Şehre bir mülteci gelir

Bileklerinde onlarca saat olsa da kimse siyahilere "karınlarını en son ne zaman doyurduklarını" sormaz. Sanki hiçbir sarı saat açlığı göstermiyormuş gibi. Sanki kolunda saati çok olanın, zamanı da çokmuş gibi. Düzensiz göçe bu soruyu sormayanlar, bakışlarında misketli ölüm korkusu olanların gözünün içine de "Ne zaman gideceksiniz?" diye bakarlar.
İyi romanlar, şehre bir adamın gelmesiyle başlar. Tahta bir bavul gibi ağır olan bu kitapların içi ise istiflenmiş beyaz çamaşırlar kadar samimi ve katlanmış gömlekler kadar düzenlidir. Sayfalarını çevirdikçe odanıza yayılan koku mürekkepten değil kömürdendir. Elinize bulaşanlar da olsa olsa motor yağıdır. Çünkü bir adam romanın daha hemen başında, yıldız yıldız betimlenen, rüzgârsız bir gece vakti ya tehirli gelmiş bir trenden ya da yorgun ve buram buram Güneydoğu kokan bir otobüsten atar kendini gara. Bir adam eğer trenden iniyorsa, şehre yeni tayin edilmiş bir evrak memuru, otobüsten iniyorsa da köyden çaresizliğini sırtlanarak yola çıkmış, iş bulma umuduyla kendini gurbetin merhametine emanet etmiş bir işsizdir. Fakat şehre her yeni gelen; ailesini, sevdiklerini, köyünü, evini barkını ardında bırakmak zorunda kalan işsizler kadar şanslı değildir. Kim, köyünü, ailesini, sevdiklerini ardından bırakmak zorunda kalan bir işsizden daha şanssız olabilir ki; "biletsiz, eşyasız ve kimsesiz seyahat edenler."
İyi romanlar, her zaman güzel şehirlerde, güzel hikâyelerle başlamaz. İyi romanlarda, iyi adamlar her zaman iyi bir şekilde karşılanmazlar da zaten. Ama ne olursa olsun bir şehre, bir adam mutlaka gelir ve milyonlarca yaşamın arasına biri daha sıradan ve sessiz bir şekilde sızar. Midesi her gün genişleyen ve insan öğütmekte üstüne olmayan şehir, tıka basa dolmuştur artık. O gün şehre bir adam daha gelmiştir. Ve o adamın gelişi, ne evrak memurunun ne de işsizinkine benzer. Çünkü o adamın gelişinin ardından bin adam daha gelecektir, belki sonra binlerce daha. Bunu sadece politikacıların bağırmasından, gazetelerin yazmasından, haberlerin söylemesinden öğrenmez şehir. O şehirde yaşayan herkes bir adamın, ardından bin adamı daha getireceğini, yine o adamın biletsiz, eşyasız ve kimsesiz seyahat etmesinden bilir.
Her ne kadar düzensiz göç, mülteci ve mevsimlik işçi ifadeleri parlak ambalajlı, çok satan batılı romanlarda geçmese de; bu kelimeler şehrin meydanlarından taşar, parkların da dolaşır, köprü altlarında uyur. Düzensiz göçü; siyahi ellerindeki sarı saatlerden, mülteciyi; gözüne oturup kalmış fosforlu ölüm korkusundan, mevsimlik işçiyi de tarla kenarlarına kurulmuş brandadan bozma çadırlarından tanırız. Bileklerinde onlarca saat olsa da kimse siyahilere "karınlarını en son ne zaman doyurduklarını" sormaz. Sanki hiçbir sarı saat açlığı göstermiyormuş gibi. Sanki kolunda saati çok olanın, zamanı da çokmuş gibi. Düzensiz göçe bu soruyu sormayanlar, bakışlarında misketli ölüm korkusu olanların gözünün içine de "Ne zaman gideceksiniz?" diye bakarlar. Sadece şehirlerarası yolculuklarda, yol kenarına komşu tarlalarda gördüğümüz mevsimlik işçiler ise öz yurtlarında garip, öz yurtlarında paryadır.
Düzensiz göç Afrikalı, mülteci uzak diyarlı olsa da, varsa tabi, ikisinin de kimlik kartlarının rengi aynıdır. Denizde ışıl ışıl parlayan, gökte insanın yüzünü aydınlatan mavi, sadece bu kartlarda kalp daraltır, öteki olmayı hatırlatır. Soluk bir mavi kararır da kararır. Bu kart hastanelerde tedavi, eczanelerde ilaç olsa da, aşevlerinde bir tas soğuk çorba, kermeslerde ikinci el kıyafet etse de, kararmış gönüllerde bir türlü geçmez. Adı gibi geçici ve soluk bir mavidir bu. Öfkeli yüzlerin sevmediği tek mavidir. Koskoca mavi göğün altını paylaşmayı bilmeyenlerin, yanından kovdurduğu, dükkân taşlatıp, ev kundaklattırdığı, suyu on misline sattırdığı tek mavidir.
Tüm dünya, tüm topraklar, tüm hava ve bütün bir gök tüm insanlığa ait olsa da, onların kimlik kartları ve hayatları geçicidir. Geçici olanların; kalıcı bir kuraklığa, kalıcı bir ölüme ve kalıcı bir açlığa gitmeleri yirmi birinci yüzyılın dünyasında istenebilmektedir. Buna şaşırmayan insanlık, ölümden, yokluktan, çaresizlikten kaçanları hayretle izleyebilmektedir. Karaya vuran cansız bedenlere gözyaşı döküp, ertesi gün o yaşlardaki mülteci bir çocuğun gözüne "Neden geldin?" diye bakabilmektedir. "Neden geldin?" bakışı, "Neden ölmedin?" diyememenin, "Neden gitmedin?" sorusu da "Neden boğulmadın?" diyememenin utancındadır(!) aslında.
O hâlde tekrar hatırlayalım, iyi romanlar, eskiden bir adamın şehre gelmesiyle başlardı, doğru. O şehre, ya yeni tayin edilen bir memur ya da gündelik iş arayan bir köylü gelirdi, bu da doğru. Memurun, dairede emekli oluncaya kadar çalışacağı küçük bir evrak odası, işçinin de ilk fırsatta ailesini yanına getirtmesini sağlayacak olan, inşaat da harç kardığı bir küreği olurdu. Romanın sonunda memurun emekli ikramiyesi tapulu iki katlı bahçeli bir ev, işçinin ömürlük emeği de iki göz odalı bir gecekondu ederdi. Fakat şimdilerde iyi değil, ağır bir romanın ateşten sayfalarını elimizde tutuyoruz. Ayracı koyduğumuz yerde kalbimiz var. Sayfayı katladığımız yerde vicdanımızla karşı karşıya kalıyoruz. Evet, ağır bir romanı, okuması da ağır olur. Okuması ağır olanın da, imtihanı zordur.