Şehrazatın son cümlesi

Ihlara Vadisi
Ihlara Vadisi

Jeoloji bilimine bakarsak, Hasan Dağı’ndan milyonlarca yıl önce fışkıran lavlardanmeydana gelen kayaların ince ince akan Melendiz Çayı tarafından, milyonlarca yıl içindeoyuluşu ile dünyanın en büyük ikinci kanyonu meydana gelmiş. Hakikate bakılırsa, buSonsuz Kudret Kalemi’nin işi.

İğde ağaçlarının çiçeklenmiş dalları sallandıkça hoş bir rayiha yayılıyor etrafa. Havayı şenlendiren bu kadife kokuyu derin derin çekiyorum içime. Başımı kaldırıp köpürmüş bulutlara bakıyorum.

Küçük seyahatimden arta kalan tatlı bir yorgunlukla, ‘’Ah,’’ diyorum, ‘’şuracığa kıvrılıp biraz kestirsem. Az önce rüyasını gördüğüm geçmiş zamanın şimdi de geç kalmış uykusunu uyuyabilsem.”

Gözlerimi kapatıyorum, o saniye vadiye ilk ayak bastığım an tüm alemimi tesirine alan o duygu, omuzlarımdan tutup sarsıyor yorgun bedenimi. Biraz önce Ihlara Vadisi’ne inen bitip tükenmez tahta merdivenlerden çıktım, nefes nefese kalmış halde girişteki taşlık terastaki şimdi oturmakta olduğum banka oturdum. İşte yine kendi zamanımda kendi mekanımda ve kendi dünyamdayım.

Bir varmış bir yokmuş diye başlar tüm masallar. Çünkü varlık ile yokluk arasındaki mesafede geçer bütün olaylar. Yüzyıllar önce, kayalara oyulmuş bu evlerde birileri yaşamış, kayalara oyulmuş bu kiliselerde birileri Allah’a yakarmıştı.

Vadiyi ilk gördüğüm an garip bir duygu sarmıştı içimi. Bu duyguyu en son Fas’ta Varzazat şehri civarında metruk bir kasbah’da yaşamıştım. Yanlış hatırlamıyorsam, o kasbah, 19. Yüzyıla kadar yaşam dolu bir yer iken artık metruk bir viraneye dönmüş. Kağşamış toprak evleri ve daracık yılan kavi sokakları şu an hayal meyal hatırlasam da o gün yaşadığım duygu vadiye adımımı atar atmaz hislerin depolandığı hafızadan kurtulup alevlendi, şu an bile şerareler saçarak yakmaya devam ediyor içimi.

Jeoloji bilimine bakarsak, Hasan Dağı’ndan milyonlarca yıl önce fışkıran lavlardan meydana gelen kayaların ince ince akan Melendiz Çayı tarafından, milyonlarca yıl içinde oyuluşu ile dünyanın en büyük ikinci kanyonu meydana gelmiş. Hakikate bakılırsa, bu Sonsuz Kudret Kalemi’nin işi. Bir şu cılız çaya bir de heyula gibi yükselen kayalıkların heybetine bakıyorum şaşkın şaşkın. Evet, bu kainat hadisesi tek bir şekilde tarif edilebilirdi: İki celal kollarını açmış bir rahmet kucağı ortaya çıkmıştı. Rahmet kayaları oyarak celale galip gelmişti. Haşmet ile haşyet arasında fanilik ile bir hasbihaldi vadiye ayak bastığım anda yaşamaya başladığım. İçimde bir meşin kırbaç şaklamış ve ruhumda bir yerlerde uyuklayan ölümlülük hissi şahlanıvermişti.

Bir varmış bir yokmuş diye başlar tüm masallar. Çünkü varlık ile yokluk arasındaki mesafede geçer bütün olaylar. Yüzyıllar önce, kayalara oyulmuş bu evlerde birileri yaşamış, kayalara oyulmuş bu kiliselerde birileri Allah’a yakarmıştı. Toz olup savrulmuştu rüzgarda o bedenler ama hala yaşamlarının izleri duruyordu.

Eskilerin ibret dolu hikayelerini fısıldayarak akıyordu dere. Melendiz Çayı ne hayatlara şahitlik etmişti kim bilir ama nihayetinde onunda bir ömrü vardı o da bir gün akmaz olup susacaktı. Her hikayenin bir sonu vardı elbet. Son noktayı ölüm koyuyordu. Bin bir Gece Masallarında, Şehrazat’ın anlattığı hikayeleri bitirirken son söz niyetine söylediği o son cümleyi duyuyordum nereye baksam.

  • Gözlerimi kapatıyorum, o saniye vadiye ilk ayak bastığım an tüm alemimi tesirine alan o duygu, omuzlarımdan tutup sarsıyor yorgun bedenimi.

Yüzlerce yıl önce burada yaşamış insanlardan geriye kalan boşluk içimi acıta dursun, başımı kaldırıp sarp kayalıklarda gezdirdim gözlerimi. Bu evlerden birinde yaşamak nasıl bir duyguydu acaba? Ne yiyip ne içmişti bu insalar? Nelere gülmüş neleri sevmişlerdi? Yürümeye devam ettim, az ilerde bir tabelada Yılanlı Kilise yazıyordu. Okları izleyerek, çayın üstündeki tahta köprüden geçtim. Kilise kayalara oyulmuştu. Ulaşmak için döne kıvrıla yükselen merdivenlerden çıktım. Merdivenlerin sonunda ağzını açmış bekleyen mağaranın girişinde soluklandım. Ben nefes nefeseyken, mağaranın ağzı bana bir şeyler fısıldadı, şunları duydu kulaklarım sanki. ‘’Buradan içeri gir ve burada yaşamış olanların öyküsünü öğren. Şimdi ölümle gölgeler gibi dağılmış olsalar da bir zamanlar benim sarp kayalıklarımın kovuklarında yaşananların hepsi levhi mahfuzda birbir yazılı. Burada göreceğin izler o yazılanların ancak bir katresi. ‘’

Yüzlerce yıl önce burada yaşamış insanlardan geriye kalan boşluk içimi acıta dursun, başımı kaldırıp sarp kayalıklarda gezdirdim gözlerimi.

Ne var ki , o bir damla bile benim susuzluğuma gani gani yeterdi. Derin bir soluk alıp daldım içeri. Kapıdan girer girmez, kurbağaların vıraklamaları, kuş sesleri ve akan çayın inceden dalgalanan yeknesak sesi bıçak gibi kesildi. Kalın duvarların ardında kalmıştı gümbür gümbür akan yaşam.. Sessizlik, bir iğne düşse sesi rahatlıkla işitilebilecek kıvamdaydı.

Loş ortama gözlerim alışınca merakla bakındım etrafa. Duvarlarda zamanın sildiği resimlerden geriye sadece renk artıkları kalmıştı. Birden bir tayf-ı hayale dönüştü aşınmış duvarlar. Tasvilerin renkleri canlandı, eksik yerleri tamamlandı ve derken içeriye ağaç lifinden dokunmuş cübbesiyle genç bir keşiş girdi. Elindeki çalı süpürgesiyle yerleri süpürmeye koyuldu. Az ötede dua eden iki ihtiyar kocakarının mırıltıları kulağıma çalındı. Kadınlardan biri duasını bitirmiş olacaktı ki sustu. Siyah kırçıllı keçe bir örtünün altından eciş bücüş bir bedenin ağır ağır kalkıp bastonuna dayanarak çıkış kapısına yönelişini izledim.

Mumlarla aydınlatılmış loş kilisede dört kişiydik ama sadece üç kişinin gölgesi duvarlara yansıyordu. Ben daha yokluk alemindeyken olup bitiyordu şahit olduklarım.

Kocakarı tam yanımdan geçerken kataraktlı gözleri bana çevirildi. Bir an göz göze geldik beni görüyor sandım. Ürperdim. Delikanlı az ötede mezarların baş ucunu süpürüyordu bir ilahi mırıldanarak. Son kez, güneşten bihaber duvarlarda, duasına devam eden ihtiyar kadının tasvirlerin üzerine düşen gölgesinde dolaştı gözlerim. Daha yeni çocukluktan çıkmış keşişe baktım. Benden hem daha genç hem de yüzlerce yıl daha yaşlıydı. Hayret makamında öylece kalakaldım bir süre.

Mumlarla aydınlatılmış loş kilisede dört kişiydik.

Mağaradan çıktığımda gözlerim kamaştı. Ölüm duygusunun baş eğdirdiği dirim gücü güneşin şualarıyla birlikte ok ok olup gözlerime saplandı ve tekrar kanıma karışıp içimi ısıttı. Gözlerimi ovuşturup etrafa bakındım. Az ötemde bodur bir ağacın dalı hüzünlü hüzünlü sallanıyordu. Çayın kenarında akarsuyun sesine karışan mırıltılar geldi kulağıma ve ardından gülüşmeler, bir grup kadın çamaşır yıkıyor, küçük çocuklar da su ile oynuyorlardı. Ne kurbağa sesleri şimdinin kurbağalarının sesiydi ne de suyun sesi 2016 yılının Mayıs ayında akan çayın sesiydi. Hepsi de geçmişten akıp gelen 11. Yüzyıla dair hayalimin bir parçasıydı.

O sırada adımı inleyen bir sesle uzandı bana kendi zamanım. Ve çekti çıkardı beni levhi mahfuzun sayfaları arasından. Sesin geldiği yere yöneldim. Ihlara Vadisindeki kayalara oyulmuş şehir artık, zikrinin en debdebeli zamanında hay makamında kim bilir nelere şahit olmuşken şimdilerde derin bir uykudaydı. Onu uyandırmadan zarif adımlarla usul usul gezime devam ettim. Dönüş yolunda merdivenleri çıkarken son bir kez baktım vadiye: Sıcak havada esen meltemle rengarenk dalgalanan yapraklar bana el sallıyorlardı sanki.

Şehrazatın son sözü bir baştan bir başa tüm vadiyi doldurdu: ’’Zevkleri bozan, ağızların tadını kaçıran, sevgilileri ayıran ölüm gelip onları ziyaret edinceye kadar, sevincin sınırında mutlu yaşamışlar. Varlığı sonsuza kadar süren ve her durumda yardımını esirgemen Allah’a şükürler olsun.‘’