Sen gelmeden önce

Nedeni ne olursa olsun, sahip olmaya çalışmanın ritmimizi bozacağını bilseydik keşke.
Nedeni ne olursa olsun, sahip olmaya çalışmanın ritmimizi bozacağını bilseydik keşke.

O zamanlar mevsimlerle aramda sıkı bir bağ vardı. Güz geldi mi üstümüzde dolanan solgun ışıkların bize inişini hakkıyla karşılamayı bilirdik. Kışa doğru ruhumuz üşüme provalarına başlardı. Dışarısı soğukken evde olmanın güzelliğini dışarıyı da unutmadan yaşardık. Kelimelere inancımız tamdı. Her satır yerli yerine oturur kitabi güzelliğimizi tamamlardı.

“İçim nefretle dolu, öcümü alacağım.”

Anna Karenina, ilk cümle

Şehre karışmayan telaşlarımla yürürdüm Şirinevler’e ve yürüyüşüm sinerdi içime.
Şehre karışmayan telaşlarımla yürürdüm Şirinevler’e ve yürüyüşüm sinerdi içime.

O zamanlar Yenibosna-Şirinevler arası bunca uzun değildi. Hele ikindi vakitleri yürüyüşümü içimin sevincine uydurduysam yollar daha da kısalırdı. Sonra sonra anladım ki yolları uzatan ruhumun taşınmaz bir yük hâline gelmesiymiş. Şehre karışmayan telaşlarımla yürürdüm Şirinevler’e ve yürüyüşüm sinerdi içime. Bu bir şey olurdu. Ruhumun asla bozulmayan konforu manzarayı bakışlarımın rengine boyardı. Geri dönüşlerimin bütün cumartesi akşamları da filmlere sığar giderdi. Ve oda daha aydınlıktı. Odayla aramda bir hesaplaşma olmazdı. Gözümün yettiği uzaklıklarla oyalanmayı bilirdim ve kelimelerden ibaret kederler ve sevinçler içinde zamanla akıp giderdim. O zamanlar çocuklar da bilincimden aşağı yukarı güzel seslerle akıp giderlerdi.

Bütün kelimeler her gün yalnızlıkta toplanır ve oradan pay edilir yoksul ruhlara, ama bencilin payına düşen kefendeki ruj lekesidir.

Aramızdaki alışveriş akşamları yanımda taşıdığım şeylere dönüşürdü. Neredeyse aynı yerlerde buluşurduk onlarla. Ve onları varlığıma eklemeyi bilirdim. Zaman hiçbir şeyi yeterince eskitmemişti.

Altı çizilmiş hüzünlere sahip değildim. Hiç bir şeye doğru yürümüyordum ve yetiyordu. Çocuklar bir sırrı bana fısıldar gibi dizilirlerdi gözümün önünde. O zamanlar mevsimlerle aramda sıkı bir bağ vardı. Güz geldi mi üstümüzde dolanan solgun ışıkların bize inişini hakkıyla karşılamayı bilirdik. Kışa doğru ruhumuz üşüme provalarına başlardı. Dışarısı soğukken evde olmanın güzelliğini dışarıyı da unutmadan yaşardık. Kelimelere inancımız tamdı. Her satır yerli yerine oturur kitabi güzelliğimizi tamamlardı. Bahar da yazda bize de sunulmuş gençliklerdi ve aylaklığımız sorgulanmazdı. Zaten öyleydi ve kendimize tercüme ettiğimiz hayat, o zamanlarda köşeleri sert taşlarla bize bakan bir vehim değildi. Şairler yolu güzel kıldıkları için, sanırdık ki dünyaya bile tam ayak değdirmeden günü geldiğinde uçacaktık. Sokaklarda boğulmak falan yoktu mukadderatımızda. Sokaklar olsa olsa zihnimizin dinlenişi için sade yürüyüşlerdi.

Yazlar boştu ama yoran bir boşluk değildi şimdiki gibi.
Yazlar boştu ama yoran bir boşluk değildi şimdiki gibi.

Serin kelimelerle geçilirdi oralardan. Yazlar boştu ama yoran bir boşluk değildi şimdiki gibi. Gerçeğe dokunmadan geçerdik ve sanırdık ki dünyanın anlamsız yükü ne yaz ne kış bize uğramayacaktı. Hiç bir şeyi büyük harflerle yazmazdık. Kaderin bize sunacağı başka kelimelerin de olacağı aklımızdan geçmezdi çünkü. Biz bir sonsuzluğun içindeydik ve haddimizi de kanatlarımızın vurduğu yerleri de bilirdik. Kendimize bulduğumuz küçük sevgileri yüksek sesle söylemeyi severdik. Kış vakitleri ayva reçeli dolabımızda henüz hatırası olmayan küçük güzel bir kelimeydi ve memnuniyetimize dâhildi. Beyaz kâğıtlar, kibritler, rüzgârlar, bardaklar, geçmişi kararmamış çaylar, sessiz fotoğraflar, ezberlenmiş film kareleri, mahiyeti bozulmamış şarkılar, otobüs beklemeler, toza bulanmış sokaklar, otobüslerin cam kenarları, sabaha kadar peşinden koşulmuş cümleler bizi tanımlardı ve onlardan zarar görmedik. Ne dediysek, ne yazdıysak oydu, aynen öyleydi.

Her şeyi biliyorduk ve kusursuz yalnızlığımız eşyalara kadar siner ve onları bizim yapardı. Biz bir cümle kurduysak bizde bir karşılığı vardı ve hayat da aynen kurduğumuz cümleler gibi kurgulayabildiğimiz bir bütünlüktü. Sen gelmeden önce ne vitrinlerde boğulmayı bilirdik ne ağırlığını kelimelerin. Kaderimiz o uçarı kelimelerin içinden bize tebessüm edecekti sanki ve yaklaşmış gibiydik o tebessümü karşılamaya. Mukayese edilmemiştik, zaten reddederdik kıyaslamaları. Gövde kazanmamış bir hayattı. Kelimeler elimiz ayağımızdı. Senden önce sahip çıktığımız bir şey olmadı. Çünkü biz kendimizi O’na ve anlattıklarıma emanet ettiydik. Onlardı ve O’ydu koruyan. Sahip olmaya kalkmanın gürültüsü ve nefs yüklü çirkin telaşından da habersizdik. Sahip olmaya çalışmanın, nedeni ne olursa olsun, sahip olmaya çalışmanın ritmimizi bozacağını bilseydik keşke.

Bizler sadece bir inancın sahibiydik.
Bizler sadece bir inancın sahibiydik.

Sahip çıkmaya çalışmadan her şeyi kendimize eklemenin güzelliği bize yetip dururken adına aşk dediğimiz benlik bütün ihanetlerimizin kadir kıymet bilmeyişlerimizin adı oluverdi. Buna üzülecek inceliği de o hengâmede yitirdik. Bizler sadece bir inancın sahibiydik. O inanç gözümüz kulağımız nefesimizdi. O inancın ışığı bize her şeyin aslını anlattı durdu senden önce. Ona giden yola eşyalarla güzelce katıldıydık. Ve sen bütün bu güzelliklerin ortasına kendi güzelliğini katmaya başladığında önce bunu hayra yorduk. Belki tek eksik de böyle böyle tamam olacaktı. Her şeye sinmeye başladığını seyrettik. Olması gerektiği gibiydi. Gözlerimi kendimden kaldırıp sana çevirdim. Ateş olduğu derine indikçe anlaşılan ışığın gözlerimi her şeye kör edene kadar baktım baktım baktım.

  • Aylar süren bu savrulmanın cehennemine düşene kadar sana baktım. Sen sadece kendini yansıtıp duran ters bir aynaydın. O bakışlarda kendimi de bulmak istercesine de baktım. Yoktum. Senden başka bir şey görünmez olduğunda daha fazla yanamayacağımı da anlamış oldum. Şimdi uzun zaman sonra evine dönmüş biri gibiyim. Gözlerimi ovuştura ovuştura alışmaya çalışıyorum evime, yeni hâlime. Eski kelimelerim tozdan görünmez olmuş. Çaresiz ortalığı toplamaya çalışıyorum. Ne için kullanacağımı bilmediğim bir güç, bir sabır ve zayıflıkla burada yine bu masada yaşıyoruz. Ve her gece her şeyi silip süpürecek rüzgâr yüklü cümleler bekliyoruz. Henüz gelmedi. Beklemeyi hayatımız hâline, neyi kaybettiysek onu da hakikatimiz hâline getirmekten başka çaremiz yok.

Öbür gözün sarhoş zaten, bırak ağlasın

Kaç kişisin ey yalnızlık?
Kaç kişisin ey yalnızlık?

Ben de onu düşünüyordum. Bir daha hiç mutlu olmayacağının hisseden bir insan tırnaklarına, fallara, yaprakların damarlarına, saksı çiçeklerinin kokusuna, atların koşusuna, akasyalara, çöldeki sıkıntıya, deney tüplerine, islerine, İsraillilere, yazıya, çocukların gülüşünden artana, Sümer tarihine, federallerin mermilerine, saat seslerine, hatıranın susuz kalmış taraflarına, delilik ile özgürlük arasında gitgide incelen ipe, örümceğin hünerine, rüyanın pençelerine, inadına Allah’ın varlığına, kuzuların dudağından öpen insan sevgisine, peygamberlerin hırkalarına, kayaların son şekline, Saul Bellow’un mezarına, kış sayfası kardan değil ama beyazken o beyazlığa, “insan olmak” deyip de içini dolduramadığımız kan ter vakitlere, iç çeken kızlar şehirlerde gökyüzünü kıskanırken daha da kirlenen sakallarına dilencilerin, “Kaç kişisin ey yalnızlık?” sorusuna, etin ve ruhun ötesinde bir şey var insanda ve ona, ona, ona, sessiz ağaç kabuklarının herkes uykudayken inlemesine, ilence, faturalara, kıyı şeritlerine, iki sevgili arasında mütereddit dururken mektup, mektubun kaderden yaptığı karanlık alıntılara, isimleri kendinden önce solan çiçeklere, ışığı odaya almamaya direnen perdeye, kendini kandırırken seninle konuşan Allah’a, “Bu duvar bu da parmaklarım, ama bazen karıştırıyorum onları” diyen demirden sorulara, şarkının nakaratını askıya alan gürültülü sükûnet gülmek için hamleler beklerken senden sadece dudağının bir köşesine ödünç aldığın kırışıklığa, tiner kokusuna, “Tanrı seni soyutlamalardan korusun evlat.” diyen ölülere, gitgide büyüyen bir kediyi yerli yerine koymak için farkında olmadan ezberinden okuduğun Zümer suresine, “Parmaklarının telaşı kadardır şair, gerisi yokluk provasıdır”a, çıtkırıldım kıyafetleri için vitrin beğenen kadınlara, dedemin kemiklerine,

“Zor da olsa başardık nefes almayı, ama peki en ciddi laflarını kendine saklar yazarlar zira akbabadır okuyucular” cümlesine, çay saatlerinin cennetinde parlamaya başlayan alevin rengine, otobüs duraklarından havalanan havarilere, “Her şiirin bir yerinde susmalı, ama neresinde?” derken “Sen ne zaman bir ruh olup uçacaksın kendinden Süleyman?”a, “Ne zaman kanatların çıkmaya başlayacak ve ne zaman ölümün bir dizenin şiddetinden olacak kadın!”a, “Duygusal mantık aklını kırbaçlarken siz ikiniz ne zaman susacaksınız?”a, “Bütün kelimeler her gün yalnızlıkta toplanır ve oradan pay edilir yoksul ruhlara, ama bencilin payına düşen kefendeki ruj lekesidir” e, “Kalbini görmeden âşık olur insan, ama görünce biter aşk”a, “Sen sabahları unutkanlığın anahtarını hep kaybediyorsan ezberlediğin taşra şehre dönüşür” e… Ve ben bunları yazsam toptan bir kaybediş armağanı verir mi Allah bana?