Sen oyun diye seyrediyorsun, ben ateşin içindeyim

Palas pandıras gittiğim yerlerden çantamda bir avuç toprakla dönüp, o toprağa ekecektim umutla hislerimi.
Palas pandıras gittiğim yerlerden çantamda bir avuç toprakla dönüp, o toprağa ekecektim umutla hislerimi.

Mümkün mertebe tanıştığımız Bosnalılar ile ortak geçmişimiz ve Aliya üzerinden sohbetler yapmaya devam ediyordum.

Siz hiç, bir posteri hevesle yerine ulaştırmaya çalıştınız mı? Ben denedim.

Geçen sene, sanırım nisan ayıydı. Deli diyeceklerini bilmesem bilet de alırdım ona. Hatırlarsınız. Cins, bir Aliya İzzet Begoviç Posteri hediye etmişti okurlarına. Tarihlerle aram pek iyi değildir.

Yalan söylemeyeceğim biraz kopya çektim. 2016 Ekim Posteri imiş. Velhasıl, bu güzel adamın bu güzel posteri, benim çirkin duvarıma pek bir yakıştı. 6 ay şu sözleri, her gün okudum.

Her şey bitecek,

Sen de öleceksin.

Ve ölecek bu Dünya

Bu yüzden başını hep dik tut.

Onmadık yaralarımız var bizim. Savaş gemilerinin sol tarafındaki merasim merdiveni; ıskalara.

Her an indirmeye hazırız.

Palas pandıras gittiğim yerlerden çantamda bir avuç toprakla dönüp, o toprağa ekecektim umutla hislerimi. Öyle de oldu.

Yarım kalmış hikâyemiz, duvarda okunmayı bekleyen Mushaf. Tevekkel adam, oluruna bırakmış. Ama tamamlamak istediğimiz bir hikâyemiz, dokunmayı istediğimiz insanlarımız var. Nisan ayıydı evet. Sırt çantam da birkaç parça eşya, bir not defteri, bir kalem ve elimde Aliya’nın posteri. Ne derler eskiler; Sukût-u Hayal. Büyük düş kırıklığı. Palas pandıras gittiğim yerlerden çantamda bir avuç toprakla dönüp, o toprağa ekecektim umutla hislerimi. Öyle de oldu.

Dedim ya dokunmayı istediğimiz insanlarımız var. Saraybosna’nın merkezine gidebilmek için bindiğim takside, içim içime sığmayarak, belki hakkım da olmadan, sevincime bir hüsnükabul bekleyerek, elimde tuttuğum posteri, yüzümdeki şapşal ifade ile birlikte taksiciye gösterip konuşmaya başladım. Şu an yazarken dahi utanıyorum. Taksicinin yüzündeki nefret ifadesini ve “banane ulan” tonundaki çıkışını hiç unutmayacağım. Sanki bir tiyatro salonundaki ucuz işçiliklerden birisi sahneleniyormuş gibiydi.

Sonrasında Bosna’nın siyasi yapısı, etkenleri vesaire ile Aliya’nın Bosna halkı için olan konumunu daha çok zihnimde oturttum. O ilk şok baki kaldı. Elbet bu denemelerim taksici ile sınırlı kalmadı. Mümkün mertebe tanıştığımız Bosnalılar ile ortak geçmişimiz ve Aliya üzerinden sohbetler yapmaya devam ediyordum.

Baş Çarşı’daki Gazi Hüsrev Paşa Camii.
Baş Çarşı’daki Gazi Hüsrev Paşa Camii.

Cuma namazı vakti. Baş Çarşı’daki Gazi Hüsrev Paşa Camiine geçtim. Şadırvanda iki Türk öğrenci ile karşılaştım. Saraybosna Üniversitesi'nde eğitim görüyorlardı. Namazdan sonra tekrar bir araya gelip konuşmaya devam ettik. Arkadaşlar Bosna’da İlim Yayma Cemiyeti’nin evlerinde kalıyorlardı. Akşamüzeri üniversiteli diğer arkadaşları ile birlikte toplanacaklarını söyleyip beni de aralarına davet ettiler.

Tek göz bir oda, üç beş sandalye, ocakta tüten çaydanlık.

Efsunkâr han, hem dem dostluklara yoldaşlık etmiş, ne mutlu.

  • Morica Han’dan bahsediyorum. Eski bir Osmanlı Han’ı. Eskiden yoldan geçen kervanlara ev sahipliği yaparmış. Ben mi? Planlı geldim, tam böyle bir şey değil.

Morica Han: Tipik bir Osmanlı Han’ı. Geniş kare şeklindeki avlusu atların dinlenmesi ve yemlenmesi, üst katı ise konaklama yeri olarak kullanılırmış. Günümüzde alt katı bir çay bahçesi olarak kullanılırken üst katı ise vakıflara ve ufak birkaç işletmeye tahsis edilmiş durumda.

Bu Han ile ilgili en çok dikkatimi çeken şey ise, bir Osmanlı yapısı olmasının yanı sıra, Mladi Müslimin olarak adlandırılan Genç Müslümanlar Teşkilatı’nın da burada bir bürosunun bulunması idi. Komünizme ve Komünist Sırp yönetimine karşı İslami değerleri en yüksek perdeden haykıran, elimde posterini tutmuş olduğum Bilge Kral, Aliya Izzetbegoviç; bu direnişi, eski bir Osmanlı Hanında, hatta belki de aynı odada, yeni bir tasvire mahal bırakmaksızın; tek göz bir oda, üç beş sandalye ve ocakta tüten bir çaydanlıkla birlikte, burada gerçekleştirmişti.

Morica Han, tipik bir Osmanlı Han’ı.
Morica Han, tipik bir Osmanlı Han’ı.

Aynı efsunkâr han, yine hem dem dostluklara yoldaşlık etmiş. Ne mutlu. Hayak Allah iki gözüm direnişim. Bayrağı taşıma meselesi mi dersiniz, tevafuk mu dersiniz yoksa sadece tesadüf mü, bilemem. Sözün özü, bugün İlim Yayma gibi Türk vakıflarının da kullandığı bu adres, vakti zamanında Aliya’nın sesini yükselttiği yer de olmuş. “Yorulmuş her bir yanımdan sızım sızım anılar sızar. Sen ne lâfazansın, Sen oyun diye seyrediyorsun, ben ateşin içindeyim.” dese hak da veririm.

Karışık duygular içerisindeyim. İçimde seyyah, dışımda münzeviyim. Keşmekeşin ortasında, zihin denen boşluktayım. Hâlâ mı? Hâlâ.

En son ne mi yaptım Bosna’da? Elbette Kovaçi Şehitliği. Elimde Aliya’nın posteri, belki bir tanıdık yüz bulmak için -hatta üzüntüme de bir hüsnü kabul bekleyerek- Bilge Kralın kabrinin başucunda... Elimde 93 savaşından kalma bir uçak savar mermisi kovanı. İçerisini, toprakla doldurdum. Çantamda getirdiğim poşete güzelce sarıp tekrar çantama koydum. İstanbul’a dönünce ise İlk işim, bu şehit toprağının içerisine bir tohum atmak oldu.

O tohum ne zaman yeşillenir de o kurşun kovanının içerisinde bir filiz olur, bilinmez. Ama bir hissikablelvuku vardır. Bizim çocuklar o tohumları yeşertecek. Siz hiç, bir posteri hevesle yerine ulaştırmaya çalıştınız mı?