Sevgili yalnızlık

Yalnızlık, tahayyül edilebilecek en büyük acıdır.
Yalnızlık, tahayyül edilebilecek en büyük acıdır.

İnsanlığın ebedî saadetine elçilik yapacak kişinin; nübüvvetin hemen öncesinde yaşamış olduğu bu yalnızlık, kıyamete kadar baki kalacak sedaya hazırlık dönemi olmuştur. Kâinattaki sosyal ve fiziksel her büyük hadiseye tekaddüm eden o duraksama hâli, onun hayatında da esrarengiz bir vaziyette kendini gösterdi. Sevk-i ilahî, onu içinde yaşadığı toplumdan tecerrüt ederek onu büyük vazifeye hazırladı.

Şair Valery "Her şey bir duraklama ile başlar." diyor. Her hareket öncesinde bir sükûn gerektirir. Yokluk varlığa, boşluk maddeye mukaddemdir. İnsanlığın Efendisi'nin de İslam'dan hemen önce böyle bir duraksamasından bahsediliyor; "Önce ona yalnızlık sevdirildi." Sevdirildi sözünden anlayacağımız gibi bu hâl arızî bir durum ifade ediyor. Zaten anti-sosyal, nevrotik biri tüccar olamaz. O, başarılı bir tüccardı. İnsanî ilişkileri en üst düzeyde bir hayatı vardı. Hiçbir kaynak -mal ve can kaybı gibionu yalnızlığa sevk edecek spesifik bir sebep zikretmez. Hatta bu hâlin arız olduğu 35 yaşı, belki de hayatının en güzel dönemleriydi. O günün insanının hayattan istediği her şeye sahipti. İyi miktarda serveti ve herkesin takdir ettiği itibarı vardı. Hemen herkesten saygı görüyor, sözü dinleniyordu. Şehrin en soylu ve en güzel kadınıyla evlenmiş, altı çocuğu olmuştu. Çok zor şartlarda başladığı hayat mücadelesinde emsallerini geride bırakmıştı.

Peki, bütün bunlara rağmen ona yalnızlığı sevdiren neydi?

Öncelikle onu yalnızlaştıracak spesifik bir sebebin olmayışı, bu durumun depresif bir semptom olmadığını gösteriyor. Demek ki ortada psikopatolojik bir durum yok. Fakat yalnızlık sebepsiz yere tercih edilemez. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Aristoteles "İnsan politik hayvandır." diyor. İnsan yavrusunun en büyük varoluşsal korkusu yalnızlıktır. Edmund Burke, "Yalnızlık, tahayyül edilebilecek en büyük acıdır." der. İnsanı böyle bir acıyı kabullenmeye sevk eden sebepler, yalnızlıktan daha derin olmalıdır. Kendisi bunu bizzat ifade etmemiş olsa da içinde yaşadığı toplum, o dönemlerde tarifi imkânsız bir yozlaşma içindeydi.

TOPLUMSAL REFAH VE GÜVENSİZLİK

Mekke, tarihi boyunca refah seviyesinin en yüksek olduğu dönemini yaşıyordu. Mekke pazarı dünya ticaretinin önemli merkezlerinden biri hâline gelmişti. Dönemin tarihini anlatan kaynaklar; Mekke'nin ileri gelen zenginlerinin, iklimi Mekke'ye göre daha yeşil ve daha sulak bölgelerde araziler satın alıp oralarda yazladıklarını yazar. Aynı zamanda Mekke aristokrasisinin Taif ve Hayber gibi çevre şehirlerde, içinden ırmakların aktığı bahçeli evlerinin varlığından bahseder. Fakat refah seviyesindeki bu artış, sadece belli başlı aileleri zenginleştirmişti. Şehrin tamamı bu refahtan faydalanmıyordu. Sosyolojinin değişmez kanunudur; eğer toplumdaki refaha eşitlik ve adalet eşlik etmezse, toplumsal güvensizlik baş gösterir. Güven ile yalnızlık arasında ters orantı vardır. Toplumsal güvensizlik yalnızlığa, güven toplumu ise sosyalliğe zemin oluşturur.

Bunun tam aksi gerçekleşmez. Refah seviyesindeki düşüklük doğrudan güvensizliğe sebep olmaz. Güvensizliği ortaya çıkaran etken, refah seviyesindeki yükselişe eşitliğin eşlik etmemesidir. Güvensizlik, eşitlik ve adaletin kaybolduğu topraklarda yeşerir. Evet, Mekke'deki gelir adaletsizliği, şehrin huzur ve güvenliğini tamamen yok etmişti. Mekke, kaos ve anarşiye teslimdi. Erdemliler topluluğunun (Hilfulfudûl) oluşmasına sebep olan hadiseler, o dönemi çok iyi resmeder. Buna karşın müstakbel Nebi'nin sosyal ve ekonomik konumu, bu krizden etkilenmeyecek düzeydeydi. Bu toplumsal bozulma, onun hayat standartlarına direkt etki etmiyordu. O yine de sahip olduğu üstün ahlak gereği çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalamıyordu. Kendi servetini şehrin yetim ve fakirlerine harcadığı biliniyordu. Heyhat ki tek başına koca bir toplumun kronikleşmiş problemiyle mücadele etmek nasıl mümkün olabilirdi?

İşte tam da bu durum onu yalnızlığa sevk ediyordu. Bu sosyal acıdan, tıpkı bedensel bir acıdan kurtulur gibi acının kaynağından yani sosyal hayattan uzaklaşarak şifa bulmaya çalışıyordu. Lars Svendsen, yüksek duyarlılığa sahip insanların toplumsal tehditler karşısında mücadele gücünü kendilerinde bulamadıklarında, yalnızlaştıklarına dair bir sosyal-bilişsel teoriden bahseder. Bizzat kendisinin toplumsal bozulmanın ferdin kudretini aşan boyutlara ulaştığında, en azından kendini koruyabilmek için dağlara çekilme tavsiyesini de bu kabilden kabul etmek gerekir. Doğru, o elinden geleni yapıyordu.

Lakin tek başına bir insanın yaptığı şeyler, bir toplumu düzeltmeye yetmez. Kötülüğün sistemli olduğu yerde, bireysel iyilik çare olmaz. Aslında erdemliler teşkilatı bu toplumsal problem için kurulmuştu. O da hemen yapının içinde yerini almıştı. Maalesef bu iyi niyetli teşebbüs, kısa zamanda etkisini kaybetti. Bir başına verdiği mücadele, muhtemelen onu yorgun düşürmüştü. Kaldı ki elinde toplumu düzeltecek bir sistem teklifi de yoktu. Kur'an, onun vahiy öncesi bu çaresiz hâlini "arayış" olarak adlandırır. (Duhâ, 7.) Belki de içinde bulunduğu durumu açıkça ifade edememesinin ardında yaşadığı acının derinliği yatıyor. Richard Scarry'ün sözüdür: "Acı, sözü un ufak eder. Acı, belli bir eşiği aştığında insanın dil ile ifade kabiliyetini de yok eder."

YALNIZLIK DENEYİMİ VE NÜBÜVVET

Buraya kadar anlatılanlar, onu yalnızlığa sevk eden dış etkenleri açıklıyor. Bununla birlikte yalnızlık gibi insanın bütün hayatını ondan korumak üzerine kurduğu bir hâli sevdirmeye sebep olacak saikler; nesnel belirleyicilerden ziyade, öznel deneyimlerde aranmalıdır. Dış koşulların tayin edici rolü inkâr edilmez elbette. Fakat dış koşullar bu durumu açıklamada yeterli olamaz. Öncelikle onun peygamberlik öncesi hayatının tüm aşamalarında gördüğümüz sevk-i ilahîyi burada da müşahede ediyoruz. Bu hâlinin diğerlerinden bir farkı daha var ki -bu peygamberliğe çok yakın bir dönemde olmasıyla da alakalıdır- yalnızlık peygamberlik için hazırlık okulu oldu. Aslında bu, sadece ona mahsus da değildi. Nübüvvet görevini tekellüf etmiş hemen her nebinin vazife öncesi böyle bir yalnızlık dönemi olmuştur. Hatta tarihe mâl olmuş önemli isimlerin kritik görevler öncesinde böyle yalnızlık dönemleri bilinir. Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında bu şahsiyetlerin ortaya çıkmadan önce yalnız dönemlerine dair mebzul miktarda örnek zikreder. Çünkü yalnızlık tefekkürün en ideal alanıdır. Kendisi de müzmin bir yalnız olan Heidegger, yalnızlığı "bilgeliğin değişmez yolu" olarak görmüş ve felsefî muhakeme kabiliyetinin ancak yalnızlıkta inkişaf edeceğini söylemiştir.

KENDİNİ TANIMANIN BİRİCİK YOLU

Bu okul, ilk olarak ona kendisini tanıma eğitimi vermiştir. Bir insanı tanımanın yolu, nasıl ki onunla vakit geçirmekten geçiyorsa, kişinin kendisini tanımasının yolu da kendisiyle vakit geçirmekten geçer. Ralph Waldo Emerson, "İnsan kendisini ancak tek başına tanır." diyor. Aynı şekilde tanımadığı kişiye güvenmez. İnsanın kendisine güveni de kendisini tanımaya bağlıdır. Özgüveni olmayan kişi, özgür olamaz. Özgürlük, yani özünün gür olması, insanın kendisine güvenmesiyle doğrudan alâkalıdır. Ayrıca sadece çevresiyle etkileşim hâlinde olan insanda "kendilik" temeyyüz etmez. Çünkü insan, bir kavanozun içindeki sıvı gibi sürekli etrafındaki kişilerin ahlak ve mizaçlarıyla çalkalanma hâlindedir. Kendi rengini verdiği gibi etrafının rengini de alması kaçınılmaz olur. En yakın çevresinin ortalamasıdır yani.

Çevreden soyutlanması ve çalkalanmanın duracağı kadar tecrit hâli, kendi öz rengini ortaya çıkarması için şarttır. Yalnızlık, toplumsal kavanozun dışına çıkıştır. Yalnızlık, bilinç düzeyindeki gelişmenin hem sebebi hem de sonucudur. Hayvan, hemcinsleri içinde varoluşsal kimliğini bulurken; insan, hemcinslerinden temeyyüz ettiğinde ontolojik kimliğine kavuşur. Çünkü insan, bilinç sahibidir. Bilinç düzeyi arttıkça emsalleriyle ilişkisi zayıflar. Çevresiyle iletişiminin azalması onu yalnızlaştırır. Karl Jasper, "Ben olmak, yalnız olmaktır." diyor. Her kim "ben" derse, bir mesafe tesis eder, etrafında bir daire çizmiş olur. İnsan, bilinç düzeyi kadar "ben" olur. Çünkü benliğin sınırını bilinç belirler. Bilinci arttıkça benliği tebellür eder. Jean- Paul Sartre, insanın evrendeki yerinin tayin edilmesinin yalnızlıktan geçtiğini söyler. Bilinç etkileşimden koptuğunda kendine ait ilahî sırrı ifşa eder.

BÜTÜNCÜL BAKIŞ VE SOSYAL PERHİZ

Diğer taraftan insan, içinde olduğu veya bir parçası olduğu şeyin bütününü kavrayamaz. Bütünü kavramak için çerçevenin dışına çıkmak gerekir. Genelde toplum içinde süregelen sorunların çözümü, toplumu bütün kutuplarıyla dışardan kuşatabilen kişiler tarafından gerçekleşmiştir. Bir binayı bütün boyutlarıyla binanın içinden keşfetmek imkânsızdır. Bu anlamda yalnızlık, toplumun dışına çıkmayı ve problemlere dışarıdan bakmayı sağlamıştır. Yalnızlık, arzulanan toplumsal ilişkinin yokluğundan kaynaklandığı gibi, ideal toplumsal yaşam arayışıdır aynı zamanda. Daha ileri düzeyde toplumsal düzen talepleri olan insanlar, yalnızlaşırlar. Lars Svendsen, müphem yalnızlıktan bahseder. Yani "Yalnızlaşmaya sebep olan spesifik bir hadisenin olmaması, daha iyi bir sosyal düzen arayışının göstergesidir." der. Yalnızlığın en önemli eğitimi, kişisel gelişimdir.

İnsan, ekmek ve suya ihtiyaç duyduğu gibi sosyalleşmeye de ihtiyaç duyar. Yani insanın duygusal ihtiyaçları, bedensel ihtiyaçlarından geride kalmaz. Fakat nasıl oruç insanın en temel bedensel ihtiyaçlarını kısıtlayarak kendisini terbiye ediyorsa, yalnızlık da duygusal anlamda ihtiyacı olan sosyalleşme gereksinimine bağımlı olmaktan onu korur. Sosyal tecrit, duygusal oruç gibidir. Aynen oruç gibi insanı terbiye eder. Bu, bir anlamda meydan okumadır. Çünkü insanı ihtiyacı olduğu şeylere karşı özgürleştirir. Yolculuğun bir de kuluçka evresi vardır. Son Elçi uzun süre yalnız yürüyeceği bir yola çıkacağı için öncesinde bir yalnızlık yaşaması gerekir.

Bütün dünyayı karşısına alacak bir iddia ile ortaya çıkmış kişi, doğal olarak yalnızlığa mahkûm edilecektir. İşte bu hâlin onun inanç ve direncini kırmaması adına önceden buna hazırlıklı olması elzemdir. Onun İslam'a davet ettiği ilk dönemlerde, etrafında üç-beş kişinin olmasını umursamadan, aşk ve heyecanla vazife yapmaya devam etmesinin arkasından böyle bir eğitim sürecinin olması inkâr edilemez. Çünkü insanın karar ve kanaatlerini farkında olmadan etrafındaki kişiler belirler. Çoğu zaman başka insanların beğeni ve kabullerinin emrindedir. Çevresindeki insanların onu yalanlamaları ve onunla alay etmeleri, onda en ufak bir tereddüt meydana getirmemiştir. En zor zamanda, en yalnız olduğu anda "Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz bu davadan vazgeçmem." demiştir.

YALNIZLIK TEHDİDİ VE ÖLÜM KORKUSU

Ve evet, yalnızlık müstağni kılar. Yalnızlık eğitiminden geçmiş biri, kimsenin yanında yer almasına bağlı kalmaz. Aslında onun hayatı boyunca kimseye ihtiyaç duymadan inandığı ve emredildiği yolda yürümesine sebep olan şey, diğer kişilerden müstağni olmasıydı. İşte bu yüzden hiç kimse onu yalnız bırakmakla tehdit edememiştir. Çünkü onu tanıyan herkes, yalnızlığın onun için bir zaaf olmadığını bilir. Aslında bu hâl, hayatı boyunca hiç değişmemiştir. Etrafında birkaç kişi varken nasıl insan unsurundan müstağni olabilmişse, yüzbinler "lebbeyk" deyip etrafında el pençe divan dururken de aynı hâli korumuştur. Şu sözüne kulak verelim; "Eğer yeryüzü sakinlerinden birini dost edinecek olsaydım, Ebubekir'i dost edinirdim." Aslında en yakın arkadaşına bile bir zaaf oluşturacak şekilde bağlı olmadığını ifade etmiş oluyor. Son olarak yalnızlık, insanın diğer bir varoluş gerçeği olan ölümü deneyimlemesini sağlar. Onun "Ölmeden önce ölünüz." sözünün bir anlamı da budur.

Öyle ya ölüm kadar insana özel ve özgü başka bir şey yoktur. Ölümden sonra da yalnızlık gelir. Yalnızlık da ölüm gibi paylaşılamaz. Çünkü paylaşılan yalnızlık, yalnızlık olmaktan çıkar. İnsanı en kâmil seviyede ölüm yalnızlaştırır. Heidegger, "Kimse benim yerime ölemez. İnsanın hayatta tek başına yaptığı tek şey, ölümdür." der. Aslında yalnızlık korkusu, ölüm korkusudur. Yalnızlığı deneyimleyen kişi, ölüme meydan okumuş olur. İnsanlığın ebedî saadetine elçilik yapacak kişinin; nübüvvetin hemen öncesinde yaşamış olduğu bu yalnızlık, kıyamete kadar baki kalacak sedaya hazırlık dönemi olmuştur. Kâinattaki sosyal ve fiziksel her büyük hadiseye tekaddüm eden o duraksama hâli, onun hayatında da esrarengiz bir vaziyette kendini gösterdi. Sevk-i ilahî, onu içinde yaşadığı toplumdan tecerrüt ederek onu büyük vazifeye hazırladı. Önce felakete doğru yürüyen insanlığın hidayetine rehberlik edecek kutlu elçiyi yoldan çekti. Çünkü yola çıkmak için öncesinde yoldan çıkmak gerekir. Yola koyulmak için de önce bir durmak icab eder. Çünkü bir saat, ancak durduğunda doğruyu gösterir.