havada düşünürler, meczuplar, serseriler, deli ozanlar) gibi ona, onun gördüğüm küçük bir köşesi, tamamıymış gibi davranıp isim verecek değilim. Ben haber verenim, o şehir her parçasını geçmişte olduğu gibi bugün de sana emanet ediyor. Etmeye devam ediyor. Edecek. Onu görüyor unutuyorsun.”

Ses, geldiği gibi aniden kayboldu. Haritam önümde kalakaldım. Kırmızı, yeşil ve maviyle işaretlediğim yerlere uzun uzun bakıp ne yapacağımı düşündüm. Sesin söylediklerinin penceremde bir buğu gibi küçülüp kaybolmaya başladığını fark ettim. Rüyalar şehrini bir kere daha – daha önce kim bilir kaç kere unutmuştum- unutmayı göze alamazdım. Yeni bir renk çıkarmak için telaşla elimi çantama attım: Sarı.

Bir mucizeyle şehrin dış hatları gözümün önünde beliriverdi. Haritamın sağ alt köşesine sarı renkle şehrin sınırlarını çizip içini boyadım. İçeriğini unutsam da ona her baktığımda hatırlamam gereken bir şehir olduğunu bileceğim artık. Sen de!